Bir romanla ilgili en az önemsediğim şey yazarın roman hakkında söyledikleri, yazdıkları oluyor. Vay efendim otobiyografik miymiş, bunu yaşayan birilerini mi tanıyormuş, bunlar bence çok boş şeyler. Romanda anlatamadığı şeyleri sonradan onun hakkında konuşup anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba bence. Eleştirmenlerin, edebiyat kuramcılarının (Berna Moran'ın Anayurt Oteli hakkında yazdıkları, Yusuf Atılgan'ın röportajlarından daha kıymetli değil mi?), okurların kitap hakkındaki değerlendirmelerini yazardan daha fazla önemsiyorum. Arada bir yazarların söyleşilerine de katılıyorum ama zaten pek az yazar romanda şunu demek istemiştim diyor konuşmasında. Vigdis Hjorth'le yapılan röportajları hiç okumadığımı, özellikle Miras'ın otobiyografik olup olmamasıyla hiç ilgilenmediğimi söylemek için bu kadar uzatmaya gerek var mıydı bilemiyorum.
Norveç (aslında Kuzey Avrupa) romanı denildiğinde aklıma hep Erlend Loe ve Dag Solstad'ın yazdıkları geliyordu (elbette günümüz edebiyatından bahsediyorum, Knut Hamsun gibi yazarları dışarıda bırakarak söylüyorum bunu). Özellikle Jon Fosse'yi okuduktan sonra Norveç edebiyatının aslında dünya edebiyatı olduğuna ikna oldum.
Vigdis Hjorth'ün iki romanını da Dilek Başak çevirmiş. Erlend Loe'nin bütün romanlarını çeviren Dilek Başak Hjorth çevirilerini de sanki Türkçe yazılmışlar gibi sunuyor bize.
<uyarı>
Yazının
devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de
içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi
olabilir.
</uyarı>Miras
Miras yapanı şeytanlaştırmadan, mağdurun acısının üzerine basıp yükselmeden bir çocuk tacizini anlatıyor. Konu elli yaşını geçmiş bir kadının (Bergljot) babasının ölümünün ardından çocukluğunda gördüğü cinsel tacizi anlatması olunca çocuğun yaşadığı travmanın detaylandırılması, babanın nasıl kötü biri olduğunun anlatılması veya babanın kendi çocukluğunda yaşadıklarının aktarılması yapılabilecekken yazar bunlara neredeyse hiç girmiyor bile. Bergljot başından geçenleri erişkinliğinde, hatta evlenmiş ve çocukları varken, ailesine açıyor ve babası inkar ediyor. İki kız kardeşi (ağabeyinin durumu farklı ama onu okursunuz zaten) babaları (ve başka bir adama aşık olan anneleri) ortada bir kanıt yokken (nasıl olabilir zaten böyle bir kanıt, yıllar geçmiş üzerinden) ailenin iki üyesi arasında kalıyorlar.
Miras bölüşümü konusunda aile içinde çekişmelerin, kavgaların olması benim de çocukluğumdan alışık olduğum bir konu. En uyduruk şeyler bile paylaşılamaz ölünün ardından. Annem (canım) olur da ileride biz de kardeşimle böyle kavga ederiz (küseriz) diye korktuğundan hayattayken nesi varsa bize bölüştürmüştü (sanki ben kardeşimle böyle bir şey için tartışabilirmişim gibi. O zaten dünyanın en tatlı insanıdır).
Ölen babasının ardından "babam beni biraz da olsa sevmiştir herhalde" diye düşünen Bergljot ne babasını affeder (zaten böyle bir şeyin imkanı yoktur), ne yaptıklarına bir gerekçe bulmaya çalışır. Turan Oflazoğlu'nun "Sen sen sen, Yok olabilirsin ama, Seni sevmiş olmam, Yok olabilir mi?" demesi gibi babasının artık yok olması yaşadıklarının olmamış gibi olmasına imkan vermez. Ağabeyi haricindeki aile üyelerinin söylediklerinin söylenmemiş gibi davranmalarına da dayanamaz (kim dayanabilir zaten?). Yazar bizi gözyaşlarına boğabilecekken bu kozu kullanmamış ve yine de yüreğimizi sıkıştıracak harika bir roman yazmış.
Postane Günlükleri
Roman Ellinor'un bir şeyleri hatırlamamasıyla, anlamsız bulmasıyla başlayınca aman dedim bu da demans benzeri bir durumu anlatıyor. Biraz ilerleyince kahramanın kendini eksik adresli bir mektup, içerikten yoksun bir mektup gibi hissettiğini anladım. Hayatını kazanmak için yaptığı işleri küçük şeyler olarak görüp hayatımda daha büyük şeyler olmayacak mı, bu kadarına mı mahkumum diyen Ellinor romanın ortasında ortaya çıkacak toplumun oluşumuna katılmayım, sorumluluk almalıyım diyor. Hem de bunu 2010'da Norveç'te diyor.
İnsanın kendini anlaması, kendine karşı samimi olması, kendiyle senli benli konuşması bile çok zorken başkalarını anlaması elbette çok zor bir iş. Hjorth konuyu anlatırken lafı çok dolandırıyor, araya başkalarının hikayelerini, kendi ailesiyle ve sevgilisiyle ilgili konuları alıp bağlamı bizim tamamlamamızı bekliyor. Zaten öyle olmasa, yani doğrudan anlatmak istediğini anlatabilse herhalde bir roman yazmak yerine düşündüklerini yazardı. Aslında biraz da bu yüzden yazarların eserleriyle ilgili sonradan söylediklerine herhangi birinden daha fazla önem vermiyorum. Başka türlü söyleyemediği için bu romanı yazmış olmalı yazar.
Yazarın lafı bu kadar dolandırması (romanda kahramana söylettiği ifadeyle söylersek) yazılanların düşünülmüş değil de yaşanmış gibi hissedilmesini sağlıyor.
Romanda Ellinor üzerinde çok uzun zamandır tartışılan konular hakkında da düşünüyor. Theseus'un gemisinde olduğu gibi hakiki olan, asıl olan nedir gibi sorular üzerinde kendisiyle tartışıyor ama elbette bu hacimdeki bir romandan bir özgün bir çözüm önerisi beklememek lazım. Pink Floyd'tan Syd Barrett ayrılınca grup artık Pink Floyd olma özelliğini yitirmediği, hatta Roger Waters ayrıldıktan sonra onun yerine de bir(ler)i konabildiğine göre Rick Wright'ın ölümünün ardından David Gilmour ve Nick Mason yeni bir klavyeci ile yeni bir Pink Floyd albümü çıkarırlarsa bu grup artık Pink Floyd olmaz mı sorusunu biz de zaman zaman arımızda konuşuruz (Eğer olmuyorsa Türkiye'deki son konserlerinde Camel grubunu dinlemeye gidenler kimi dinlediler?). Hatta biraz daha ileri gidip Gilmour ve Mason grubun son halinden ayrıldıklarında onlarla birlikte yıllardır çalan grup üyeleri yeni bir albüm yapsalar, konser verseler bu grup hala Pink Floyd olur mu? Bu sorulara Heraklitos gibi grup üyeleri değişmese bile her bir araya geldiklerinde zaten aynı grup olmuyorlar diyerek cevap vermek bir seçenek olsa da soruların varlığı kahramanın nasıl sıkıntılar içinde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.
Dilerim üretken bir yazar olan Vigdis Hjorth'un diğer eserlerini de okuma imkanımız olur.