Uzak Doğu edebiyatı hakkında bilgim
neredeyse sadece Japon yazarlarla sınırlı sanırım. Han Kang'ı okuyunca
Güney Kore romanı ile Japon romanı benzerlikler var gibi geldi ama her iki kültürden de o kadar uzağım ki yazarın önemli gördüğü bazı şeyleri hiç fark etmemiş de olabilirim. Türkçe'deki üç kitabından Han Kang'ın yeni anlatım şekilleri denemek konusunda cesur bir yazar olduğunu söyleyebilirim.
Romanların çevirmeni Göksel Türközü Kore edebiyatı hocası olduğundan metinler çok akıcı bir Türkçeye sahip.
Vejetaryen
2016'da Uluslararası Man Booker Ödülünü alan roman yazarın farklı zamanlarda yazdığı üç uzun öyküden oluşuyor. İlk bölüm bitince anlatılan hikaye de bitti gibi gelmişti ama ikinci bölümle konu bambaşka yerlere geldi. Eğer romanla ilgili bir yazıda et yememekle ilgili olduğunu okuyorsanız yazan romanı okumamıştır veya (daha zayıf bir ihtimal ama) anlamamıştır.
Romanın kahramanları; bir kadın, eşi ve kız kardeşi. İlk öyküde konu sadece kız kardeşin et yememeye başlaması gibi gelse de sonra çocukluğunda sevgi dolu bir ortamda büyümemiş çocukların yaşadıkları karşımıza çıkıyor. Baskı ve/veya şiddet gören çocuğun normal (ne demekse artık) bir yetişkinlik yaşaması şansa ve uzun sürecek emeklere (tedavilere) bağlı galiba.
Fiziki zorluklarla karşılaşan küçük kardeş olmasına rağmen, ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde elinden bir şey gelmeyen konular için kendini sorumlu hisseden ablanın yaşadıkları bana küçük kardeşten daha yıkıcı geldi. Sersemin teki olan kocasının yaptıklarını bile değiştirebilir miydim diye düşünüyor çaresizlikten (Bu konuda dirayetli davranıyor hakkını yemeyeyim). İnsan kendi yaşadıklarına bile kolayca müdahale edemezken başkasının hayatı için acaba şöyle yapsam bu kötü sonuca mani olabilir miydim diye düşündüğünde (elbette hiç bunu düşünmeyelim demiyorum ama bütün sorumluluğu, her zaman üzerimize almamak lazım) hayat içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Hayat başlangıç durumlarına hassas bağımlı olduğundan başka türlü yapacağımız her şey sonrasında olacak şeyleri elbette etkiliyor ama bunun tam olarak nasıl gerçekleşeceğini öngörmek de mümkün değil.
Beyaz Kitap
Georges Perec'in Kayboluş romanı nasıl sadece içinde e harfi geçmeyen bir roman değilse Beyaz Kitap da sadece beyaz renk etrafında anlatılardan oluşmuyor. Yazarların böyle kısıtlamalarla yazmaları (Han Kang kurmacayı beyaz renk etrafında bir sınırlama ile mi yazmış bilmiyorum tabi) yaratıcılığı arttıran bir unsur olabiliyor (tek elle piyano çalmak gibi belki de (sanki hayatımda piyanoya dokunmuşum gibi yazıyorum ama bazen böyle bir etkisi oluyor gerçekten)).
Beyaz Kitap şekil olarak da alışılmışın dışında bir kitap (roman mı emin değilim). Önce sadece beyaz üzerine denemeler gibi başlıyor ama yavaş yavaş bir tema etrafında dolandıkları anlaşılıyor. Kitabın neredeyse yarısı boş sayfalardan oluşuyor, bazı bölümler şiir gibi, bazıları gerçekten şiir. Bitirince ince beyaz bir kağıdın arkasından bir kadının yaşadıklarını görmüş, duygularını hissetmiş gibi oluyor insan (elbette bütün okuyucuları bilemem ama bendeki his öyle oldu).
Kahramanın annesinin kendisinden önce doğumda ve hemen sonrasında iki çocuğunu kaybetmiş olması ve bu konunun konuşulduğu bir ailede büyümesi, benim uzun ömrümde hiç aklıma gelmeyen şeyleri sorgulamama neden oldu. Aynı olayı yaşantılayan iki kişi aslında farklı şeyler yaşamış olabileceği gibi, farklı yaşantılar da iki kişiye aynı şeyi yaşamış hissi verebiliyor demek ki.
Çocuk Geliyor
Ödül alan romanı Vejetaryen olmasına rağmen Çocuk Geliyor daha etkileyici bir roman bence. Konusu ve anlatım tekniği okuyucuyu kolayca kavrıyor. 1980'de Güney Kore'de geçen, içinde işkencelerin, kötü muamelelerin olduğu bir anlatıyı Türk okurun yakın bulması kolay (bir birine bu kadar uzak coğrafyalarda benzer acıların olması da çok acı elbette).
Romanda anlatıcının kahramanı için "dikkatlice cevap verdi" değil de, "dikkatlice cevap veriyorsun" diye bahsetmesi okuyucunun zaten çok kötü şeyler yaşayan kahramanla (her bölümde aynı kişi de olmuyor bu) empati yapmasını hızlandırıyor. Başka bir romanda görmediğim dildeki bu yenilik (en azından benim için yenilik) romanın kurgusu ve konusu kadar, hatta onlardan da çok etkileyici oldu diyebilirim.
Halid Halife'nin Ölmek Zor İş romanında üç kardeş babalarının cenazesini gömmek için yaptıkları yolculukta nasıl babalarının ölü bedenini bırakamamışlarsa Çocuk Geliyor'da da Kore halkı ölülerini gömmeden (hatta kayıplarının ölüm haberini almadan) bırakamıyor (yine bizim çok yakın olduğumuz duygular). Farklı kültürler işin içine girince bu davranışı sadece dini inanışla açıklamak zor olur gibi geliyor bana (romanda neredeyse kimsenin bir dini inanışı yok). Bedenden bağımsız, ölünce onun içinden çıkan, bir ruh olduğuna inanmak bir daha göremeyeceğin birinin tamamen kaybolmadığını düşünerek avunmak demek aslında (Ruh kendi bedeninin yanında ne kadar kalır acaba...). Bir daha göremeyeceği, sarılamayacağı birinin aldığı eskiyen şapkayı bile atamayan birinin (benim) kolay anlayacağı bir şey bu.
Yazarın üç kitabı da güzel ama sadece birini okuyacaksanız (böyle bir kısıtlama neden olsun bilemiyorum) Çocuk Geliyor'u okumak bence iyi bir tercih olur.