17 Kasım 2023 Cuma

Bir büyük İspanyol yazar: Camilo José Cela

Kimi yazarları ya siyasi fikrinden, ya hayattaki duruşlarını sevmediğimden kitaplarını da okumuyorum (Soljenitsin gibi Nobel benzeri büyük ödül almış olanları okusam dahi mesafeli yaklaşıyorum) [okumuyorsun işte daha mesafeli nasıl olunabilir?]. Cela da benim için öyle biriydi. Okunacak o kadar çok yazar ve daha da çok kitap var ki birilerini böyle elemek bana normal geliyor. Zaten bilinçli bir eleme yapmasak bile yazılmış eserlerin çok küçük bir kısmını okuyabilmiş oluyoruz (insan yaptığı her şeyi sonradan rasyonelleştirebiliyor görüyoruz). Bir arkadaşın ısrarıyla Türkçedeki dört kitabını okudum ve beğendim Cela'yı. Yine de kendilerini sevmediğim için kitaplarını okumadığım diğerlerine haksızlık ettiğimi düşünmüyorum (akıllanmadığım da ortada sanırım).

Bu konudaki en büyük pişmanlığım "Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ Sevgiler bekliyor sürekli senden" diyen Metin Altıok da dahil yeni şairlerimizi çok geç okumamdır. Metin Altıok'a bile yeni dediğimden zamanında hangi şairleri okuduğum anlaşılmıştır sanıyorum.

Cela'nın Türkçede dört kitabı basılmış ama pek satmamış anladığım kadarıyla. Bunun nedeninin yazarın insan olarak sevilmemesi veya romanların özgünlüğü olmadığını düşünüyorum çünkü kimlerin romanları kaçıncı baskılarını yapmış aklım almıyor bazen. Cela romanlarında anlatım tarzı olarak hep yenilikler denemiş bir yazar (demek Cela öveceğim günler de gelecekti). Yazdıklarını kendi dilinde okuyabilmek için İspanyolca biliyor olmayı isterdim (bu nasıl olabilirdi onu da bilemiyorum. Sorsalar İngilizce biliyorum ama İngilizce bir metinden edebi bir keyif alabildiğimi söyleyemem).

Cela kendi yazdıklarının (aslında hiçbir edebi metnin) başka dillere çevrilemeyeceğini düşünen bir yazar (bir çevirmenin twitter'da "parasını versinler her şeyi çeviririz" yazdığı aklıma geliyor böyle itirazları okuduğumda). Bunu Pascual Duarte ve Ailesi'nin Türkçe basımına yazdığı önsözde [artık önsöz de okuyoruz bakıyorum] şöyle temellendiriyor: "İspanyolca silla (sandalye) sözcüğünü Fransızlar chaise, İngilizler chair diye çevirir; oysa iyice düşünülürse, silla, chaise ve chair üç ayrı dilde adlandırılmış aynı şey, aynı eşya değil, her biri tam olması gerektiği gibi nitelendirilmiş üç ayrı şeydir." "Kültürlerin ortak bir görüntüsü ve değiş tokuş edilebilen bir aracı yoktur, ama bu kesin yargının sorumlusu biz yazarlar değiliz." Bence üç romanın da Türkçesi güzel ama özgün metinlere ne kadar yakınlar, bunu bilmek mümkün değil benim için.

Pascual Duarte ve Ailesi

Romanın kahramanı aynı yıl yayınlanan Camus'nun Yabancı'sı gibi kendi yaptıklarını kayıtsız bir şekilde izliyor. Feleğin sillesini yemiş derbeder bir adamın derbeder yaşamının derbederce akıp gittiği bir metin Pascual Duarte ve Ailesi. Cela'nın bu metni neden çevrilemez diye düşündüğünü Arif Alev Güçlü'nün Türkçesini okuyunca kolayca anlıyor insan. Hemen her satır deyimlerle, benzetmelerle bezeli. Alev hoca romanı çok zengin bir dille aktarmış okuyucuya.

Pascual yaptığı ve yapmak üzere olduğu şeyleri "Olay aslında çok önemsizdi, yaşamımızı en çok etkileyen olayların her zaman olduğu kadar önemsizdi" diye tarif etse de okuyucunun kanını dondurur bunlar çoğunlukla. Bu kadar acayip şeyler yapmış (sürprizbozan olmasın diye ayrıntıları vermiyorum) birinin yazdıklarının doğru olduğuna inanmamızı sağlayan şey onun olaylara kayıtsızlığı olsa gerek.  İnfazını bekleyen bir mahkumun notları olarak okuyucuya sunulan roman yazarın ilk romanı ve daha sonra başka anlatım şekillerinin bizi beklediğinin sinyallerini veriyor.

Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor 

"Ege Denizi'nin fırtınayla kabaran sularında kahramanca ölen, kişniş yaprağı gibi narin, sevgili oğlu Elian'nın anısına yazdığı" metinlerden oluşuyor roman. Bayan Caldwell ne oğluyla ilgili anılarını yazıyor sadece, ne de günlük yaşamını ona anlatıyor. Bazen çorbayla ilgili kısacık bir not görüyoruz, bazen kaktüslerle. Ne yazarsa yazsın hep hasretin kokusunu duymak mümkün bu notlarda [burada araya gireceksin sanmıştım, bence iyi dayandın]. "Geniş bir hoş söz repertuarım olsun isterdim oğlum. İyice ezberleyeyim, sen hoş sözler duymaktan yoruluncaya, usanıncaya kadar, teker teker sana söyleyeyim diye" yazan Bayan Caldwell'in notlarını okurken insan notlar arasında kaybolup ne okuduğunu bile unutabiliyor olsa da bitirince notların tamamından bir duyguyu hissetmek mümkün oluyor.

Arı Kovanı ve Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor'u İspanyolcadan Gökhan Aksay çevirmiş. Her iki çevirinin Türkçesi de oldukça tatmin edici.

Arı Kovanı

Bütün karakterlerin, salyangoz gibi kendi önemsizliğine gömülerek yaşadıkları, kahramanı olmayan bir roman Arı Kovanı. Bir yanıyla da onlarca ana karakteri, belki yüzlerce yan karakteri olan bir roman. Yazar sanki elinde bir kamerayla kafede oturanların konuşmalarını bize aktarır. Bir masada uzun süre kalamaz, yandaki masaya geçer. Biri kalkıp dışarı gidince onun peşinden gider. Onun bahsettiği biri olunca kamera ona çevirilir bu defa. Bazen konuşanın veya anlatılanın kim olduğunu şaşırmak da mümkündür ama varsın şaşıralım, kimse ana kahraman değildir zaten. Bu vızır vızır arı kovanının içinde Cela büyük bir ustalıkla, sanki bir kaç çizgiyle bize onlarca karakteri kanlı canlı sunar. Nasıl roman bir olayla başlamadıysa bittiğinde de bir şey bitmez aslında. Çok büyük bir roman bence Arı Kovanı.

Roman 1982'de Mario Camus tarafından La colmena adıyla sinemaya da aktarılmış. Cela da küçük bir rolde oynadığına göre senaryo kendisine makul gelmiş olmalı.

On Bir Futbol Öyküsü

Türkçede 1994'de tek baskı yapmış öykülerinden oluşan kitabı boşa vakit kaybı olarak görüyorum. Çevirmen Arzu Etensel İldem'in ne kadar katkısı var bilmiyorum ama anlaşılmaya değer bir şey yok bence bu öykülerde. Yine de romanlarını o kadar beğendim ki bir öykü kitabını boşuna okumuş olmayı o kadar dert etmiyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...