Kafka romanlarını ilk okuduğum zamanlarda kahramanların yaşadıkları büyük saçmalıklara nasıl tepki vermeden kabullendiklerine çok şaşırırdım. Yahu böceğe dönüşmüşsün bu durumun garipliğine şaşırmadan nasıl devam edebiliyorsun hayatına derdim. Halbuki ne kadar saçma bir istek bu! Böceğe dönüştükten sonra bunun sebebini, mekanizmasını bilsem ne olacak? Böcek halimle geri mi döndüreceğim sanki olanları?
Aslında (sizi bilmiyorum tabi ama) ben de Samsa gibi davrandım pandeminin başlangıcında (küçük bir yanılma payıyla diyebilirim ki hepimiz, her an öyle davranıyoruz). Fen bilimlerine oldukça aşina olmama rağmen wikipedia'dan virüs maddesini bile okumadım, evden çıkmayın dediler çıkmadım, böyle giderse sağlık personeline maske kalmayacak, size gerek yok dediler maske almadım, maskesiz markete giremez hale gelince bana maske göndermemiş olsan ne yapacaktım bilemiyorum, aklıma hiç evden çıkamayan bir böceğe dönüştüğüm gelmedi, covid tanısı konulanların, ölenlerin verilerinden (onların birer sayı değil insan olduğunu unutmadan) grafikler çizdim, eğrilere uydurmaya çalıştım, extrapolasyonlarla arkadaşlarıma çıkarımlarda bulundum (hiçbiri tutmadı dememe gerek var mı bilmiyorum), bütün meslek pratiğimden bambaşka bir şekilde monitöre bakarak ders anlattım (burası çok karanlık, ayrıca yazmak istiyorum "güzel sanatların bir dalı olarak monitörle konuşmak" mevzusunu), haftalarca oğlumu görmedim, kimseye sarılmadım, dokunmadım (benim için bu var olmadım demek aslında), bundan sonra böyle olacaksa ne yapacağım hakkında (en azından başlangıçta) düşünmedim, sevdiğim kimseyi göremeyeceksem evde hasta olmadan sonsuza dek yaşamanın (bir matematikçi olarak farklı sonsuzlar olduğunu bilerek) anlamı olacak mı diye düşündüm, bu halden (böceğe dönüşmekten) bir mucizeyle geri döneriz herhalde gibi geliyordu (mucize oldu ve aşı bulundu), hiç yürümüyorum diye tedirgin oldum (halbuki yaşamıyordum), eczacı ilaçlarımı eve gönderince sevindim (ne yapacaktım tek başına yaşayarak?), bir gece uyandığımda kolumdaki saat nabzımın birkaç saattir atmadığını gösteriyordu yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadım (bunu da ayrıca yazmak istiyorum), hayatımda hiç yazışmadığım kadar çok yazıştım anlık mesajlaşma uygulamalarında, çok akıllı insanlarla çevrimiçi sorular çözüp vidyo kayıtları aldık, nasıl oldu da bu lanet olası böceğe dönüştüm demedim, virüs canlı mı, değil mi diye kısa yazılar, tivitler okudum ama derinlemesine öğrenmedim, öğrensem ne yapacaktım? karşıma uzaylılar (örneğin Marslılar) çıksa onlara Marsta hayat aslında mümkün mü, değil mi diye soracak mıydım örneğin? sevdiğim herkesi, her şeyi benden uzaklaştıran (belki de yok eden) bu durumun gerçekliğini hiç sorgulamadım, sabah günaydın diye yazdığımda bana günaydın diyen bir botu ben de yazabilirken seninle konuştuğuma nasıl emin olabilirdim (daha chatgpt ortada yoktu ama arkadaşlarımızı taklit eden botları yıllar önce yazmamış mıydık?), 300 yıl önce yazılmış Robinson Crusoe'dan ne farkım vardı? evin kapısında beliriveren yiyecekler, ekranda beliriveren yazılar mı yaşadığımı gösteriyordu bana? sakallarım uzuyordu ama kimse görmeyince bunun yaşadığımın kanıtı olduğunu nasıl kabul edebilirdim (hani ormanda bir ağaç yıkılırsa ve kimse duymazsa ses çıkmamış oluyordu?) Samsa böceğe dönüşmesini sorgulamamıştı ama ben (belki de siz de) sanki neyi sorguluyordum? [artık rica ediyorum, romana gelelim] (evet çok uzadı farkındayım ama burada bırakamam) hem sanki hastalığımın nedenini sorgulamış mıydım? nedenini bilsem ne yapabilirdim? bir sonraki hayatımda o hatayı tekrarlamayacak mıydım? hergün açtığımız çeşmede neden türbülans olduğunu sorgulamış kaç kişi yaşamıştı yeryüzünde? işleyemeyeceğim veriyi toplamanın ne manası vardı? [hadi artık] velhasıl Gregor Samsa bizatihi sensin, benim (canım kardeşim demek istiyorum ama konuyu Nazım'a bağlamak istemiyorum).
Romancının bizi bir çıkmaza sokması daha önce karşılaşmadığımız bir şey değil elbette. Bir grup halinde bir adada mahsur kalsak, tek başımıza bir adada kalsak, hepimizin gözleri görmez olsa, şehrimizde kimse ölmüyor olsa, tamamı ölmüş bir ordunun askerlerini arayan bir general olsak ne yapardık? Lost yine böyle bir sıkışmışlığın ve çaresizliğin işlendiği (sonunun çok bozduğu) bir diziydi, Under The Dome bir kasabanın üzerine görünmez bir fanusun kapanıp dış dünyayla bağlantısının kesildiğinde olanları anlatıyordu (Sineklerin Tanrısı aslında hepsinin nasıl gelişeceğini anlatmış). Kısa Bir Cehennem Ziyareti'nde cehennemde bile gücü ele geçirenlerin neler yapacağını okuduk. Bu romanların/dizilerin hepsinde bir dış dünya (birbirini gören, sohbet eden, beraber içen, sarılan, kanlı canlı insanlar) vardır, biz ulaşamasak bile.
Peki ya dünyada bizden gayrı herkes ölmüşse? Duvar işte bu konuyu işliyor. Romanın başında Under The Dome'da olduğu gibi bir fanus örter yaşamı. Bu sefer içeride kalan tek insan romanın kahramanı kadındır. Nazım önce kedi gidecek, sonra ben gideceğim diyor ama Duvar'da sevdiğiniz, sevmediğiniz hatta hiç tanımadığınız bütün herkes sizden önce gidiyor. Hatta duvarın ardında kalan hayvanlar da gitmiş. Kahramanımız (ona seslenecek kimse olmayınca isminin anlamı kalmaz) kaldığı evin köpeği, onu bulan ineği ve kedisiyle hayata devam eder. Sonradan kendini zamanında vurmadığına pişman olacaktır çünkü yarın için bir ümidi yoktur. Behçet Aysan'ın "bilirim yarın diye bir şey var" mısrasındaki yarın onun için gelmeyecektir. Sizden başka kimse yaşamıyor olsa yarının bugünden bir farkı olur mu? Artık yüzünüzü sevebilecek hiçbir insan yaşamadığında, bu yüz büsbütün fazlalık gibi görünmez mi?
Dünyada tek başına kalınca bir umut yok ama kahramanın bu durumda olmayan bizlere mesajı şöyle: "Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok. Sevgi, seven ve sevilen için yaşamı daha katlanılır kılıyor. Ama bunun tek imkanımız, daha iyi bir yaşam için tek umudumuz olduğunu zamanında fark etmemiz gerekir."
Okuduğum en güzel romanlardan biri diyebilirim Duvar için.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder