29 Ekim 2023 Pazar

Kore'den bir büyük romancı: Han Kang

Uzak Doğu edebiyatı hakkında bilgim neredeyse sadece Japon yazarlarla sınırlı sanırım. Han Kang'ı okuyunca Güney Kore romanı ile Japon romanı benzerlikler var gibi geldi ama her iki kültürden de o kadar uzağım ki yazarın önemli gördüğü bazı şeyleri hiç fark etmemiş de olabilirim. Türkçe'deki üç kitabından Han Kang'ın yeni anlatım şekilleri denemek konusunda cesur bir yazar olduğunu söyleyebilirim.

Romanların çevirmeni Göksel Türközü Kore edebiyatı hocası olduğundan metinler çok akıcı bir Türkçeye sahip.

Vejetaryen

2016'da Uluslararası Man Booker Ödülünü alan roman yazarın farklı zamanlarda yazdığı üç uzun öyküden oluşuyor. İlk bölüm bitince anlatılan hikaye de bitti gibi gelmişti ama ikinci bölümle konu bambaşka yerlere geldi. Eğer romanla ilgili bir yazıda et yememekle ilgili olduğunu okuyorsanız yazan romanı okumamıştır veya (daha zayıf bir ihtimal ama) anlamamıştır.

Romanın kahramanları; bir kadın, eşi ve kız kardeşi. İlk öyküde konu sadece kız kardeşin et yememeye başlaması gibi gelse de sonra çocukluğunda sevgi dolu bir ortamda büyümemiş çocukların yaşadıkları karşımıza çıkıyor. Baskı ve/veya şiddet gören çocuğun normal (ne demekse artık) bir yetişkinlik yaşaması şansa ve uzun sürecek emeklere (tedavilere) bağlı galiba.

Fiziki zorluklarla karşılaşan küçük kardeş olmasına rağmen, ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde elinden bir şey gelmeyen konular için kendini sorumlu hisseden ablanın yaşadıkları bana küçük kardeşten daha yıkıcı geldi. Sersemin teki olan kocasının yaptıklarını bile değiştirebilir miydim diye düşünüyor çaresizlikten (Bu konuda dirayetli davranıyor hakkını yemeyeyim). İnsan kendi yaşadıklarına bile kolayca müdahale edemezken başkasının hayatı için acaba şöyle yapsam bu kötü sonuca mani olabilir miydim diye düşündüğünde (elbette hiç bunu düşünmeyelim demiyorum ama bütün sorumluluğu, her zaman üzerimize almamak lazım) hayat içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Hayat başlangıç durumlarına hassas bağımlı olduğundan başka türlü yapacağımız her şey sonrasında olacak şeyleri elbette etkiliyor ama bunun tam olarak nasıl gerçekleşeceğini öngörmek de mümkün değil.

Beyaz Kitap

Georges Perec'in Kayboluş romanı nasıl sadece içinde e harfi geçmeyen bir roman değilse Beyaz Kitap da sadece beyaz renk etrafında anlatılardan oluşmuyor. Yazarların böyle kısıtlamalarla yazmaları (Han Kang kurmacayı beyaz renk etrafında bir sınırlama ile mi yazmış bilmiyorum tabi) yaratıcılığı arttıran bir unsur olabiliyor (tek elle piyano çalmak gibi belki de (sanki hayatımda piyanoya dokunmuşum gibi yazıyorum ama bazen böyle bir etkisi oluyor gerçekten)).

Beyaz Kitap şekil olarak da alışılmışın dışında bir kitap (roman mı emin değilim). Önce sadece beyaz üzerine denemeler gibi başlıyor ama yavaş yavaş bir tema etrafında dolandıkları anlaşılıyor. Kitabın neredeyse yarısı boş sayfalardan oluşuyor, bazı bölümler şiir gibi, bazıları gerçekten şiir. Bitirince ince beyaz bir kağıdın arkasından bir kadının yaşadıklarını görmüş, duygularını hissetmiş gibi oluyor insan (elbette bütün okuyucuları bilemem ama bendeki his öyle oldu).

Kahramanın annesinin kendisinden önce doğumda ve hemen sonrasında iki çocuğunu kaybetmiş olması ve bu konunun konuşulduğu bir ailede büyümesi, benim uzun ömrümde hiç aklıma gelmeyen şeyleri sorgulamama neden oldu. Aynı olayı yaşantılayan iki kişi aslında farklı şeyler yaşamış olabileceği gibi, farklı yaşantılar da iki kişiye aynı şeyi yaşamış hissi verebiliyor demek ki.

Çocuk Geliyor

Ödül alan romanı Vejetaryen olmasına rağmen Çocuk Geliyor daha etkileyici bir roman bence. Konusu ve anlatım tekniği okuyucuyu kolayca kavrıyor. 1980'de Güney Kore'de geçen, içinde işkencelerin, kötü muamelelerin olduğu bir anlatıyı Türk okurun yakın bulması kolay (bir birine bu kadar uzak coğrafyalarda benzer acıların olması da çok acı elbette).

Romanda anlatıcının kahramanı için "dikkatlice cevap verdi" değil de, "dikkatlice cevap veriyorsun" diye bahsetmesi okuyucunun zaten çok kötü şeyler yaşayan kahramanla (her bölümde aynı kişi de olmuyor bu) empati yapmasını hızlandırıyor. Başka bir romanda görmediğim dildeki bu yenilik (en azından benim için yenilik) romanın kurgusu ve konusu kadar, hatta onlardan da çok etkileyici oldu diyebilirim.

Halid Halife'nin Ölmek Zor İş romanında üç kardeş babalarının cenazesini gömmek için yaptıkları yolculukta nasıl babalarının ölü bedenini bırakamamışlarsa Çocuk Geliyor'da da Kore halkı ölülerini gömmeden (hatta kayıplarının ölüm haberini almadan) bırakamıyor (yine bizim çok yakın olduğumuz duygular). Farklı kültürler işin içine girince bu davranışı sadece dini inanışla açıklamak zor olur gibi geliyor bana (romanda neredeyse kimsenin bir dini inanışı yok). Bedenden bağımsız, ölünce onun içinden çıkan, bir ruh olduğuna inanmak bir daha göremeyeceğin birinin tamamen kaybolmadığını düşünerek avunmak demek aslında (Ruh kendi bedeninin yanında ne kadar kalır acaba...). Bir daha göremeyeceği, sarılamayacağı birinin aldığı eskiyen şapkayı bile atamayan birinin (benim) kolay anlayacağı bir şey bu.

Yazarın üç kitabı da güzel ama sadece birini okuyacaksanız (böyle bir kısıtlama neden olsun bilemiyorum) Çocuk Geliyor'u okumak bence iyi bir tercih olur.

21 Ekim 2023 Cumartesi

"Kalbim O Viran Evlere Benzer"

İki yıl önce (2021'in 13 Kasım'ında (sanki tarihin bir önemi varmış gibi)) hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeden izlediğim bir oyundu Gomidas. Surp Vortvots Vorodman Kilisesinde çok etkileyici bir ortamda ve müthiş bir finalle izlediğimiz oyunu çok beğenmiştik (insan aşık olduğunda her şey güzel gelir biliyorum ama oyun gerçekten çok güzeldi). Oyun hala oynanıyor, giderseniz eminim siz de kurmaca mı (aslında bütün sanat kurmacadır elbette), yoksa tarihi bir karakter mi olduğu bilmeseniz bile büyülenerek çıkacaksınız oyundan. Oyunda Gomidas'ın Ermeni bir müzisyen ve müzikolog olduğunu anlaşılıyor ama insan hakkında daha çok şey öğrenmek istiyor (aslında oyunlara, konserlere çok iyi hazırlanıp gittiğimiz bir dönemdi ama bu oyuna yoğunluktan iyi çalışamamıştım (hep mazeret)).


Bir yıl sonra, 14 Ekim 2022'de, Birzamanlar Yayıncılık'ta (Cemal Reşit Rey Konser Salonuna çok yakın bir yerde (İstanbul'u ne kadar iyi bildiğimi arkadaşlarım çok iyi bilir)) bir Gomidas sergisi olduğunu öğrenince, bu sefer tek başıma, sergiyi gezmeye gitmiştim. Bir apartmanın üst katlarındaki yerini kolayca bulamasam da içerideki arkadaş büyük bir sabırla bana sergiyi dolaştırdı; her bir parçayı, fotoğrafı anlattı. Anadolu'da bir arada gayet normal bir hayat sürmüş halkların bugünkü durumlarının insanın içini acıtmaması mümkün değil. Sergi hala gezilebilir durumda mı bilmiyorum ama kalıcı bir sergi de var yayınevinde, onu görmek isteyebilirsiniz belki. Oradan iki minik defter (biri bende, yazmaya kıyamadım) ve Gomidas Vartabed'in Müzik Mirası isimli bir kitap almıştım.

Kitabı aldıktan bir yıl sonra, bugün, okuyabildim (Neruda "Günahlarım veresiye ama Güzel yanlarım peşin" diyor ama hangimiz Nerudayız?). Kitabı ikisi de müzikolog olan Melissa Bilal ve Burcu Yıldız birlikte hazırlamışlar. Gomidas'ın mektupları, arkadaşlarının onunla ilgili anıları, Gomidas'ın yayınlanmış makaleleri ve yazarların iki değerlendirmesiyle hem dönem hakkında, hem de Gomidas ve çalışmaları hakkında etraflıca bilgi edinmek mümkün. Gomidas'ın Kütahya'da doğmuş Türkçe konuşan bir Ermeni olduğu, asıl adı Soğomon Soğomonyan iken ve 25 yaşında Vartabed (rahip) olunca Gomidas adını aldığı gibi bilgilerin yanında Ermeni kültürüne ve müziğe bakışı ve katkıları da ayrıntılı anlatılıyor. Kitaba alınan anılarda Gomidas'a büyük bir saygı, sevgi ve muhabbet görmek mümkün. Tahmin edebileceğiniz gibi (hatta daha kötü) çok üzücü bir sonla bitmiş hayatı. Keşke bu topraklarda yaşamış sanatçılar gündemimizde yer bulabilseler ve onlardan haberdar olmak için tesadüfler gerekmese.

Ben her şeyi birer yıl arayla yapıyormuşum gibi yazdım ama siz sevgileri yarınlara bırakmayın.

17 Ekim 2023 Salı

Tatlısu - Akwaeke Emezi

Afrikalı yazarların romanlarının büyüler, ruhlar gibi konuları içermesi benim için okumayı zorlaştırıcı oluyor. Márquez'de olduğu gibi bir büyülü gerçeklik olmuyor romanlarında (hoş ben o büyülü gerçekliği de sevmem) hayatın bir parçası olarak ruhlar, tanrılar anlatılıyor. Orada yaşanan hayatın herkes tarafından kabul edilen ögeleri olduğundan yazarların kullanması normal olsa da Çanakkale'de evde tek başına kitap okurken bazı tanrıların olayların akışını değiştirmesini kabul etmek zor geliyor. Eğer öyle tanrılar, öcüler yoksa hayat nasıl böyle saçma sapan bir hal alıyor onu da bilemiyorum (görüyorsunuz kabahat benim değil).

Afika romanının önemli isimlerinden Chinua Achebe'nin bir üçlemesini okumuştum ve bitirmek zor gelmişti diye hatırlıyorum. Okuduğum pek çok Afrikalı yazarda benzer bir tarz vardı. 2021 Man Booker Ödülünü alan Damon Galgut farklıydı. O da Afrikadan Avrupa'ya göçen insanları anlatıyordu. Nijeryalı yazar Akwaeke Emezi'nin Tatlısu romanına başlarken de benzer bir roman diye düşündüm başta. Emezi fenimist bir yazar ve kendi yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı ifadesi var kitabın arka kapağında. O zaman romanın kahramanı kızın aklının içindeki acayip ruhlar (bu yavru ilahlar romanda ogbanje diye geçiyor) nereden çıkıyor anlayamadım bir süre. Aslında kitabı hızlıca bırakacaktım ama çevirmen Püren Özgören olunca biraz daha sabredeyim dedim, iyi yapmışım. Ben Püren Özgören'in Türkçesini çok akıcı ve zengin buluyorum. Diğer başarılı çevirmenlerden de büyük saygı görüyor.

Ada'nın (romanın kahramanı kadın) aklının içinde olan bu yavru ilahlar ona kendi karakterinden bambaşka şeyler yaptırıyorlar. Ada da bunlarla bir mücadele içinde değil, onlarla konuşuyor, hatta içinde bulunmak istemediği durumlarda hayatının direksiyonuna onlardan birini geçiriyor. Rayından çıkmış bir tren gibi geçen gençliğinde cinselliği bazen birine, bazen diğerine yaşatıyor. Yazarın anlattığı bir çoklu kişilik bozukluğu mu, yoksa insanın büyüme sürecinde kendi farklı yanlarını tanıması mı diye şüphede kalarak okudum (sanki bir bulmaca var ve doğru tahmin edemezsem ayıplanacakmışım gibi. Bu hissi yaşadığımı ancak üzerinden vakit geçince fark edebiliyorum. Halbuki bırak kendini romanın akışına değil mi?). Bana iki yorumla da okunabilir gibi geldi doğrusu. Kendimi düşününce de babam hayattaki halim, liseye kadar yaşadıklarım, kfl, Ankaradaki öğrenciliğim, Çanakkale yılları, boşandıktan sonraki zaman ve son özellikle son iki yıl başka başka insanlarmışım gibi geliyor. Elbette benzerlikler var ama romanda Ada da arada bir hayatının dümeninin başına kendisi (eğer içimizde değişmeden kalan öyle biri varsa tabi) geçiyor zaten.

Ada romanın sonunda ölmüyor (zaten bir özyaşam öyküsünde kahraman nasıl ölebilir?) ama büyüyor. Sonlara doğru "Onu seviyorum ama öyle aşırı değil. Temkinli bir şekilde." diyor. Hani tatlı aldığında "artmazsa yetmemiş demektir" deniyor ya, bana hemen her şey öyle geliyor. Tatlının da fazlası iyi değil derseniz, haklısınız.

16 Ekim 2023 Pazartesi

2023 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Jon Fosse

Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum kitabında Nobel gibi ödüllerin nasıl verildiğini anlatıyor. Dünyada her yıl pek çok kitap basılıyor, pek azı jürilerin okuyabileceği dile çevriliyor, jüriler bunların çok azını okuyabiliyor (günde bir kitap bile okunsa yılda 350 kitap okunabilir ancak. Bunun gerçek hayatta ulaşılmaz bir hedef olduğu herkes için açık olmalı). Bu nedenle ödül alan herkesin yüceltilmemesi gerektiğinin farkındayım. Böyle uluslar arası büyük ödül almamış müthiş yazarlar olduğunu da biliyorum. Hele şairler! Onların çevrilmesi için yeniden yazılması gerekiyor ama konuyu dağıtmak istemiyorum.

Jon Fosse Nobel almadan önce hiç okumadığım bir yazardı. Hatta adını bile duymamıştım. En küçük kitapçıda bile ömrümüz boyunca okuyamayacağımız kadar kitap olduğunu düşününce bu da normal aslında. Yeni okuduğum kadar kitabı da tekrara okuduğumdan daha önceden bilmediğim yazarları keşfetme konusunda oldukça zayıf sayılırım. Nobel, Booker, Pulitzer gibi uluslar arası ödüllleri ve ulusal prestijli ödülleri kazanan veya eğer yayınlanıyorsa uzun listeye kalan kitapları keşifler için bir fırsat olarak görüyorum.

Yekten söyleyeyim; 2023 Nobel Edebiyat ödülü alan Jon Fosse'yi çok beğendim. Türkçe'de üç romanı basılmış, çok iyi çevirmenler çevirmiş. Genelde Kuzey Avrupa romanlarını sevmem ama Fosse'de sevdiğim yazarlarla benzerlikler bulduğum ve okuduğum kitapları bana yenilikçi geldiği için beğendim. Romanları bir tavsiye olmaksınızın aşağıdaki sırayla okudum. Her biri için kısaca yazayım, belki merak edenler için işe yarar diye düşündüm.

Belki bütün romanlar öyledir ama üç roman da (geniş anlamıyla) aşk romanı.

Sabahtan Akşama

İlk yirmi sayfadan sonra romanın Altıncı His filmindeki gibi bir atmosferde geçtiğini anlaşılıyor. Alışıldık Kuzey Avrupa romanlarındaki gibi (sen seversin böyle romanları) dünyanın geri kalanındaki kimsenin dert etmediği şeyleri anlatan bir roman değil Sabahtan Akşama. İşlediği tema hepimizin sonunda yaşayacağı ölüm. Ölüm, ondan edindiğimiz tecrübeyi başka bir yerde kullanamayacağımız bir durum. Roman bir yandan Tutunamayanlar'daki duraksız akan 77 sayfa gibi noktasız ilerliyor (Oğuz Atay'ı ilk Neslihan'dan duymuştum) ama oradaki gibi kesintisiz, nefes almadan anlatılan bir konu yok. Romanda bir büyük durma hali, belki en büyük (hatta tek) bitiş olan ölüm anlatılıyor (Kundera'ya kalsa biten bir şey yeniden başlayabilir (aslında başlıyor da ama yine konunun dışına çıkmış oluyoruz buradan devam edersek)) ama cümleler noktayla bitmiyor. Deniz Canefe'nin zengin diliyle sanki bir şiirmiş gibi okunmasıyla bana biraz Attila İlhan'ı da hatırlattı roman. O da büyük harfi, noktalama işaretlerini sevmez malum.

Roman boyunca neredeyse (kahramanın ölmüş olduğunu saymazsak) hiçbir şey olmayan ama çok iyi işlenmiş olduğundan hatırı sayılır bir edebiyat keyfiyle okunan roman Yannis Ritsos'un 

“ölüler nasıl yaşayabiliyor
                    aşksız?”

şiirine bir cevap gibi de okunabilir belki. Ölüler bile aşksız yaşamıyor.

Kitabı bitirip kafayı yastığa koyunca öldüğünüz gün kim sizi öte dünyadan (orayı nasıl tasvir ediyorsanız artık) gelip bu yeni duruma alıştırsın istersiniz (sizi karşılayacak olan sizden önce ölmüş olacak tabi)? Siz kimi karşılamak istersiniz gibi sorular insanın aklını kurcalıyor. 100 sayfalık bir roman okuyucuyu bu kadar düşündürüyorsa daha ne yapsın?

Üçleme

Sabahtan Akşama ile çok benzer bir anlatımı var Üçleme'nin (Üçleme adı romanın üç bölümden oluşmasından geliyor). Anlatıda konuşan kişinin ve konuşulan zamanın değişimleri bence okuma keyfini arttıran bir unsur. İlk defa olarak bir Kuzey Avrupa romanında insanların maddi imkansızlıklar içinde olabildiğini okumak bana yazarın bizimle aynı dünyada yaşadığını hissettirdi. Elbette tek konu bu olmalı demiyorum ama bir romanda insanların hiçbirinin maddiyat ile ilgilenmelerinin gerekmemesi deli ediyor beni.

Üçleme'nin Türkçesini (Melankoli'de olduğu gibi) Banu Gürsaler Syvertsen'den okuyoruz. Daha önceden çevirilerini okuduğum biriydi, bu kitabın çevirisi de kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum. Çok uzun cümleler, sayfalarca devam eden paragraflar var romanda. Tam olarak bildiğimiz paragraflar gibi de değiller, bazı paragrafların son cümleleri ortadan kırılıp sonraki paragrafa başlangıç olabiliyor. Her ne kadar cümleler çok uzun olsa da Atwood'un Damızlık Kızın Öyküsü'nde olduğu gibi kesikli bir anlatım var. Bu da anlatılanla tam bir uyum içinde. Le Guin'in Her Yerden Çok Uzakta (kitabın kendisinden çok okuduğum zamanlardaki mutluluğu da hatırlıyor olabilirim) romanındaki gibi kahramanlara yakınlık duyarak okudum. Saçma ama kahramanların garipsemediği, okuyucunun da ikna olduğu (en azından benim kolayca ikna olduğum diyeyim daha doğrusu) durumlar bana Kafka'nın yazdıklarını (mektuplarını değil elbette) hatırlattı. O da kendinden sonra yazanların etkilenmemesi çok zor, bir büyük yazar olduğundan aslında hemen her yazarda izleri var. Romanda erkek kahramanın yaptıklarını öğrenince ona yakınlığım kaybolmadığı gibi, sonu da çok üzmedi beni. İnsanların gaipten sesler duyması gibi şeyleri dert etmeyince keyifle okunabilecek bir roman Üçleme.

Melankoli I-II

İyi ki Fosse'den en son olarak Melankoli'yi okumuşum. İlk olarak bu kitaba başlayan biri kolayca ilk 20-30 sayfada hem romanı hem de yazarı bir kenara koyabilir. Kitabın ilk bölümü 170 sayfa sürüyor ve burada anlatılanlar eminim sadece 10 sayfada anlatılabilir. Hem edebiyatta, hem de hayatta rutinleri, tekrarları seven biri olmama rağmen bu bölümü bitirmekte zorlandım.

Atay'ın Tehlikeli Oyunları gibi başlayan roman kahramanın kendi kendine konuşmasıyla Ne Evet, Ne Hayır gibi eğlenceli bir yere de bağlanmıyor. İkinci bölüm akıl hastanesinde, sonrası ise 46 yıl ileride geçiyor (bunlar bölümlerin ilk cümlelerinde yazdığından sürprizbozan sayılmaz). Neredeyse tamamı tekrarlarla dolu bir 350 sayfa okumayı göze alanların seveceği bir roman olabilir ama ben okuduğum ilk iki kitabı gibi sevemedim doğrusu.

14 Ekim 2023 Cumartesi

"O kırlangıç da mı küs bana?"

Geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaş Robert Musil'den çokça bahsedince bir sonraki konuşmada yine lafı açılır belki diyerek Musil'i hatırlamak için okuma yapayım dedim (çok vaktim var evet). 2100 sayfalık Niteliksiz Adam'ı yeniden okumak zor geldi işin doğrusu. Musil'in bitirmeye ömrünün yetmediği Niteliksiz Adam'ın ilk cildini çevirisi çıktığında okumuştum. Belki on yıl sonra ikinci cildinin çevirisi çıkmıştı ve ne yazık ki Ahmet Cemal'in de ömrü çeviriyi bitirmeye yetmedi. Daha sonra (çok sonra) Sami Türk'ün çevirisinden baştan okumuştum. Son defa olarak birkaç yıl önce yine hakkında konuşuruz diye notlar alarak okuduğum için bu sefer başka bir kitabını okuyayım dedim. Selma Türkis Noyan'ın Genç Törless'in Buhranları ismiyle çevirdiği Genç Törless romanını Duygu Bulut'un çevirisinden yeniden okudum (lafı çok uzatıyorum biliyorum).

Genç Törless, Herman Hesse'nin Çarklar Arasında romanını andıran bir atmosferde geçiyor. 15-18 yaş arasında Fen Lisesinde parasız yatılı okumuş biri için (herkes adına konuşmayayım, benim için) pek travmatik yıllar bunlar. İnsanın kendisini tanıma sürecinde olduğu, ailesinden ilk defa ayrıldığı, neyin incelik, neyin zorbalık olduğunu sonradan anlayacağı bir garip dönemi anlatıyor Musil. Romanın kahramanı Çarklar Arasında'da olduğu gibi ufalanıp gitmiyor (bence gidiyor ama hayatta kalıyor). Bir başka okuma, romanı William Golding'in Sİneklerin Tanrısı ile de benzer bulacaktır eminim. Akran zorbalığının ne olduğunu anladığım kitap o olmuştu benim için (elbette her şey için çok geçti). Yine Jose Saramago'nun Körlük romanı (Bergüzar'ın hediyesiyle okumuştum onu da) gücü biraz olsun eline geçirenlerin neler yapabileceğini anlatmasıyla benzer etkileyicilikte bir roman bence.

Genç Törless'i yazarın 26 yaşında yazmasına hayret (bazen gıpta) ettiğini okuyoruz ama bence sadece o yaşta yazılabilecek bir roman. Törless'in i'nin kendisini gözünde canlandıramamasına rağmen onu kullanarak yaptığı hesapların doğru çıkmasına şaşırması ve bunun romanda yer bulması Dostoyevski'nin nasıl büyük bir yazar olduğunun izi gibi göründü bana. Karamazov Kardeşler'de bilimdeki ve matematikteki (matematik diğer bilimlerden farklı bir yapıya sahip ama şimdi bu konuya girmeyelim) gelişmeler hakkında konuşuyorsa kahramanlar, Törless de benzer konuşmalar yapıyor. Dostoyevski öyle büyük bir yazar ki kendisinden sonra yazanların ondan etkilenmesi için doğrudan onu okuması bile gerekmiyor.

Bir yatılı okul romanı olmasının yanında Törless'in "Gelgelelim işe yaramadı. Öncesinde dikkatle tasarlayıp planladığı her konuda olduğu gibi yani..." demesiyle de kendimden bir şeyler bulduğum bir roman oldu Genç Törless.

