26 Aralık 2023 Salı

GNU/Linux'ta takas alanı kullanımı

İşlemci kuyruğundaki süreçler biliyoruz ki RAM'de tutuluyorlar. Çalışan süreçlerin miktarına ve davranışına bağlı olarak kullanılmayan RAM miktarı azalabilir veya daha kötüsü kalmayabilir. Böyle bir durumda yani boşta kalan RAM çok azaldığında tek çaremiz diskteki bir alanı kullanmak olacaktır (elbette makineye yeni RAM ekleyemiyorsak). Bunu yaparken sabit disklerin okuma/yazma hızlarının RAM ile kıyaslanamayacak kadar yavaş olduklarını unutmamamız gerekir. Günlük işlerimiz için kullandığımız dosya sistemi de takas alanı için kullanıma uygun değildir. Diskten daha hızlı ama elbette RAM'den çok daha yavaş olarak kullanabileceğimiz bir disk alanı veya dosyayı nasıl kullanacağımızı açıklamaya çalışacağım bu yazıda.

Önce free komutunu kullanarak RAM ve takas alanı (swap) kullanımımızı görelim.

Eskiden (çok eskiden yani) işletim sistemleri kurulurken RAM'in iki katı kadar bir alanın takas alanı için ayrılması öneriliyor olsa da günümüzde ise böyle bir miktarı ayırmak çoğu durumda gereksiz olacaktır. Bilgisayarın en ucuz ve arttırılabilir parçalarından biri sabit disk olsa da neredeyse hiç kullanılmayacak (en azından kullanılmamasını umduğumuz) bir alanı atıl bırakmak bana mantıklı gelmiyor. Zaten yukarıdaki örnekteki gibi 8gb RAM'i olan bir bilgisayarda RAM tamamen kullanılıyorsa takas alanını arttırmak işletim sistemini kullanılabilir halde tutmaya yetmeyecektir çünkü sabit diski nasıl biçimlendirirsek biçimlendirelim onu RAM kadar hızlı erişilebilir hale getiremeyiz.

Çok uzun zamandır takas alanı için ayrı disk bölümü oluşturmak yerine aynı işlevi görecek bir takas dosyası kullanmak çok yaygın. İster ayrı bir disk bölümü, isterse takas dosyası kullanılsın bunu okuma, yazma hızı en yüksek olan diskte bulundurmak iyi olacaktır. Sistemimizde takas bölümünün nasıl kullanıldığını görmek için swapon komutunu --show parametresiyle kullanalım.

Buradan /swapfile dosyasının takas dosyası olarak kullanıldığını, 2GB boyutu olduğunu anlıyoruz. Şimdi bu miktarın bize yetmediğini ve arttırmak istediğimizi farz edelim. Bu işlem için ihtiyaç duyduğumuz boyutta bir dosya oluşturalım. dd komutunun parametrelerini anlamak oldukça kolay olduğundan ayrıntıya girmiyorum.

Bu dosyanın erişim haklarını 600 yaptıktan sonra onu swap alanı olarak biçimlendirelim. Burada kullanacağımız komut da mkswap

Bu aşamada bir takas dosyası oluşturduk, onu biçimlendirdik ama kullanıma almadık. sudo swapon /swapfile2 komutuyla bu dosyayı kullanmaya başlayabiliriz.

Yine swapon --show ile kullandığımız takas dosyalarını görüntüleyebiliriz. sudo swapoff /swapfile2 komutuyla istediğimiz dosyanın takas dosyası olarak kullanımını sonlandırabiliriz.

Buraya yazdıklarımı ve bir disk bölümünü takas alanı olarak kullanma gibi ayrıntıları isterseniz aşağıdaki vidyodan izleyebilirsiniz.




23 Aralık 2023 Cumartesi

Kopenhag Üçlemesi - Tove Ditlevsen

Tove Ditlevsen Türkçeye sadece üç kitabı çevrilmiş Danimarkalı bir şair, yazar. Kopenhag Üçlemesi'nin kahramanı kendisi, yani o da Annie Ernaux gibi kendini yazdığı iddiasında. Böyle diyorum çünkü insanın kendi yaşadığı şeyleri bile olduğu gibi (bu ne demek ayrıca tartışılabilir elbette) hatırlaması mümkün değil. Tek başına olduğu zamanları doğru hatırladığını düşünen biri kolayca test edebilir bunu. Yanınızda biri varken yaşadığınız önemli olan, olmayan bir olayı o kişiyle konuştuğunuzda başka başka hatırladığınızı göreceksiniz (balkondaydık, hayır buzdolabının önündeydik gibi). Dauwe Draaisma'nın hafıza ve hatırlamayla ilgili ufuk açıcı kitapları olduğunu yazıp bu bahsi kapatayım yoksa konuyu romanlara getiremeyeceğim.

Üçlemenin çevirmeni Leyla Tamer romanları, içindeki şiirlerle birlikte duru bir Türkçeyle çevirmiş. Biraz bakınca başka çevirisi de yok gibi görünüyor. Umarım başka çevirilerini okuma fırsatımız da olur. Romanları yayınlayan Monokl Edebiyat tebrik edilmeyi hak edecek kadar özenli bir çalışmayla okuyucuya sunmuş kitapları.

Çocukluk

İlk kitap Çocukluk'ta üçlemenin kahramanı olan Tove'nin çocukluğunu kendi ağzından dinliyoruz. Yazar sevgisizlik içinde büyüyen bir çocuğun hissettiklerini sanki o yaşta birinin düşünceleriymiş gibi içtenlikle yazmış. Belki, beni yine de seviyor diye düşünmek elbette insanın sadece çocukken düşünebileceği bir şey değil ama kitabın tamamında anlatıcının gerçekten bir çocuk olduğuna bizi ikna edecek bir samimiyet var. İlkokulda öğretmenin başarılı telaffuzu yüzünden kendisini övdüğü bir cümleyi unutamamış olması bana derste doğrudan kendisine söylemediğim bir cümle yüzünden (artık evden ayrıldınız demişim) gece ağladığını aradan geçen 15 senede unutmadığını söyleyen eski öğrencimi (şimdiki arkadaşımı) hatırlattı. Ben de 100 üzerinden 105 aldığım bir sınavda hocanın üçlü amfide aynı durumdaki birkaç kişinin adını okuyup aferin dediği günü unutmadım doğrusu.

Tove övünç duyulacak bir şey değilim ben diyerek geçirdiği çocukluğunun sonrasında kendini daha iyi bir hayatın beklemediğini bildiği (düşündüğü) için çocukluğunu uzatabilmeyi istiyor ama bunu hangimiz yapabildik? Annesinin kendisini sevdiğine inandığı yaşta bu artık kendisini mutlu etmeye yetmekten çok uzakta. Leyla Tamer'in Türkçede yeniden yazdığı şiirleri o yaşta bir çocuğun yazması inanılmaz gelse de (yazmamıştır demiyorum tabi) çok güzel şiirler bence.

Gençlik

Hitler'in iktidara geldiği dönemde gençliğini (henüz liseye başladığı yaşına gençlik diyor yazar. Hoş ben de gençliğimin başladığı yaşları o zamanlar diye hatırlıyorum, bittiği yaşı bilemiyorum) yaşamak Tove'nin zaten parlak olmayan hayatını daha da kötüleştiriyor. Gençlerin evden ayrılmak için 18 yaşını doldurmayı beklemeleri ve bundan sonra kendi ayakları (belki dizleri demeliyim) üzerinde durmaya çalışmaları ve bunu özgürlük olarak görmeleri bugünden bakınca büyük cesaret gibi görünüyor bana.

Genç Tove "Doğru dürüst şiir yazmakla uğraşabileceğim bir yerim olmasını ne çok isterdim. Dört duvarı, kapalı bir kapısı olan bir oda. İçinde bir yatak, bir masa ve bir sandalye olan bir oda, bir de yazı makinesi veya bloknot ve bir kalem, o kadar. Ha, bir de kilitleyebileceğim bir kapısı." derken Woolf'un Kendine Ait Bir Oda'sını hatırlamamak mümkün değil.

Bağımlılık

Romanın özgün Danca adı Gift; zehir ve evlilik anlamlarına geliyor(muş) ve İngilizceye Bağımlılık (Dependency) olarak çevrilmiş. Roman acaba bahsi geçecek şey Tove'nin hayatını yaşarken hep başka erkeklere bağımlı olması mı diye düşündürerek başlıyor. Tove sadece 20 yaşında ve Alman işgaliyle beraber gençliğinin sona erdiğini hissediyor. Hitler Almanyasının Danimarka'ya yaşattıkları romanın arka planında hep var ama Tove'nin hayatının odağında hep şiir ve roman var. Yazar bu romanı yayınladıktan beş yıl sonra uyku hapları içerek intihar etmiş ve romanda bağımlılığının nasıl başladığını, içinden çıkılmaz bir hal aldığını anlatmış (elbette romanda geçenlerin kurgu olduğunu akıldan çıkartmadan söylüyorum bunları).

Üçleme ancak sırasıyla okunduğunda anlaşılabilecek ve keyif alınabilecek romanlardan oluşuyor. Belki üç kitap farklı yıllarda yazılmış olmasına rağmen tek bir ciltte bile basılabilirmiş (İngilizce olarak öyle de yayınlanmış).

17 Aralık 2023 Pazar

Miras, Postane Günlükleri - Vigdis Hjorth

Bir romanla ilgili en az önemsediğim şey yazarın roman hakkında söyledikleri, yazdıkları oluyor. Vay efendim otobiyografik miymiş, bunu yaşayan birilerini mi tanıyormuş, bunlar bence çok boş şeyler. Romanda anlatamadığı şeyleri sonradan onun hakkında konuşup anlatmaya çalışmak beyhude bir çaba bence. Eleştirmenlerin, edebiyat kuramcılarının (Berna Moran'ın Anayurt Oteli hakkında yazdıkları, Yusuf Atılgan'ın röportajlarından daha kıymetli değil mi?), okurların kitap hakkındaki değerlendirmelerini yazardan daha fazla önemsiyorum. Arada bir yazarların söyleşilerine de katılıyorum ama zaten pek az yazar romanda şunu demek istemiştim diyor konuşmasında. Vigdis Hjorth'le yapılan röportajları hiç okumadığımı, özellikle Miras'ın otobiyografik olup olmamasıyla hiç ilgilenmediğimi söylemek için bu kadar uzatmaya gerek var mıydı bilemiyorum.

Norveç (aslında Kuzey Avrupa) romanı denildiğinde aklıma hep Erlend Loe ve Dag Solstad'ın yazdıkları geliyordu (elbette günümüz edebiyatından bahsediyorum, Knut Hamsun gibi yazarları dışarıda bırakarak söylüyorum bunu). Özellikle Jon Fosse'yi okuduktan sonra Norveç edebiyatının aslında dünya edebiyatı olduğuna ikna oldum.

Vigdis Hjorth'ün iki romanını da Dilek Başak çevirmiş. Erlend Loe'nin bütün romanlarını çeviren Dilek Başak Hjorth çevirilerini de sanki Türkçe yazılmışlar gibi sunuyor bize.

<uyarı>
Yazının devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi olabilir.
</uyarı>

Miras

Miras yapanı şeytanlaştırmadan, mağdurun acısının üzerine basıp yükselmeden bir çocuk tacizini anlatıyor. Konu elli yaşını geçmiş bir kadının (Bergljot) babasının ölümünün ardından çocukluğunda gördüğü cinsel tacizi anlatması olunca çocuğun yaşadığı travmanın detaylandırılması, babanın nasıl kötü biri olduğunun anlatılması veya babanın kendi çocukluğunda yaşadıklarının aktarılması yapılabilecekken yazar bunlara neredeyse hiç girmiyor bile. Bergljot başından geçenleri erişkinliğinde, hatta evlenmiş ve çocukları varken, ailesine açıyor ve babası inkar ediyor. İki kız kardeşi (ağabeyinin durumu farklı ama onu okursunuz zaten) babaları (ve başka bir adama aşık olan anneleri) ortada bir kanıt yokken (nasıl olabilir zaten böyle bir kanıt, yıllar geçmiş üzerinden) ailenin iki üyesi arasında kalıyorlar.

Miras bölüşümü konusunda aile içinde çekişmelerin, kavgaların olması benim de çocukluğumdan alışık olduğum bir konu. En uyduruk şeyler bile paylaşılamaz ölünün ardından. Annem (canım) olur da ileride biz de kardeşimle böyle kavga ederiz (küseriz) diye korktuğundan hayattayken nesi varsa bize bölüştürmüştü (sanki ben kardeşimle böyle bir şey için tartışabilirmişim gibi. O zaten dünyanın en tatlı insanıdır).

Ölen babasının ardından "babam beni biraz da olsa sevmiştir herhalde" diye düşünen Bergljot ne babasını affeder (zaten böyle bir şeyin imkanı yoktur), ne yaptıklarına bir gerekçe bulmaya çalışır. Turan Oflazoğlu'nun "Sen sen sen, Yok olabilirsin ama, Seni sevmiş olmam, Yok olabilir mi?" demesi gibi babasının artık yok olması yaşadıklarının olmamış gibi olmasına imkan vermez. Ağabeyi haricindeki aile üyelerinin söylediklerinin söylenmemiş gibi davranmalarına da dayanamaz (kim dayanabilir zaten?). Yazar bizi gözyaşlarına boğabilecekken bu kozu kullanmamış ve yine de yüreğimizi sıkıştıracak harika bir roman yazmış.

Postane Günlükleri

Roman Ellinor'un bir şeyleri hatırlamamasıyla, anlamsız bulmasıyla başlayınca aman dedim bu da demans benzeri bir durumu anlatıyor. Biraz ilerleyince kahramanın kendini eksik adresli bir mektup, içerikten yoksun bir mektup gibi hissettiğini anladım. Hayatını kazanmak için yaptığı işleri küçük şeyler olarak görüp hayatımda daha büyük şeyler olmayacak mı, bu kadarına mı mahkumum diyen Ellinor romanın ortasında ortaya çıkacak toplumun oluşumuna katılmayım, sorumluluk almalıyım diyor. Hem de bunu 2010'da Norveç'te diyor.

