16 Ekim 2023 Pazartesi

2023 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Jon Fosse

Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum kitabında Nobel gibi ödüllerin nasıl verildiğini anlatıyor. Dünyada her yıl pek çok kitap basılıyor, pek azı jürilerin okuyabileceği dile çevriliyor, jüriler bunların çok azını okuyabiliyor (günde bir kitap bile okunsa yılda 350 kitap okunabilir ancak. Bunun gerçek hayatta ulaşılmaz bir hedef olduğu herkes için açık olmalı). Bu nedenle ödül alan herkesin yüceltilmemesi gerektiğinin farkındayım. Böyle uluslar arası büyük ödül almamış müthiş yazarlar olduğunu da biliyorum. Hele şairler! Onların çevrilmesi için yeniden yazılması gerekiyor ama konuyu dağıtmak istemiyorum.

Jon Fosse Nobel almadan önce hiç okumadığım bir yazardı. Hatta adını bile duymamıştım. En küçük kitapçıda bile ömrümüz boyunca okuyamayacağımız kadar kitap olduğunu düşününce bu da normal aslında. Yeni okuduğum kadar kitabı da tekrara okuduğumdan daha önceden bilmediğim yazarları keşfetme konusunda oldukça zayıf sayılırım. Nobel, Booker, Pulitzer gibi uluslar arası ödüllleri ve ulusal prestijli ödülleri kazanan veya eğer yayınlanıyorsa uzun listeye kalan kitapları keşifler için bir fırsat olarak görüyorum.

Yekten söyleyeyim; 2023 Nobel Edebiyat ödülü alan Jon Fosse'yi çok beğendim. Türkçe'de üç romanı basılmış, çok iyi çevirmenler çevirmiş. Genelde Kuzey Avrupa romanlarını sevmem ama Fosse'de sevdiğim yazarlarla benzerlikler bulduğum ve okuduğum kitapları bana yenilikçi geldiği için beğendim. Romanları bir tavsiye olmaksınızın aşağıdaki sırayla okudum. Her biri için kısaca yazayım, belki merak edenler için işe yarar diye düşündüm.

Belki bütün romanlar öyledir ama üç roman da (geniş anlamıyla) aşk romanı.

Sabahtan Akşama

İlk yirmi sayfadan sonra romanın Altıncı His filmindeki gibi bir atmosferde geçtiğini anlaşılıyor. Alışıldık Kuzey Avrupa romanlarındaki gibi (sen seversin böyle romanları) dünyanın geri kalanındaki kimsenin dert etmediği şeyleri anlatan bir roman değil Sabahtan Akşama. İşlediği tema hepimizin sonunda yaşayacağı ölüm. Ölüm, ondan edindiğimiz tecrübeyi başka bir yerde kullanamayacağımız bir durum. Roman bir yandan Tutunamayanlar'daki duraksız akan 77 sayfa gibi noktasız ilerliyor (Oğuz Atay'ı ilk Neslihan'dan duymuştum) ama oradaki gibi kesintisiz, nefes almadan anlatılan bir konu yok. Romanda bir büyük durma hali, belki en büyük (hatta tek) bitiş olan ölüm anlatılıyor (Kundera'ya kalsa biten bir şey yeniden başlayabilir (aslında başlıyor da ama yine konunun dışına çıkmış oluyoruz buradan devam edersek)) ama cümleler noktayla bitmiyor. Deniz Canefe'nin zengin diliyle sanki bir şiirmiş gibi okunmasıyla bana biraz Attila İlhan'ı da hatırlattı roman. O da büyük harfi, noktalama işaretlerini sevmez malum.

Roman boyunca neredeyse (kahramanın ölmüş olduğunu saymazsak) hiçbir şey olmayan ama çok iyi işlenmiş olduğundan hatırı sayılır bir edebiyat keyfiyle okunan roman Yannis Ritsos'un 

“ölüler nasıl yaşayabiliyor
                    aşksız?”

şiirine bir cevap gibi de okunabilir belki. Ölüler bile aşksız yaşamıyor.

Kitabı bitirip kafayı yastığa koyunca öldüğünüz gün kim sizi öte dünyadan (orayı nasıl tasvir ediyorsanız artık) gelip bu yeni duruma alıştırsın istersiniz (sizi karşılayacak olan sizden önce ölmüş olacak tabi)? Siz kimi karşılamak istersiniz gibi sorular insanın aklını kurcalıyor. 100 sayfalık bir roman okuyucuyu bu kadar düşündürüyorsa daha ne yapsın?

Üçleme

Sabahtan Akşama ile çok benzer bir anlatımı var Üçleme'nin (Üçleme adı romanın üç bölümden oluşmasından geliyor). Anlatıda konuşan kişinin ve konuşulan zamanın değişimleri bence okuma keyfini arttıran bir unsur. İlk defa olarak bir Kuzey Avrupa romanında insanların maddi imkansızlıklar içinde olabildiğini okumak bana yazarın bizimle aynı dünyada yaşadığını hissettirdi. Elbette tek konu bu olmalı demiyorum ama bir romanda insanların hiçbirinin maddiyat ile ilgilenmelerinin gerekmemesi deli ediyor beni.

Üçleme'nin Türkçesini (Melankoli'de olduğu gibi) Banu Gürsaler Syvertsen'den okuyoruz. Daha önceden çevirilerini okuduğum biriydi, bu kitabın çevirisi de kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum. Çok uzun cümleler, sayfalarca devam eden paragraflar var romanda. Tam olarak bildiğimiz paragraflar gibi de değiller, bazı paragrafların son cümleleri ortadan kırılıp sonraki paragrafa başlangıç olabiliyor. Her ne kadar cümleler çok uzun olsa da Atwood'un Damızlık Kızın Öyküsü'nde olduğu gibi kesikli bir anlatım var. Bu da anlatılanla tam bir uyum içinde. Le Guin'in Her Yerden Çok Uzakta (kitabın kendisinden çok okuduğum zamanlardaki mutluluğu da hatırlıyor olabilirim) romanındaki gibi kahramanlara yakınlık duyarak okudum. Saçma ama kahramanların garipsemediği, okuyucunun da ikna olduğu (en azından benim kolayca ikna olduğum diyeyim daha doğrusu) durumlar bana Kafka'nın yazdıklarını (mektuplarını değil elbette) hatırlattı. O da kendinden sonra yazanların etkilenmemesi çok zor, bir büyük yazar olduğundan aslında hemen her yazarda izleri var. Romanda erkek kahramanın yaptıklarını öğrenince ona yakınlığım kaybolmadığı gibi, sonu da çok üzmedi beni. İnsanların gaipten sesler duyması gibi şeyleri dert etmeyince keyifle okunabilecek bir roman Üçleme.

Melankoli I-II

İyi ki Fosse'den en son olarak Melankoli'yi okumuşum. İlk olarak bu kitaba başlayan biri kolayca ilk 20-30 sayfada hem romanı hem de yazarı bir kenara koyabilir. Kitabın ilk bölümü 170 sayfa sürüyor ve burada anlatılanlar eminim sadece 10 sayfada anlatılabilir. Hem edebiyatta, hem de hayatta rutinleri, tekrarları seven biri olmama rağmen bu bölümü bitirmekte zorlandım.

Atay'ın Tehlikeli Oyunları gibi başlayan roman kahramanın kendi kendine konuşmasıyla Ne Evet, Ne Hayır gibi eğlenceli bir yere de bağlanmıyor. İkinci bölüm akıl hastanesinde, sonrası ise 46 yıl ileride geçiyor (bunlar bölümlerin ilk cümlelerinde yazdığından sürprizbozan sayılmaz). Neredeyse tamamı tekrarlarla dolu bir 350 sayfa okumayı göze alanların seveceği bir roman olabilir ama ben okuduğum ilk iki kitabı gibi sevemedim doğrusu.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...