Nasıl insanın yaşayabilmesi için diğer insanlara ihtiyacı varsa yaşadığını anlayabilmesi için de başkalarına ihtiyacı var. Düşünüyorum öyleyse varım önermesi (aslında ben düşünüyorum demesi, yani ötekinden ayrı bir ben var ön kabulü bir yana) bize yaşadığımızı değil var olduğumuzu bilebileceğimizi söylüyor. İkisinin farklı şeyler olduğunu kabul etmek için elimizde bir kanıt olmasa da bu kanıtın yokluğu iki kavramın aynı şeyler olduğunun kanıtı sayılamaz elbette (büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir ama burada alemin sırrını bulmaya çalışmıyoruz).
Dünyayı Ardında Bırak'ta bir aile (iki çocuk ve anne, baba) dünyanın gürültüsünden ve insanlardan uzak bir tatil için bir ev kiralıyor. Ormanda kamp yapmak, dağın başında bir otelde tatile gitmek duymadığımız şeyler değil ama buralardayken geri döneceğimizi bildiğimiz gibi bıraktığımız dünyanın yaşamaya devam ettiğinden şüphemiz de olmuyor. Biz artık içinde değiliz diye dünyanın geri kalanında neden büyük bir değişiklik olsun zaten? Büyük bir olay olsa bile bunu telefondan, televizyondan (benim için yıllardır böyle bir haber alma aracı yok ama roman kahramanları tv izliyor), daha da önemlisi internetten haber alabiliriz.
Peki ya elektrik kesilirse? Malum bu haberleşme araçlarının tamamı elektriğe bağlı (amatör telsizciyseniz durum değişir elbette). Bulunduğumuz evin elektriği varsa ama dünyanın geri kalanında elektrik yoksa? Evlerini kiraladığınız sahipleri kapıya gelip belki de bir büyük felaket olduğunu söylemişse (bunların hepsi arka kapakta yazıyor, sürprizbozan sayılmaz yani)?
Marlen Haushofer'in Duvar'ında dünyada hayatta kalan tek kişinin çaresizliğini okuduktan sonra Dünyayı Ardında Bırak'ta belki de tek ailenin kalmış olmasının ürpertici kabusunu okuyoruz (romanın filmi de çekilmiş ve başlangıcına eklenen sahneler konuyu farklılaştırmış gibi geldi bana). İletişim tamamen kopunca tek başına kalmamak, sevdiği biriyle (birileriyle) olmak Robinson Crusoe'dan çok daha iyi bir senaryo tabi. Pandora'nın Kutusu'ndan çıkan son şey olan umuda (belki de bu durum geçicidir, çok kötü bir şey olmamıştır) sarılmak için fiziksel olarak da sarılabileceğimiz birinin olması kuşkusuz tercih edilecek bir durumdur. Rumaan Alam romanda bu garip duruma bir açıklama getirmeden (zaten açıklaması olan şey distopya olur mu?), tempoyu hep aynı seviyede tutarak güzel bir roman yazmış.
Yazarların romanda söyledikleri kadar söylemedikleri de önemli oluyor bazen. Bir aile belki de dünyanın geri kalanında hayatta kalan kimse olmadığını düşündüğünde bile kiraladıkları evin sahiplerinin mülkiyet hakkı konusunda bir itirazda bulunmuyor. Tapu kadastroda çalışan, sahipliği kontrol edebilecek kimse kalmamış olabilecekken bile bulundukları evin mülkiyeti hakkında bir tartışmaya girmiyorlar. Yaşadığımız gündelik hayatta bile bir insan nasıl olur da bir ağacın sahibi olabilir sorusunun insanların pek azının aklını kurcaladığını hesaba katarsak aslında çok da garip bir durum değil bu. Yine de üzerinde düşünmeye değmez mi?
Pandemide yaşadığım bir geceyi yazıp yazıyı sonlandırayım [lütfen artık]. Bir gece 03 gibi uyandım. Evde hiç ses yoktu ve çok dinç uyanmıştım (sokağa çıkma yasağı olduğundan gündüzleri de ya hiç ses olmuyordu ya da çok nadiren araba gürültüsü duyuyordum). Kolumdaki saate bakınca yaklaşık bir saattir nabzımın atmadığını gördüm. Önce telefonla bluetooth bağlantısı mı koptu dedim ama bağlantı kopsa bile saatin nabzı doğru gösterdiğini biliyordum. Yine de telefona baktım ve bağlı olduklarını gördüm. Hayatta olup olmadığımı anlamak için kol saatine, onun telefonla bağlantısını kontrol etmeye ihtiyacım olması birden çok ürpertici geldi. Descartes'ın sözü geldi aklıma, ya varsam ama yaşamıyorsam diye tereddüte düştüm. Zaten kimseyi görmeden, sarılmadan, konuşmadan yaşıyor muydum? Birini telefonla arayayım dedim ama kimi gecenin üçünde arayıp yaşadığımdan emin olamadım diyebilir insan? Bu düşüncenin kendi içinde bir çelişki barındırdığını da farkettim tabi. Birini aradığımda onu uyandıracağımdan korkuyorsam yaşayan birini uyandıracağımı, yani hayatta olduğumu düşünüyordum. Filmlerde hep geçen kendine vurmak gibi şeyler de çok mantıksız geldi çünkü sanki ölünce ne hissedeceğimi bilmiyor muydum ki (Beckett Malone Ölüyor'da kahramana "Esniyorum, durumum ciddi olsa esneyebilir miydim böyle? Esnerdim kuşkusuz." dedirtiyor (bunu çok sonra okudum), ben de hayatta olmasam bile atacağım tokatı hissedebilirdim belki de)! Sonuçta o gece yaşayıp yaşamadığımı bile bilemezken kimseyi arayamadım [konuyu böyle belirsiz bırakma lütfen roman yazmıyorsun].
Romanda geçen "Sessizlik her nedense daha karanlık bir ortam yarattı" ifadesi bana yine sen konuşunca aydınlık oluyoru hatırlattı diyerek yazıyı bitireyim [hayır yapma böyle]. Dünyayı Ardında Bırak harcayacağınız vakte değecek bir roman bence.
(Gece telefon saatin bağlandığı uygulamayı güncellemiş, uygulama da saatin firmware'ini güncellemiş. Saat varsayılan olarak nabzı dinlemediği için bir saattir nabzım atmıyor gibi göstermiş.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder