23 Kasım 2023 Perşembe

"Hayatımı yazsam roman olur": Annie Ernaux

Türkçedeki yedi romanında da kendi hayatından bölümleri anlatan bir yazarın diğerlerinin arasından sıyrılıp bu kadar tanınması ve ödüller kazanmasının esbab-ı mucibesi anlattığı hatıralar değil onları anlatış şekli olsa gerek. Romanlarında neredeyse hiç sonu merak edilecek bir şey yok Ernaux'un. Yaşadığı dönemi düşününce ondan çok daha kötü (en azından merak edilecek) tecrübeler yaşamış milyonlar vardır mutlaka (insanların acılarını yarıştırmak mümkün olmasa da romanlarını okuduğunuzda hak vereceksiniz diye tahmin ediyorum). Eminim benimki gibi inişsiz çıkışsız bir hayatı bile (son sekiz yılı, biraz daha yakında hayatın pazar günü gibi geçirdiğim geçen yılı saymazsak elbette) Ernaux anlatsa benzer şekilde bir edebi keyifle okunabilirdi (tabi onun anlatım şekliyle yazabilmesi için benimle aynı hayatı yaşaması, yani ben olması gerekirdi ki ben yazamadığıma göre o da yazamamış olurdu [bir kere kendini düzeltme artık]).

Ernaux oldukça üretken bir yazar ve Türkçeye çevrilmemiş çok kitabı var. Umarım Nobel aldıktan sonra diğer kitaplarını da Türkçe okuyabiliriz. Bir kadın ve Yalın Tutku romanlarını Yaşar Avunç, diğer beş romanı Siren İdemen okuduğunda çevirmenin hangisi olduğu anlaşılmayacak şekilde çevirmişler. Yazarın iki kitabının başka yayınevlerinden baskıları da yapılmış. Can Yayınları Babamın Yeri'ni Bir Adam, İletişim Yayınları Olay'ı Kürtaj adıyla basmış daha önce. İlkini bilmeden almıştım ama iyi ki Olay'ın arka kapağını okudum da Sinem taa Almanyalardan getirecekken gerek kalmadığını fark edebildim.

Aşağıda çevrilmiş kitapları hakkında yazarken mümkün olduğunca okuma keyfini kaçıracak bir şeyi söylememeye çalıştım. Zaten yukarıda da söylediğim gibi romanlarda sonunda ne olacak diye bir bekleyiş de yok. Yine de kitapların arka kapağını bile okumak istemeyenler için uygun olmayabilirler. Sadece Olay romanı hakkında bir şey yazmadım. Erkekler her konuyu bilip hakkında fikir beyan etmesin dedim.

Boş Dolaplar 

Bundan sonra okuyacağımız Babamın Yeri, Bir Kadın ve Olay Boş dolapların içinden çıkacak. Babasının ölümünün ardından Babamın Yeri, annesinin ölümünün ardından Bir Kadın ve bu romanın başladığı ve bittiği konuyu anlattığı Olay'da yazarın Boş Dolaplar'da bahsettiği durumları daha ayrıntılı okuyacağız (Breaking Bad'in içinden Better Call Saul'un çıkması gibi). Ernaux yetiştiği ortamı, eğitim hayatını ve onu Olay'a kadar getiren süreçleri çarpıcı bir dille anlatıyor. Çocuk ve genç kızlık aklıyla hissettiği duyguları eğip bükmeden, gerekçelendirmeye çalışmadan dümdüz anlatması romanın etkisini çok arttırıyor.

Annem memurdu ve beni okutmak için hep fedakarca yaşadı, ben de sonuçta bir devlet memuru oldum, Ernaux'un bahsettiği gibi bir sınıf atlamadım. Onun çocukluğunda ailesinden memnun olmaması (nefret etmesi demek çoğu durumda daha doğru olur aslında) gibi bir durumu da hatırlamıyorum. Hatta annem çalışıyor diye gurur duyuyordum onunla. Romanı beğenmek için yazarla veya kahramanla (burada ikisi aynı kişi gibi görünüyor ama bu mümkün olabilir mi bilemiyorum) empati kurmak gerekmediğinden çok severek okuduğum bir roman olduğunu söylemeliyim.

Babamın Yeri

Yazarın babasının ölümünün ardından ailesinin hikayesini sanki fotoğraflara bakarak anlatıyormuş gibi yazdığı etkileyici bir roman Babamın Yeri. Anlatıcı sadece kendi gördüğü yaşadığı şeyleri değil, babasının çocukluğu gibi, görme imkanı olmayan olayları da anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer vermeden, dümdüz bir yazıyla anlatıyor. Anıların (fotoğrafların) kesikli yapısı anlatımda da karşılığını buluyor. Kitabı okumadan sadece sayfalarına hızlıca bakan biri bile akıp giden bir metinle karşı karşıya olmadığımızı kolaylıkla anlayabilir (burada zor okunan bir roman olduğunu söylemek istemiyorum). Metnin bu yapısına rağmen bahsi geçen insanlar çok hakiki (ben de kendisinden daha iyi olacağım umuduyla bana bakan bir anneyle büyüdüğüm için bana öyle gelmiş olabilir).

Elbette bir ölümün ardından yazıldığı için biraz hüzün içeriyor ama sonuçta hepimizin öleceğini bir sır değil. Bahsi geçen ölüm trajik bir ölüm değil (her ölüm erken ölümdür biliyorum). Yine de insanın ailesiyle bu kadar uzun yıllar hatıralarının olmasını bir şans olarak görmek gerekir gibi geliyor bana.

Bu kitaba başlamadan önce Kafka'nın Babaya Mektup'u ve Oğuz Atay'ın Babama Mektup öyküsünü yeniden okuyayım diye planlamıştım ama onlar (özellikle Kafka'nınki) okuması kolay metinler değil (Atay'ı o kadar seviyorum ki zaten ara ara Korkuyu Beklerken'i baştan sona okuyorum diye yeniden okumadım). Belki erkeklerin babalarına yazdıklarıyla (kağıda dökmese bile her erkeğin babasına yazdığı mektubu/mektupları vardır herhalde) kadınlarınki arasında böyle farklar oluyordur.

Bir Kadın

Ernaux Babamım Yeri'nden üç yıl sonra bu sefer annesinin ölümünün ardından o kadar da dümdüz yazamamış. Babasından bahsederken annesini tanımış olmamıza rağmen sadece annesinin hayatını okurken Ernaux'un babasının değil annesinin kızı olduğunu görüyoruz. Babamla eğlenirdim, annemle sohbet ederdim diye tarif ediyor bu durumu Ernaux.

Annesinin ölümünden sonraki hafta her yerde ağladım dediği hali ben de yaşadığım için roman bana o zamanlarımı hatırlattı (annemin ölümü pazar. aynı gece çanakkale uçağı. sabah dönemin son haftasının dersleri. Gökçe: hocam üzgün görünüyorsunuz. o haftadan sonra ilgili ilgisiz her yerde ağladım).

İncecik ama bana çok dokunan bir metin oldu Bir Kadın.

Yalın Tutku

Ernaux'un hayatında ölecek kimsesi kalmadığından (iki oğlu da hayatta) bu sefer yaşadığı tutkulu aşkı anlatıyor. Tutkumu açıklamak değil -bu, onu bir hata ya da gerekçelendirilmesi gereken bir kargaşa olarak kabul etmek anlamına gelir- sadece sergilemek istiyorum diyor Ernaux. Yazılanın ne kadarının otobiyografik ne kadarının kurgu (hoş kurgu olmayan bir şey yazılamaz bence ya neyse) olduğuna takılmadan okunduğunda yukarıdaki romanlarınkine çok benzer bir anlatım diliyle okunan güzel bir roman okuyucuyu bekliyor. 

İlk okuduğum zaman (Nobel alışından hemen sonra) yazarın bahsettiği tutku bana oldukça hastalıklı gelmişti. "Kimi zaman, kendi kendime, belki bütün gününü bir saniye bile beni düşünmeden geçiriyor diyordum. Kalktığını, kahvesini içtiğini, konuştuğunu, güldüğünü gözümün önüne getiriyordum, sanki ben yokmuşum gibi" diye yazan roman kahramanı (yani Ernaux) bu okuyuşumda bana yaşadığı bu yoğun duygu yüzünden az insanın sahip olabildiği bir şansı yakalamış gibi geliyor. Roman çok alıntılanan şu paragrafla bitiyor:

"Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir."

Olay

Çarpıcı bir roman.

Seneler 

Her yerde en çok övülen kitabı olmasına rağmen ancak ikinci denememde bitirebildim Seneler'i. 1940-2000 yılları arasını oldukça kesikli bölümlerle anlatan kitaptan bir roman keyfi almak benim için mümkün olmadı. Çok uzun süreli bir panaroma gibi okumak mümkün ama ben Türkçeye çevrilmiş diğer kitaplarını daha çok beğendim.

Kızın Hikayesi

Yazarın 2016'da yazdığı ve yeni çevrilen romanında 1958'de yaşadıkları anlatılıyor. Bu romanda yazarın şimdiki halini konuşturduğu anlatıcı kendisinin 18 yaşına girdiği günlerde yaşadıklarını aktarıyor ve değerlendiriyor. Bunu yaparken o yıllara ait hatırlamadığı düşünceleri ve olayları da romanın bütünlüğü için hatırlıyormuş gibi yapmaması klasik anı kitaplarından farklı bir yere koyuyor elimizdeki kitabı. Anlatıcı hem kendi şimdiki zamanını ve hem de kendi gençliğindeki daha evvelki bir şimdiki zamanı bazen ayrı ayrı, bazen karşılıklı duruyorlarmış gibi iç içe anlatıyor. Bir zamanlar olduğu kızı söküp parçalarına ayırmaya çalışması içerik olarak da şekil olarak da bundan önceki romanlarıyla aynı dili konuşuyor.

Başka yazarlardan da benzer açık sözlülükte, bu kadar cesur (hatta bazen daha da cesur) hatıralar okumuş olmamıza rağmen (Olay da benzer şekilde olabildiğince açık yazılmış bir roman örneğin) Ernaux'un anlatmanın (romanlaştırmanın) şehvetine kapılmıyor burada.

21 Kasım 2023 Salı

William Gaddis

En az şey okuduğum edebiyat türlerinden biri post-modern edebiyattır herhalde. Bir okuma grubuyla Agape'ye Ağıt'ı okuyunca yazarın çevrilmiş diğer kitabı olan Amerikan Gotiği'ni de okudum ve yine post-modern olan kısmı nedir anlamadım doğrusu. Gaddis sadece beş roman yazmış ve ülkesinin edebiyatı üzerinde etkisi büyük olmuş bir yazar diye bahsediliyor ama yazarın kimliği yazdıklarından bağımsız değerlendirilmesi gereken bir şey bence. Amerikanın savaş sonrası en önemli yazarlarından biri sayılan Gaddis'in en önemli, neredeyse 1000 sayfalık, eseri olan The Recognitions Türkçeye çevrilmemiş maalesef.

Agape'ye Ağıt başka bir romanla karşılaştırılamayacak bir metin olsa da Amerikan Gotiği sıradan (benim gibi) roman okurunu tatmin edecek bir eser bence.

Agape'ye Ağıt

Atay'da olduğu gibi bazen eserin bir parçası değilse normalde önsözleri okumam. Hele yazar tarafından yazılmamışlarsa. Agape'ya Ağıt hakkında hiçbir şey bilmediğim bir kitap olduğundan bu sefer önsöze bakayım dedim ve çok isabetli bir karar verdiğimi anladım. Sven Birkerts tarafından yazılan önsözde elimizdeki kitabın (kelimenin "düz" herhangi bir anlamıyla roman olmayan bu kitabın) Thomas Bernhard'ın Beton romanınıyla iç içe geçmiş olduğu yazdığından önce onu okudum. Eğer böyle yapmayıp elinizdeki kitaptaki bazı yerleri anlamadığınızı düşünürseniz dert etmeyin, önce Beton'u okusaydınız yine çoğunu anlamamış olacaktınız.

Her iki kitap da penceresiz tuğla duvar örgüsüyle yazılmış. Yüz sayfalık tek bir paragraftan oluşuyor Agape'ye Ağıt. Yazarın ölmek üzere olan bir kanser hastasının ağzından (kendi ağzından) konuştuğu, bildiğimiz cümle kurallarını çok zorlayan bir metin Agape'ye Ağıt. Çevirmen Zeynep Alpar çok zor bir işin üstesinden gelmiş. Tahmin ederim bir daha çevirse ortaya başka bir metin de çıkabilirmiş. Kitabın sonundaki 110 not var ama daha fazlasına gönlü elvermemiş olmalı çünkü metin neredeyse tamamen başka metinlere göndermelerle dolu. Bu kadar az ömrü kalmış bir yazarın bu notları kendisinin hazırlamamış olması çok anlaşılabilir bir durum. Önsözde yazdığı gibi tanıdık bir ses değil edebi bir şifre okumak isteyenlerin ilgilenebileceği bir metin. Bendeki kitap 2014'de tek baskı yapmış ve anladığım kadarıyla pek satmamış.

Amerikan Gotiği

1985'te yazılan Amerikan Gotiği tek mekanda geçen filmler gibi sadece bir evin içini gördüğümüz ve sadece orada konuşulanları duyduğumuz bir roman. Romanın baş kişileri Elizabeth ve eşi Paul'ün birbiriyle konuşmaları haricinde eve gelen Elizabeth'in kardeşi ve oturdukların evin sahibi haricinde kimsenin (eve gelen temizlikçiyi saymazsak) ne dediğini duymuyoruz. Telefonla dış dünyayla haberleştiklerinde karşı tarafın konuşmalarını bilmiyor olmamıza rağmen yazar diyalogları çok başarılı yazdığından bir eksiklik varmış gibi de gelmiyor. Elizabeth hariç diğerleri sözüne güvenilir insanlar olmadığından aklımızdan kurguyu tamamlarken hep bir tereddüt yaşıyoruz. Romanın başlarında Elizabeth'in gerçek dışı bir hayat yaşadığı izlenimini edinirken zamanla onun kendisinde astım varken bağırsak hastalıkları uzmanına görünen saf biri olduğunu anlıyoruz. 

Kurgunun ve konuşmaların kendisi o kadar başarılı ki sömürge faailitleri, istihbarat örgütleri, misyonerlik çalışmaları gibi konulardan bahsetmese bile keyifle okunur bir roman olurmuş Amerikan Gotiği.

Çevirmen Şefika Kamcez hem akıcı bir Türkçeyle söylemiş hem de okuyucuyu boğmayacak kadar dipnotlarla metnin anlaşılmasını kolaylaştırmış.

19 Kasım 2023 Pazar

Kısa Bir Cehennem Ziyareti - Steven L. Peck

Gerçekleri dünyamızdan farklı zaman ve mekanları anlatan bilim kurgu ve fantastik edebiyatın harika bir örneği Kısa Bir Cehennem Ziyareti. Theodore Sturgeon'dan aktarılan “İyi bilim kurgu, iyi edebiyattır” sözünü doğrular nitelikte, Agustina Bazterrica'nın Leziz Kadavralar romanı kadar etkileyici bence. Yosun Erdemli'nin akıcı bir dille çevirdiği yazarın Türkçedeki tek kitabını Çınar Yayınları tek baskıyla bırakmış maalesef.

<uyarı>
Yazının devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi olabilir. KBCZ bir macera romanı değil ama ben yine de uyarmış olayım.
</uyarı>

Romanın inançlı bir Hıristiyan olan kahramanı, Soren Johansson, öldükten sonra cehenneme gider. Yaşamında dinin gerektirdiği bütün görevleri yerine getirmiştir ama gerçek dinin Zerdüştlük olduğunu öğrenir (biraz geç olmuştur evet). Ahûra Mazda'nın cehennemi (herkes için tek bir cehennem olduğu da belli değildir ama kahramanımızın gittiği cehennem) çok katlı (ama gerçekten çok katlı) bir kütüphane gibidir. Binanın sağdan sola uzun (ama gerçekten uzun) koridorlarında tavana kadar kitaplar ve katların arasında da bir derin boşluk vardır. Cehennemdekilerin görevleri kendi hayatlarını anlatan kitabı bulmaktır. Bu kitabı bulan cehennemden çıkış biletini de bulmuş olacaktır ama görevi zorlaştıran şey (eğer imkansız değilse) kitapların tamamen rastgele karakterlerle dolu olmasıdır. Yani tamamen a'lardan ve noktalardan oluşan kitaplar da vardır ve rastgele dizilmişlerdir raflara. Bunun bizim evrenimiz için gerçekleştirilemez bir şey olduğu açıktır (ya da hepimiz belki okuduğumuz kitaplarda o kitabı arıyoruzdur) ama burası cehennemdir işte.

Cehennemde ziyaretçilerin barınma, temizlik ve beslenme ihtiyaçları giderilmektedir (bunların cehennemde bile birer ihtiyaç olması...). Her gece otomatik olarak uyuyup, sabah yenilenmiş olarak uyanırlar. Kendini kalıcı olarak öldürmek de mümkün değildir, bunu yapan yine ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi uyanır.

Soren'in ölmeden önceki eşi de yer yöne ışık yıllarınca uzanan bu cehennemin içindedir ama kısa zamanda (ileride zaman ölçüsü milyar yıllar olacaktır) ona ulaşamayacağını anlar. Küçük de olsa bir grup insanın olması cehennemi katlanılır kılan bir etken olur herhalde, bu büyük yerde konuşacak kimsenin olmaması ayrı bir eziyet olabilirmiş ama Ahûra Mazda o kadar da insafsız davranmamış. Bir grup insanın kontrol mekanizması olmadan bir arada olması durumunda Sineklerin Tanrısı ve Körlük'de olduğu gibi birilerinin gücü eline geçirmesi ve diğerlerine üstünlük kurması kurmacanın bile kaçamadığı bir gerçeklik sanırım. KBCZ'de de böyle olur ve Soren'in tek gerçek aşkı Rachel katlar arasındaki sonsuz boşluğa atlar, Soren atlayamadan yakalanır. Boşluk o kadar derindir ki ölmediğini bildiği Rachel'e asla bir daha ulaşamaz.

Sartre'ın meşhur "cehennem başkalarıdır" sözünü bozarak söylersek belki de "cehennem ötekinin olmayışıdır".

Kjersti Skomsvold

Türkçeye iki romanı çevrilmiş 43 yaşında, Norveçli bir kadın yazar Kjersti Skomsvold. Çevirmen Deniz Canefe'nin aslında olabildiğince yakın çevirdiğine güvendiğimizden Skomsvold'un roman dili hakkında da konuşabiliriz diye düşünüyorum. Sven Birkerts "Bir yazarı eserinden ayırmak her koşulda zordur" diyor ama Annie Ernaux gibi uç örnekler haricinde yazarın hayatını bilmenin okuduklarımıza etkisinin olmaması gerekir aslında (33 isimli romanında yazar kahramanına "insan 'aslında' sözcüğünü kullandığında söylediğinin gerçek olmadığı anlamına gelir bu" dedirtiyor). İki romanda da kadın kahramanların aklından geçenleri okuyoruz, hele Hızlandıkça Azalıyorum'daki metnin elimize nasıl ulaştığını açıklamak da mümkün değil (aslında gerekli de değil).

İskandinav dillerinden çokça çevirisini okuduğum Deniz Canefe meğer 56 doğumlu, Hacettepe mezunu bir hekimmiş. Skomsvold'un iki romanını da yazarın Türkçe basımlarına gıpta edeceği şekilde çevirmiş.

Hızlandıkça Azalıyorum

Ölmekten de yaşamaktan da eşit derecede korkan yaşlı Mathea'nın neredeyse hiç yaşamadığı hayatının romanı Hızlandıkça Azalıyorum. Mathea hem fark edilmek, önemsenmek istiyor (sanki bunu istemeyen varmış gibi yazıyorum ya neyse) hem de evinden hiç çıkmamak. Harika bir espri anlayışı var; "Epsilon'a kendimin tanıdığım en komik insan olduğumu söylüyorum. 'Tamam da sen benden başka kimseyi doğru dürüst tanımıyorsun ki" diyor Epsilon. 'Yine de...' diyorum" bölümü bana kardeşimi hatırlattı (elbette sen bambaşkasın canım). Mathea çok az şey yaptığı, anlamlı hiçbir şey yapmadığı hayat yaşıyor ki parmak uçlarının kanamasını bile hayatta olduğunun bir belirtisi sayıyor. Kendiyle de, hayatıyla da ne yapacağı hakkında fikri yok. Uzun ömrün sonunda (sonun ne zaman olduğunu bilemesek de) insanın aklının biraz bulanık olması normalse de onun durumu bambaşka.

Skomsvold'un anlatımı tam da Mathea'nın duygu durumuna uygun. Bazen tek kelimelik kısa cümleler. Dışarıdan fark edilmesi mümkün olmayan afacan çocuk düşünceleri. Mathea'nın zihninde olmasını bekleyeceğimiz gibi anlatıda atlamalar. Romanı Mathea'nın dilinden okuduğumuz için onun kafasının kocasıyla ve alt komşuyla karışık olması bizi de şüphede bırakıyor ama zaten oralarda olanlar çok da önemli değil.

Hayatın ilanihaye süreceğini düşünerek (böyle olmadığını bilse de) yaşayan okurun giremediği bir zihnin içinden konuşarak çok güzel bir roman yazmış Skomsvold.

33

Bu romanda da 33 yaşındaki matematik öğretmeni K.'nın zihnindeyiz. K. intihar eden sevgilisi Ferdinand ve yeni sevgilisi Samuel ve evdeki albatros ve okuldaki öğrencileri arasında gidip geliyor. Ölen sevgilisiyle konuşması gerçekliği bozduğundan gerçekten ameliyat olup olmadığınından veya evdeki albatrostan emin olamıyoruz ama K.'nın dediği gibi 'bir roman, "konu"sundan daha fazlasıdır her zaman, anlattığı olaydan daha büyüktür'.

K.'nın ölse de kendinden ayıramadığı siyam ikizi gibi olan Ferdinand ve kendisini hüzünlendirecek kadar hoşlandığı yeni sevgilisi Samuel hakkında düşündüklerini, yaşadıklarını ortada gerçek bir olay olmadan, anlatılanlara da çok şüpheyle yaklaşarak okuyoruz ama sonunda K. ile Samuel'in birbirinin ellerinde birer serçe gibi oturmalarını dileyerek bitiriyoruz romanı. Hızlandıkça Azalıyorum kadar olmasa da severek okudum 33'ü.

17 Kasım 2023 Cuma

Bir büyük İspanyol yazar: Camilo José Cela

Kimi yazarları ya siyasi fikrinden, ya hayattaki duruşlarını sevmediğimden kitaplarını da okumuyorum (Soljenitsin gibi Nobel benzeri büyük ödül almış olanları okusam dahi mesafeli yaklaşıyorum) [okumuyorsun işte daha mesafeli nasıl olunabilir?]. Cela da benim için öyle biriydi. Okunacak o kadar çok yazar ve daha da çok kitap var ki birilerini böyle elemek bana normal geliyor. Zaten bilinçli bir eleme yapmasak bile yazılmış eserlerin çok küçük bir kısmını okuyabilmiş oluyoruz (insan yaptığı her şeyi sonradan rasyonelleştirebiliyor görüyoruz). Bir arkadaşın ısrarıyla Türkçedeki dört kitabını okudum ve beğendim Cela'yı. Yine de kendilerini sevmediğim için kitaplarını okumadığım diğerlerine haksızlık ettiğimi düşünmüyorum (akıllanmadığım da ortada sanırım).

Bu konudaki en büyük pişmanlığım "Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ Sevgiler bekliyor sürekli senden" diyen Metin Altıok da dahil yeni şairlerimizi çok geç okumamdır. Metin Altıok'a bile yeni dediğimden zamanında hangi şairleri okuduğum anlaşılmıştır sanıyorum.

Cela'nın Türkçede dört kitabı basılmış ama pek satmamış anladığım kadarıyla. Bunun nedeninin yazarın insan olarak sevilmemesi veya romanların özgünlüğü olmadığını düşünüyorum çünkü kimlerin romanları kaçıncı baskılarını yapmış aklım almıyor bazen. Cela romanlarında anlatım tarzı olarak hep yenilikler denemiş bir yazar (demek Cela öveceğim günler de gelecekti). Yazdıklarını kendi dilinde okuyabilmek için İspanyolca biliyor olmayı isterdim (bu nasıl olabilirdi onu da bilemiyorum. Sorsalar İngilizce biliyorum ama İngilizce bir metinden edebi bir keyif alabildiğimi söyleyemem).

Cela kendi yazdıklarının (aslında hiçbir edebi metnin) başka dillere çevrilemeyeceğini düşünen bir yazar (bir çevirmenin twitter'da "parasını versinler her şeyi çeviririz" yazdığı aklıma geliyor böyle itirazları okuduğumda). Bunu Pascual Duarte ve Ailesi'nin Türkçe basımına yazdığı önsözde [artık önsöz de okuyoruz bakıyorum] şöyle temellendiriyor: "İspanyolca silla (sandalye) sözcüğünü Fransızlar chaise, İngilizler chair diye çevirir; oysa iyice düşünülürse, silla, chaise ve chair üç ayrı dilde adlandırılmış aynı şey, aynı eşya değil, her biri tam olması gerektiği gibi nitelendirilmiş üç ayrı şeydir." "Kültürlerin ortak bir görüntüsü ve değiş tokuş edilebilen bir aracı yoktur, ama bu kesin yargının sorumlusu biz yazarlar değiliz." Bence üç romanın da Türkçesi güzel ama özgün metinlere ne kadar yakınlar, bunu bilmek mümkün değil benim için.

Pascual Duarte ve Ailesi

Romanın kahramanı aynı yıl yayınlanan Camus'nun Yabancı'sı gibi kendi yaptıklarını kayıtsız bir şekilde izliyor. Feleğin sillesini yemiş derbeder bir adamın derbeder yaşamının derbederce akıp gittiği bir metin Pascual Duarte ve Ailesi. Cela'nın bu metni neden çevrilemez diye düşündüğünü Arif Alev Güçlü'nün Türkçesini okuyunca kolayca anlıyor insan. Hemen her satır deyimlerle, benzetmelerle bezeli. Alev hoca romanı çok zengin bir dille aktarmış okuyucuya.

Pascual yaptığı ve yapmak üzere olduğu şeyleri "Olay aslında çok önemsizdi, yaşamımızı en çok etkileyen olayların her zaman olduğu kadar önemsizdi" diye tarif etse de okuyucunun kanını dondurur bunlar çoğunlukla. Bu kadar acayip şeyler yapmış (sürprizbozan olmasın diye ayrıntıları vermiyorum) birinin yazdıklarının doğru olduğuna inanmamızı sağlayan şey onun olaylara kayıtsızlığı olsa gerek.  İnfazını bekleyen bir mahkumun notları olarak okuyucuya sunulan roman yazarın ilk romanı ve daha sonra başka anlatım şekillerinin bizi beklediğinin sinyallerini veriyor.

Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor 

"Ege Denizi'nin fırtınayla kabaran sularında kahramanca ölen, kişniş yaprağı gibi narin, sevgili oğlu Elian'nın anısına yazdığı" metinlerden oluşuyor roman. Bayan Caldwell ne oğluyla ilgili anılarını yazıyor sadece, ne de günlük yaşamını ona anlatıyor. Bazen çorbayla ilgili kısacık bir not görüyoruz, bazen kaktüslerle. Ne yazarsa yazsın hep hasretin kokusunu duymak mümkün bu notlarda [burada araya gireceksin sanmıştım, bence iyi dayandın]. "Geniş bir hoş söz repertuarım olsun isterdim oğlum. İyice ezberleyeyim, sen hoş sözler duymaktan yoruluncaya, usanıncaya kadar, teker teker sana söyleyeyim diye" yazan Bayan Caldwell'in notlarını okurken insan notlar arasında kaybolup ne okuduğunu bile unutabiliyor olsa da bitirince notların tamamından bir duyguyu hissetmek mümkün oluyor.

Arı Kovanı ve Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor'u İspanyolcadan Gökhan Aksay çevirmiş. Her iki çevirinin Türkçesi de oldukça tatmin edici.

Arı Kovanı

Bütün karakterlerin, salyangoz gibi kendi önemsizliğine gömülerek yaşadıkları, kahramanı olmayan bir roman Arı Kovanı. Bir yanıyla da onlarca ana karakteri, belki yüzlerce yan karakteri olan bir roman. Yazar sanki elinde bir kamerayla kafede oturanların konuşmalarını bize aktarır. Bir masada uzun süre kalamaz, yandaki masaya geçer. Biri kalkıp dışarı gidince onun peşinden gider. Onun bahsettiği biri olunca kamera ona çevirilir bu defa. Bazen konuşanın veya anlatılanın kim olduğunu şaşırmak da mümkündür ama varsın şaşıralım, kimse ana kahraman değildir zaten. Bu vızır vızır arı kovanının içinde Cela büyük bir ustalıkla, sanki bir kaç çizgiyle bize onlarca karakteri kanlı canlı sunar. Nasıl roman bir olayla başlamadıysa bittiğinde de bir şey bitmez aslında. Çok büyük bir roman bence Arı Kovanı.

Roman 1982'de Mario Camus tarafından La colmena adıyla sinemaya da aktarılmış. Cela da küçük bir rolde oynadığına göre senaryo kendisine makul gelmiş olmalı.

On Bir Futbol Öyküsü

Türkçede 1994'de tek baskı yapmış öykülerinden oluşan kitabı boşa vakit kaybı olarak görüyorum. Çevirmen Arzu Etensel İldem'in ne kadar katkısı var bilmiyorum ama anlaşılmaya değer bir şey yok bence bu öykülerde. Yine de romanlarını o kadar beğendim ki bir öykü kitabını boşuna okumuş olmayı o kadar dert etmiyorum.

12 Kasım 2023 Pazar

hayat-olmayan-hayatların yazarı: Dag Solstad

Sevdiğim şeylerin önemli bir kısmını uğraşarak sevmişimdir (Uğur'la beraber Pink Floyd'un Animals albümünü bu kadar insan yanılıyor olamaz diyerek defalarca dinlediğimizi, hakkında konuştuğumuzu, sonra yavaş yavaş sevdiğimizi daha dün gibi hatırlıyorum (Bana bir insanı uğraşarak sevmek mümkün olmaz gibi geliyor ama buradan devam edersek konu çok dağılır [Daha ilk cümledeyiz ya, bu neyin parantezleri böyle? Lütfen!])). Daha önce Kuzey Avrupa romanlarını genellikle sevmediğimi yazmıştım ama belki kaçırdığım bir şeyler vardır diyerek Dag Solstad'ın çevirilmiş bütün kitaplarını okuyayım dedim. Böyle uğraşıp sevemediğim yazarlar çok oldu; örneğin Kundera'nın ve Soljenitsin'in de bütün kitaplarını okudum ve fikrim değişmedi (Kundera'nın Kimlik romanını sevmiştim, şimdi yalan söylemiş olmayayım).

Dag Solstad'ın romanlarını eskiden sevmediğim şeylerin neler olduğunu ve nedenlerini de düşünerek okudum bu sefer. Uzun cevabı aşağıya yazıyorum ama kısaca söyleyeyim; başka türlü anlanıyorum artık bu coğrafyanın edebiyatını (eğer hepsini temsil eden bir edebiyat diye bir şey mümkünse tabi). Nispeten severek okuduğum Erlend Loe'nin kitaplarını da yeniden okuyayım diye planlıyorum (eskiden olsa Solstad'ları sana getirirdim).

Burada bahsedeceğim YKY'dan çıkan ilk beş romanın çevirmeni Banu Gürsaler Syvertsen ve Jaguar Kitap'tan yayınlanan iki romanın çevirmeni Deniz Canefe. Her iki çevirmenin de çok güzel Türkçeleri var ve kitapların titiz çalışmalarla okuyucunun karşısına çıktığı belli.

Aşağıda romanları okuduğum sırayla yazıyorum.

Profesör Andersen'in Gecesi

Arka kapağında Hitchcock'un Arka Pencere'sinin, Camus ve Larkin'in bir birleşimi olduğu yazdığından önce filmi tekrar izleyip ardından Camus'nün Düşüş ve Yabancı'yı tekrar okudum. Daha önce hiç Larkin okumadığımdan onun da Bayram Düğünleri'ni okudum (umarım bahsi geçen Larkin aynı yazardır). İşin doğrusu her roman için böyle ön okumalar yapmıyorum ama bu sefer Meryem okuyunca üzerine konuşalım dediğinden tedarikli olayım istedim (hakkında konuşmadık o ayrı konu).

Kitapla ilgili "diğer Kuzey Avrupa romanları gibi derdi kalmamış insanların yazabileceği bir kitap. Hiç Kuzey Avrupa romanı okumamış birine eminim çok garip gelecektir ama sen seversin diye tahmin ediyorum" diye yazmıştım ama yazarın diğer kitaplarını okuyunca fikrim değişti.

Zaten kısacık olan romanda Profesör Andersen evinin camından karşı binada işlenen bir cinayeti (tam da emin değil ama çok şüphelendirici bir şey) görüyor ama bunu polise haber vermiyor. Polisi aramamasının nedeni böyle bir imkanının olmaması veya korktuğu için arayamaması değil (sonrasında bir korku oluyor tabi). Sadece olaya veya katilin hayatına müdahale etmek istememesi gibi kolay bir açıklaması da yok durumun. Okurken ara polisi, delirtme insanı diyerek okumuş olsam da edebiyattan insanlık dersi beklememek gerekiyor elbette. Benzer bir olayda güvenlik güçlerini arayamayan okurun yaşayacağı tecrübe büyük ihtimalle Profesör Andersen'inkinden çok farklı olacaktır. Andersen'in tereddütlerini, karar veriş ve vazgeçişlerini çok başarılı anlatmış yazar.

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap

Ben öyle yapmadım ama bu romanı okumadan önce Henrik İbsen'in Yaban Ördeği oyununu okumak bence çok iyi fikir olur. Solstad okumaya devam ettiğinizde ileride (Mahcubiyet ve Hassasiyet'te) yeniden karşınıza çıkacak ve yazar neden bahsediyor diye düşünmekten kurtulacaksınız. Romanlarda bahsi geçmesinin yanında güzel de bir oyun Yaban Ördeği.

Roman üç perdelik bir oyun gibi. İlk perdede baş karakter Bjørn Hansen'i ellinci yaşında görüyoruz. Doğum gününü sessiz sedasız, kendi başına, Kongberg'de bir apartman dairesinde muhteşem yalnızlığıyla kutlayan Hansen'in bu yaşa kadar yaşadıklarını okuduktan sonra ikinci perde de (elbette roman perdelere de, bölümlere de ayrılmış değil) oğluyla yaşadıkları, son perdede ise çılgın planı Büyük Ret'in gerçekleştirilmesi anlatılıyor. Romanı okurken bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu bilmediğimden oğluyla olan kısımları neden anlattığını anlayamamıştım (oğlu 17. Roman'ın önemli bir karakteri olarak tekrar karşımıza çıkacak). Hansen'in Büyük Ret planıyla ve romanı geri kalanıyla neredeyse hiç bağlantısı olmayan bir bölüm gibi burası.

Oğlunun en küçük davranışından bile (ilgili, ilgisiz) çokça sonuç çıkarması, karşılıklı konuşsalar kolayca anlayabileceği şeyleri sürekli aklında kurup durması ve konuları mikro düzeyde bölüp her birini ayrı sorgulaması okuyucuyu deli etse de başarıyla anlatılmış. Suat Derviş de romanlarında bahsettiği kavramları kahramanlarına ayrıntılarıyla sorgulatır ama Hansen bu işi bir başka seviyede yapıyor.

Elbette insan hayatında tesadüflerin (şansın) büyük rolü var. Hatta özgür irade de hakkında çokça düşünülmüş, yazılmış, hâlâ tartışılan bir konu. Hayatını çok ehemmiyetsiz bulan Hansen kendi aldığı kararla bir şey yapmayı planlıyor (sürprizbozan olmasın diye yazmıyorum ama büyük bir şey beklemeyin). Yaptığı şeyi "bir marifet", "bir isyan" ya da "bir meydan okuma" olarak adlandırmak ona abartılı ve gülünç gelse de bu eylemi hayata geçirince müthiş bir tatmin hissi alıyor. Roman Hansen'in neye yaradığı belli olmayan isteğinin başarıya ulaşmasıyla sona eriyor.

17. Roman

Hansen'in dalaveresi açığa çıkmış, hapiste yatmış ve çıkmıştır artık. On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'ın ortalarında bahsi geçen oğlu Peter bu zamanda okulunu bitirmiş, işini kurup evlenmiş hatta bir çocuğu bile olmuştur. 67 yaşındaki Hansen çok yalnızdır, hiç arkadaşı yoktur. Ama kitaplarım var, bu durum tersine olsaydı daha kötüydü diye düşünür. Her ne kadar insanları özlemiyor gibi dursa da kendine yapılan, yapılmayan her şeyi çok önemser Hansen. Hatta yapanın bile farkına varmadığı küçücük şeyer üzerinden yaşar hayatını. Bir yanıyla T. Singer'a çok benzer. Bu benzerlik belki kültürlerine çok yabancı olduğumuz için Korelilerin ve Japonların bize benzer gibi görünmesine benziyordur emin değilim.

Hansen'i hayatına katabileceği son mutluluğu da (aslında abartmamak lazım insan her yaşta aşık olabilir (romanda bir aşk yok. onu mutlu edebilecek bir şeyi kast ediyorum) ama Hansen okuyucuya bu umudu vermemektedir) yaşayamadan evine dönen otobüste bırakırız romanın sonunda. Üçlemenin son romanı henüz çevrilmedi ama ben hâlâ buraya yazma enerjimi korurken yayınlanırsa onu da aşağıya eklerim.

Mahcubiyet ve Haysiyet

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'a başlamadan önce Yaban Ördeği'ni okumuşsanız bu romanda çokça bahsi geçecek şeyler hakkında bilginiz olacaktır. Okumamış olanları bile merak ettirecek kadar romanın içinde olan oyunu okumuş olmama rağmen romanın kahramanı Elias Rukla'nın üzerinde durduğu noktaların hiç dikkatimi çekmediğini söylemeliyim. 

Elias ellili yaşlarda bir edebiyat öğretmenidir (Solstad'ın kahramanlarının benimle yaşıt olmasına bazen sinir oluyorum). Diğer Solstad karakterleri gibi Elias da her tavrın, sözün ardında bir şey arar ama bunu kendini çok önemsediği için değil başka türlüsünün mümkün olmadığını düşündüğünden yapar. Örneğin okulun gözdesi denebilecek Johan Corneliussen kendisine sıcak davrandığında kendinde ne bulduğunu bilemez ve üzerine düşündüğü zaman da eğer bu konu üzerine çok düşünüp bulursa bundan sonra o şeyin ne olduğunu bilmediği zamanlarda davrandığından daha farklı davranabileceğinden endişe eder. Bu benim de zaman zaman aklıma gelen konulardan biri olduğundan bazı yönlerden Elias'a yakın hissetmiş olabilirim. Belki de kendimde beğenmediğim (örneğin Elias kendi kendine tartışır, Singer (ondan ileride bahsedeceğiz) kendisiyle tartıştığı gibi hayalindeki kişiyi karşısına oturtup onunla uzun uzun konuşur) tarafları Kuzey Avrupa romanlarında görmek benim onları sevmememe neden olmuş da olabilir. İnsan kendiyle ilgili önemli bir problemi bir romanda görebilir mi, görse de bunu bloga yazabilir mi bilmiyorum, o da ayrı konu aslında.

Kendisinin asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunu düşünen Elias'ın hikayesi en güzel Solstad romanlarından biri bence.

Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı

Okuduğum en uzun Solstad romanı bu oldu (kitabın adı tekrar edilemeyecek kadar uzun). Diğer romanlarında da göreceğimiz gibi romanın başında kahraman yaşadığı yerden başka bir yere gider (Tolstay'a atfedilen ama onun olmadığı yazılan "İyi hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." sözünde olduğu gibi). Norveç gibi refah seviyesinin çok yüksek olduğu bir ülkede Maocu bir partiye katılmadan önce kendini yararsız biri, bir fazlalık olarak gören Knut Petersen'in hiyakesini okuruz romanda. Daima kendi yolunda giden, dalgın, hayatın gizemleri üzerine uzun uzadıya kafa yoran biridir Knut (hangimiz değiliz?). 

Belki yazar böyle düşünerek yazmamıştır ama partiyle olan ilişkisi ve bu süreçte geçenleri ben daha çok bir arka plan hikayesi olarak okudum. "Öyle bir kabus ki uzanıp tutabileceğim kişi orada duruyordu ama tutamıyordum, o artık uzanıp tutulamayacak biri olmuştu" diyen Knut diğer Solstad karakterine çok benzer. Biraz daha gençtir o kadar.

T. Singer

Diğer Solstad romanlarında gördüğümüz gibi T. Singer da üç büyük parçadan oluşuyor. Aradaki ikinci parça çok sonra üçüncü parçadaki küçük bir yere bağlanıyor ama o kadar uzun anlatılmasa da anlatı değerinden bir şey kaybetmezmiş gibi geliyor bana. Solstad'ın tarzı böyle ve zamanla buna alışılıyor.

Singer kendine özgü bir utanma sorunu olan, kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak tanıtılıyor bize. Toplumun bir parçası olmaktansa öyleymiş gibi yapan bir kütüphaneci olan Singer, yapmak zorunda olduğu şeyleri yapmaktan korkar. Yıkılmış bir geçmişten özgürleşme diye tarif ettiği yeni bir eve çıkma fikrini hayata geçirmek bile üzerinde çokça düşünmesini gerektiren çok zorlu bir sürece dönüşür. Rutinlerle dolu, tanımları belli görevleri yapmak isteyen sıradan biri olmak istemektedir. Böyle biri olmasına rağmen attığı bir kahkahanın veya ölen karısıyla zaten ayrılmak üzere olduğunun başkaları tarafından önemsenmediğini düşünmez, bunları dert ederek kendini kahreder.

Romanın başında insanların kendi hakkındaki düşüncelerini çok önemseyen, hatta buna takıntılı biri gibi gördüğümüz Singer'ın ileride değil sevilmek, dikkat çekmek bile istemeyen biri olduğunu anlıyoruz. Yazar bize ayrılmak üzere olduğu karısının kızının bakımını üstlenmesinin ve kendine sıfırdan bir hayat kurmamasının nedeninin onu sevmesi olmadığına ikna etmeye çalışsa da [artık yazara da güvenmiyoruz demek!] Singer Isabella'nın gençlik dönemini normal yaşayabilmesi için kendi varlığını kolayca silebilecek biridir. Isabella'nın büyüyüp yanından ayrıldığında ondan beklentisi "arada sırada bu günleri hiçbir rahatsızlık hissetmeden, yalnızca geçmişte kalmış, o zamanki yaşamıyla hiçbir ilgisi olmayan bir dönem olarak düşünmesi"dir.

Kahramanın sevdiği birinin kendisini sonradan böyle hatırlamasına razı olması romanın kurgusuna uygun olsa da bana yaralayıcı geldi. Çok güzel bir roman T. Singer.

Armand V.

Solstad'ın yeni bir anlatım tekniği denediği bir roman Armand V. Romanda klasik anlamdakine benzer bir anlatıcı var ama okumadığımız bir romana yazılan dipnotlardan oluşan bir metin var karşımızda (yazar önce İosif Brodski'nin Su Seviyesi'ne dipnotlar yazmayı düşünmüş ama sonunda bu metni yazmış. Su Seviyesi'ni daha önce okumamıştım, bu romandan sonra okudum ama ondan da bahsedersem yazı iyice okunmaz bir hal alacak korkarım). Kapaktaki dipnotlar ifadesi okuyucuyu bildiği anlamda dipnotlarla karşılaşacağını yanılgısına uğratmasın çünkü kimi dipnot sayfalarca sürüyor ve kahramanların diyalogları da mevcut bu dipnotlarda. Bazı dipnotlara ekleme yapan başka dipnotlar da var. Dipnotlarda konuşan anlatıcı bazen yazarın ağzından konuşurken, bazen de klasik romandaki gibi kahramanları tasvir ediyor. Böyle bahsedince anlaşılmaz bir metin varmış gibi demiş gibi de olmayayım. Dili yenilikçi olsa da kolay okunur güzel bir roman bence Armand V.

Dipnotlara ait romanı okumamış olmamız yazarın işini bazı yönlerden kolaylaştırırken bazı yönlerden de zorlaştırmış bence. Gelişen olayların nasıl bağlandığının ayrıntılarını yazmak ve okuyucuyu ikna etmek yükünden kurtulurken ortada bunlar olmadan bütünlüğün sağlanması da kolay bir şey olmamış. Yazım tekniği yenilikçi ama bir başka romanın benzer şekilde sadece dipnotlardan oluşması (eğer ilave yenilikler olmazsa) zor gibi geliyor bana.

Umutsuzca mutluluğu arayan Norveçli bir diplomat olan Armand'ın hikayesini severek okudum.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...