12 Kasım 2023 Pazar

hayat-olmayan-hayatların yazarı: Dag Solstad

Sevdiğim şeylerin önemli bir kısmını uğraşarak sevmişimdir (Uğur'la beraber Pink Floyd'un Animals albümünü bu kadar insan yanılıyor olamaz diyerek defalarca dinlediğimizi, hakkında konuştuğumuzu, sonra yavaş yavaş sevdiğimizi daha dün gibi hatırlıyorum (Bana bir insanı uğraşarak sevmek mümkün olmaz gibi geliyor ama buradan devam edersek konu çok dağılır [Daha ilk cümledeyiz ya, bu neyin parantezleri böyle? Lütfen!])). Daha önce Kuzey Avrupa romanlarını genellikle sevmediğimi yazmıştım ama belki kaçırdığım bir şeyler vardır diyerek Dag Solstad'ın çevirilmiş bütün kitaplarını okuyayım dedim. Böyle uğraşıp sevemediğim yazarlar çok oldu; örneğin Kundera'nın ve Soljenitsin'in de bütün kitaplarını okudum ve fikrim değişmedi (Kundera'nın Kimlik romanını sevmiştim, şimdi yalan söylemiş olmayayım).

Dag Solstad'ın romanlarını eskiden sevmediğim şeylerin neler olduğunu ve nedenlerini de düşünerek okudum bu sefer. Uzun cevabı aşağıya yazıyorum ama kısaca söyleyeyim; başka türlü anlanıyorum artık bu coğrafyanın edebiyatını (eğer hepsini temsil eden bir edebiyat diye bir şey mümkünse tabi). Nispeten severek okuduğum Erlend Loe'nin kitaplarını da yeniden okuyayım diye planlıyorum (eskiden olsa Solstad'ları sana getirirdim).

Burada bahsedeceğim YKY'dan çıkan ilk beş romanın çevirmeni Banu Gürsaler Syvertsen ve Jaguar Kitap'tan yayınlanan iki romanın çevirmeni Deniz Canefe. Her iki çevirmenin de çok güzel Türkçeleri var ve kitapların titiz çalışmalarla okuyucunun karşısına çıktığı belli.

Aşağıda romanları okuduğum sırayla yazıyorum.

Profesör Andersen'in Gecesi

Arka kapağında Hitchcock'un Arka Pencere'sinin, Camus ve Larkin'in bir birleşimi olduğu yazdığından önce filmi tekrar izleyip ardından Camus'nün Düşüş ve Yabancı'yı tekrar okudum. Daha önce hiç Larkin okumadığımdan onun da Bayram Düğünleri'ni okudum (umarım bahsi geçen Larkin aynı yazardır). İşin doğrusu her roman için böyle ön okumalar yapmıyorum ama bu sefer Meryem okuyunca üzerine konuşalım dediğinden tedarikli olayım istedim (hakkında konuşmadık o ayrı konu).

Kitapla ilgili "diğer Kuzey Avrupa romanları gibi derdi kalmamış insanların yazabileceği bir kitap. Hiç Kuzey Avrupa romanı okumamış birine eminim çok garip gelecektir ama sen seversin diye tahmin ediyorum" diye yazmıştım ama yazarın diğer kitaplarını okuyunca fikrim değişti.

Zaten kısacık olan romanda Profesör Andersen evinin camından karşı binada işlenen bir cinayeti (tam da emin değil ama çok şüphelendirici bir şey) görüyor ama bunu polise haber vermiyor. Polisi aramamasının nedeni böyle bir imkanının olmaması veya korktuğu için arayamaması değil (sonrasında bir korku oluyor tabi). Sadece olaya veya katilin hayatına müdahale etmek istememesi gibi kolay bir açıklaması da yok durumun. Okurken ara polisi, delirtme insanı diyerek okumuş olsam da edebiyattan insanlık dersi beklememek gerekiyor elbette. Benzer bir olayda güvenlik güçlerini arayamayan okurun yaşayacağı tecrübe büyük ihtimalle Profesör Andersen'inkinden çok farklı olacaktır. Andersen'in tereddütlerini, karar veriş ve vazgeçişlerini çok başarılı anlatmış yazar.