Madem romanın ilk çevirisi Genç Törless'in Buhranları olarak çevrilmiş o zaman Goethe'nin Genç Werther'in Acıları'nı da yeniden okuyayım dedim (son okuyuşumun üzerinden çok yıllar geçmişti). Bu roman günümüzden neredeyse 250 yıl önce, yazarının 25 yaşında yazdığı bir roman. Romanın mektuplardan oluşması değişik gelse de neredeyse aynı yıllarda, 1782'de yayınlanan Choderlos de Laclos'un Tehlikeli İlişkiler romanı da benzer bir teknikle yazılmış bir roman (Kundera Yavaşlık isimli kitabında (roman sayılır mı bilemiyorum) en sevdiği roman olduğunu söylüyor (konuyu biraz dağıttım farkındayım)). Son okuyuşumdan önce romandan aklımda kalan bir genç adamın yoğun aşk acıları çektiği ve sonunda kavuşamadığı idi. Kendi dilinde okuyamasam da Goethe'nin bir büyük yazar, şair olduğuna sonraki okumalarımda ikna olmuştum ama Genç Werther'in Acıları bana biraz gençlik romanı gibi geliyordu doğrusu. 

Pierre Bayard, Önceden İntihal kitabında yazarların nasıl kendinden sonraki yazarlardan etkilenmiş gibi düşünülebileceğinden bahsediyor. Dostoyevski, Goethe gibi yazarların metinleri de sanki kendinden sonraki yazarların (neredeyse bütün yazarların) metinlerinin genişletilmesiymiş gibi okunabilir. Ben Bayard'ı okumadan önce (kimden okuduğumu hatırlamıyorum ama) Dostoyevski'den sonra yazılmış romanların onun metinlerine birer dipnot gibi yazılmış gibi olduğunu düşünüyordum.

Goethe'nin nasıl büyük biri olduğundan bahsedince Beethoven ile arkadaş oldukları ve birlikte yürüdükleri bir seferinde imparatorluk ailesiyle karşılaşmalarındaki tutumlarını hatırlamamak mümkün değil (Aydın Büke'nin Beethoven kitabında okumuştum). Beethoven değil şapkasını çıkartıp selam vermek, şapkasını kafasına iyice bastırırken, Goethe'nin soyluları saygıyla selamlamasını nasıl eleştirdiğini yazıyor. Tabi bunu Goethe'yi küçümsemek için yazmıyorum (zaten kim bunu yapabilir?).

Romanda Werther "Ay, kalbim öylesine doluydu - ve birbirimizi anlamadan ayrıldık. Bu dünyada birinin diğerini kolay anlamaması gibi" diyor. Hepimizin (Canan'ın da) pek sevdiği Attila İlhan'ın "olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması" dizesi sanki düzyazının şiir hali gibi. Werther aşık olduğu kadına ulaşamaz olunca Gülten Akın'ın "Ayrılık sularda nilüfer, görürsün tutamazsın" şiirindeki ruh halini yaşıyor. Refik Durbaş "Giderken, elvedana sar beni” diyor ama Werther'i saran da olmuyor.

İnsan bir romanı okuyup intihar edilebilir mi emin değilim ama insanı (hele gençse daha çok) etkileyen bir roman bence Genç Werther'in Acıları. Sonunda Werther ölmese Ayten Mutlu'nun İğde Ağacı şiirinde olduğu gibi yaşayacaktı belki de:

"unutmak zordu
başardım 
ve yaşadım sonra 
kokusunu yitirmiş
iğde ağacı gibi"

---

Yazının başlığı içerikle alakasız gibi gelmiş olabilir, biraz öyle aslında. Yazarken arkada YouTube açıktı ve Sezen Aksu'dan Unuttun mu Beni çaldı bir ara (uygulamalar keşfet kısmında gerçekten alakasız şeyler önerebiliyor). Onu dinlerken sanki başlıktaki mısra yazının ruhuna uygunmuş geldi. Bazı şiirleri okuyunca sadece bir veya iki mısrası için yazılmış gibi geliyor ya insana (Oktay Rıfat'ın Saksılar şiiri son iki mısrası için yazılmış gibidir örneğin), belki bu yazıyı da sadece başlığı için yazmışımdır. Bilemiyorum.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...