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap

Ben öyle yapmadım ama bu romanı okumadan önce Henrik İbsen'in Yaban Ördeği oyununu okumak bence çok iyi fikir olur. Solstad okumaya devam ettiğinizde ileride (Mahcubiyet ve Hassasiyet'te) yeniden karşınıza çıkacak ve yazar neden bahsediyor diye düşünmekten kurtulacaksınız. Romanlarda bahsi geçmesinin yanında güzel de bir oyun Yaban Ördeği.

Roman üç perdelik bir oyun gibi. İlk perdede baş karakter Bjørn Hansen'i ellinci yaşında görüyoruz. Doğum gününü sessiz sedasız, kendi başına, Kongberg'de bir apartman dairesinde muhteşem yalnızlığıyla kutlayan Hansen'in bu yaşa kadar yaşadıklarını okuduktan sonra ikinci perde de (elbette roman perdelere de, bölümlere de ayrılmış değil) oğluyla yaşadıkları, son perdede ise çılgın planı Büyük Ret'in gerçekleştirilmesi anlatılıyor. Romanı okurken bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu bilmediğimden oğluyla olan kısımları neden anlattığını anlayamamıştım (oğlu 17. Roman'ın önemli bir karakteri olarak tekrar karşımıza çıkacak). Hansen'in Büyük Ret planıyla ve romanı geri kalanıyla neredeyse hiç bağlantısı olmayan bir bölüm gibi burası.

Oğlunun en küçük davranışından bile (ilgili, ilgisiz) çokça sonuç çıkarması, karşılıklı konuşsalar kolayca anlayabileceği şeyleri sürekli aklında kurup durması ve konuları mikro düzeyde bölüp her birini ayrı sorgulaması okuyucuyu deli etse de başarıyla anlatılmış. Suat Derviş de romanlarında bahsettiği kavramları kahramanlarına ayrıntılarıyla sorgulatır ama Hansen bu işi bir başka seviyede yapıyor.

Elbette insan hayatında tesadüflerin (şansın) büyük rolü var. Hatta özgür irade de hakkında çokça düşünülmüş, yazılmış, hâlâ tartışılan bir konu. Hayatını çok ehemmiyetsiz bulan Hansen kendi aldığı kararla bir şey yapmayı planlıyor (sürprizbozan olmasın diye yazmıyorum ama büyük bir şey beklemeyin). Yaptığı şeyi "bir marifet", "bir isyan" ya da "bir meydan okuma" olarak adlandırmak ona abartılı ve gülünç gelse de bu eylemi hayata geçirince müthiş bir tatmin hissi alıyor. Roman Hansen'in neye yaradığı belli olmayan isteğinin başarıya ulaşmasıyla sona eriyor.

17. Roman

Hansen'in dalaveresi açığa çıkmış, hapiste yatmış ve çıkmıştır artık. On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'ın ortalarında bahsi geçen oğlu Peter bu zamanda okulunu bitirmiş, işini kurup evlenmiş hatta bir çocuğu bile olmuştur. 67 yaşındaki Hansen çok yalnızdır, hiç arkadaşı yoktur. Ama kitaplarım var, bu durum tersine olsaydı daha kötüydü diye düşünür. Her ne kadar insanları özlemiyor gibi dursa da kendine yapılan, yapılmayan her şeyi çok önemser Hansen. Hatta yapanın bile farkına varmadığı küçücük şeyer üzerinden yaşar hayatını. Bir yanıyla T. Singer'a çok benzer. Bu benzerlik belki kültürlerine çok yabancı olduğumuz için Korelilerin ve Japonların bize benzer gibi görünmesine benziyordur emin değilim.

Hansen'i hayatına katabileceği son mutluluğu da (aslında abartmamak lazım insan her yaşta aşık olabilir (romanda bir aşk yok. onu mutlu edebilecek bir şeyi kast ediyorum) ama Hansen okuyucuya bu umudu vermemektedir) yaşayamadan evine dönen otobüste bırakırız romanın sonunda. Üçlemenin son romanı henüz çevrilmedi ama ben hâlâ buraya yazma enerjimi korurken yayınlanırsa onu da aşağıya eklerim.

Mahcubiyet ve Haysiyet

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'a başlamadan önce Yaban Ördeği'ni okumuşsanız bu romanda çokça bahsi geçecek şeyler hakkında bilginiz olacaktır. Okumamış olanları bile merak ettirecek kadar romanın içinde olan oyunu okumuş olmama rağmen romanın kahramanı Elias Rukla'nın üzerinde durduğu noktaların hiç dikkatimi çekmediğini söylemeliyim. 

Elias ellili yaşlarda bir edebiyat öğretmenidir (Solstad'ın kahramanlarının benimle yaşıt olmasına bazen sinir oluyorum). Diğer Solstad karakterleri gibi Elias da her tavrın, sözün ardında bir şey arar ama bunu kendini çok önemsediği için değil başka türlüsünün mümkün olmadığını düşündüğünden yapar. Örneğin okulun gözdesi denebilecek Johan Corneliussen kendisine sıcak davrandığında kendinde ne bulduğunu bilemez ve üzerine düşündüğü zaman da eğer bu konu üzerine çok düşünüp bulursa bundan sonra o şeyin ne olduğunu bilmediği zamanlarda davrandığından daha farklı davranabileceğinden endişe eder. Bu benim de zaman zaman aklıma gelen konulardan biri olduğundan bazı yönlerden Elias'a yakın hissetmiş olabilirim. Belki de kendimde beğenmediğim (örneğin Elias kendi kendine tartışır, Singer (ondan ileride bahsedeceğiz) kendisiyle tartıştığı gibi hayalindeki kişiyi karşısına oturtup onunla uzun uzun konuşur) tarafları Kuzey Avrupa romanlarında görmek benim onları sevmememe neden olmuş da olabilir. İnsan kendiyle ilgili önemli bir problemi bir romanda görebilir mi, görse de bunu bloga yazabilir mi bilmiyorum, o da ayrı konu aslında.

Kendisinin asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunu düşünen Elias'ın hikayesi en güzel Solstad romanlarından biri bence.

Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı

Okuduğum en uzun Solstad romanı bu oldu (kitabın adı tekrar edilemeyecek kadar uzun). Diğer romanlarında da göreceğimiz gibi romanın başında kahraman yaşadığı yerden başka bir yere gider (Tolstay'a atfedilen ama onun olmadığı yazılan "İyi hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." sözünde olduğu gibi). Norveç gibi refah seviyesinin çok yüksek olduğu bir ülkede Maocu bir partiye katılmadan önce kendini yararsız biri, bir fazlalık olarak gören Knut Petersen'in hiyakesini okuruz romanda. Daima kendi yolunda giden, dalgın, hayatın gizemleri üzerine uzun uzadıya kafa yoran biridir Knut (hangimiz değiliz?). 

Belki yazar böyle düşünerek yazmamıştır ama partiyle olan ilişkisi ve bu süreçte geçenleri ben daha çok bir arka plan hikayesi olarak okudum. "Öyle bir kabus ki uzanıp tutabileceğim kişi orada duruyordu ama tutamıyordum, o artık uzanıp tutulamayacak biri olmuştu" diyen Knut diğer Solstad karakterine çok benzer. Biraz daha gençtir o kadar.

T. Singer

Diğer Solstad romanlarında gördüğümüz gibi T. Singer da üç büyük parçadan oluşuyor. Aradaki ikinci parça çok sonra üçüncü parçadaki küçük bir yere bağlanıyor ama o kadar uzun anlatılmasa da anlatı değerinden bir şey kaybetmezmiş gibi geliyor bana. Solstad'ın tarzı böyle ve zamanla buna alışılıyor.

Singer kendine özgü bir utanma sorunu olan, kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak tanıtılıyor bize. Toplumun bir parçası olmaktansa öyleymiş gibi yapan bir kütüphaneci olan Singer, yapmak zorunda olduğu şeyleri yapmaktan korkar. Yıkılmış bir geçmişten özgürleşme diye tarif ettiği yeni bir eve çıkma fikrini hayata geçirmek bile üzerinde çokça düşünmesini gerektiren çok zorlu bir sürece dönüşür. Rutinlerle dolu, tanımları belli görevleri yapmak isteyen sıradan biri olmak istemektedir. Böyle biri olmasına rağmen attığı bir kahkahanın veya ölen karısıyla zaten ayrılmak üzere olduğunun başkaları tarafından önemsenmediğini düşünmez, bunları dert ederek kendini kahreder.

Romanın başında insanların kendi hakkındaki düşüncelerini çok önemseyen, hatta buna takıntılı biri gibi gördüğümüz Singer'ın ileride değil sevilmek, dikkat çekmek bile istemeyen biri olduğunu anlıyoruz. Yazar bize ayrılmak üzere olduğu karısının kızının bakımını üstlenmesinin ve kendine sıfırdan bir hayat kurmamasının nedeninin onu sevmesi olmadığına ikna etmeye çalışsa da [artık yazara da güvenmiyoruz demek!] Singer Isabella'nın gençlik dönemini normal yaşayabilmesi için kendi varlığını kolayca silebilecek biridir. Isabella'nın büyüyüp yanından ayrıldığında ondan beklentisi "arada sırada bu günleri hiçbir rahatsızlık hissetmeden, yalnızca geçmişte kalmış, o zamanki yaşamıyla hiçbir ilgisi olmayan bir dönem olarak düşünmesi"dir.

Kahramanın sevdiği birinin kendisini sonradan böyle hatırlamasına razı olması romanın kurgusuna uygun olsa da bana yaralayıcı geldi. Çok güzel bir roman T. Singer.

Armand V.

Solstad'ın yeni bir anlatım tekniği denediği bir roman Armand V. Romanda klasik anlamdakine benzer bir anlatıcı var ama okumadığımız bir romana yazılan dipnotlardan oluşan bir metin var karşımızda (yazar önce İosif Brodski'nin Su Seviyesi'ne dipnotlar yazmayı düşünmüş ama sonunda bu metni yazmış. Su Seviyesi'ni daha önce okumamıştım, bu romandan sonra okudum ama ondan da bahsedersem yazı iyice okunmaz bir hal alacak korkarım). Kapaktaki dipnotlar ifadesi okuyucuyu bildiği anlamda dipnotlarla karşılaşacağını yanılgısına uğratmasın çünkü kimi dipnot sayfalarca sürüyor ve kahramanların diyalogları da mevcut bu dipnotlarda. Bazı dipnotlara ekleme yapan başka dipnotlar da var. Dipnotlarda konuşan anlatıcı bazen yazarın ağzından konuşurken, bazen de klasik romandaki gibi kahramanları tasvir ediyor. Böyle bahsedince anlaşılmaz bir metin varmış gibi demiş gibi de olmayayım. Dili yenilikçi olsa da kolay okunur güzel bir roman bence Armand V.

Dipnotlara ait romanı okumamış olmamız yazarın işini bazı yönlerden kolaylaştırırken bazı yönlerden de zorlaştırmış bence. Gelişen olayların nasıl bağlandığının ayrıntılarını yazmak ve okuyucuyu ikna etmek yükünden kurtulurken ortada bunlar olmadan bütünlüğün sağlanması da kolay bir şey olmamış. Yazım tekniği yenilikçi ama bir başka romanın benzer şekilde sadece dipnotlardan oluşması (eğer ilave yenilikler olmazsa) zor gibi geliyor bana.

Umutsuzca mutluluğu arayan Norveçli bir diplomat olan Armand'ın hikayesini severek okudum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...