İnsanın kendini anlaması, kendine karşı samimi olması, kendiyle senli benli konuşması bile çok zorken başkalarını anlaması elbette çok zor bir iş. Hjorth konuyu anlatırken lafı çok dolandırıyor, araya başkalarının hikayelerini, kendi ailesiyle ve sevgilisiyle ilgili konuları alıp bağlamı bizim tamamlamamızı bekliyor. Zaten öyle olmasa, yani doğrudan anlatmak istediğini anlatabilse herhalde bir roman yazmak yerine düşündüklerini yazardı. Aslında biraz da bu yüzden yazarların eserleriyle ilgili sonradan söylediklerine herhangi birinden daha fazla önem vermiyorum. Başka türlü söyleyemediği için bu romanı yazmış olmalı yazar.

Yazarın lafı bu kadar dolandırması (romanda kahramana söylettiği ifadeyle söylersek) yazılanların düşünülmüş değil de yaşanmış gibi hissedilmesini sağlıyor.

Romanda Ellinor üzerinde çok uzun zamandır tartışılan konular hakkında da düşünüyor. Theseus'un gemisinde olduğu gibi hakiki olan, asıl olan nedir gibi sorular üzerinde kendisiyle tartışıyor ama elbette bu hacimdeki bir romandan bir özgün bir çözüm önerisi beklememek lazım. Pink Floyd'tan Syd Barrett ayrılınca grup artık Pink Floyd olma özelliğini yitirmediği, hatta Roger Waters ayrıldıktan sonra onun yerine de bir(ler)i konabildiğine göre Rick Wright'ın ölümünün ardından David Gilmour ve Nick Mason yeni bir klavyeci ile yeni bir Pink Floyd albümü çıkarırlarsa bu grup artık Pink Floyd olmaz mı sorusunu biz de zaman zaman arımızda konuşuruz (Eğer olmuyorsa Türkiye'deki son konserlerinde Camel grubunu dinlemeye gidenler kimi dinlediler?). Hatta biraz daha ileri gidip Gilmour ve Mason grubun son halinden ayrıldıklarında onlarla birlikte yıllardır çalan grup üyeleri yeni bir albüm yapsalar, konser verseler bu grup hala Pink Floyd olur mu? Bu sorulara Heraklitos gibi grup üyeleri değişmese bile her bir araya geldiklerinde zaten aynı grup olmuyorlar diyerek cevap vermek bir seçenek olsa da soruların varlığı kahramanın nasıl sıkıntılar içinde olduğunu anlamamıza yardımcı oluyor.

Dilerim üretken bir yazar olan Vigdis Hjorth'un diğer eserlerini de okuma imkanımız olur.

16 Aralık 2023 Cumartesi

Yönetmen Yazar Alain Robbe-Grillet

Kimin önerisiyle okuduğumu hatırlamadğım Alain Robbe-Grillet romanlarını sanki kameranın vizöründen bakarak yazmış bir yazar. Özellikle Kıskançlık bir yönetmen tarafından yazıldığı çok belli olan bir eser. Anlatıcının olayları yorumlamadan (minimum seviyede yorumlayarak diyelim) aktardığı bir tarzda eserler vermiş.

Yazarların klasik roman anlatışından sıkılmaları ve yenilikler denemek istemeleri son derece anlaşılır geliyor bana. Her şeyi bilen bir anlatıcının olması kendi başına sorunlu bir durum. Anlatan kahramanların bütün düşüncelerini nasıl biliyor, bize doğrusunu mu anlatıyor (sonuçta kurmaca bir metinden bahsediyoruz ama bazen yazarın bir kahramandan yana taraf tuttuğunu düşündüğüm çok oluyor benim) gibi sorular edebiyat okuyucusunun aklını kurcalayan şeyler.

Kıskançlık

Romanda anlatıcı kişilerin düşündüklerini bilip bize aktaran biri değil. Bir anlatıcı var evet ama sadece fotoğraflara, bazen de kısa videolara bakıp bize tasvir eden biri bu. Fotoğrafta görülmeyen şeyleri o da bilmiyor. "Belki saçının bu tarafıyla işi bittiği için hareketlerine ara verdi" diyor örneğin. O da emin değil ara vermenin nedeninden. Anlatıcının her şeye hakim olmaması okuduğumuz metne biraz mesafe katsa da metni daha inandırıcı kılmak yönünde bir çaba (70 sene önce yapılmış denemeleri yeni bir şey gibi sunmuyorum elbette, ben yeni okudum).

Romanda diyaloglar çok az, konuşmaların hepsini duymuyoruz, duyduklarımızın çoğu da tekrarlardan oluşuyor. Kıskançlık sıradışı bir roman; yazarın aynı zamanda bir sinemacı olduğu romanın her satırında fark ediliyor. Roman kameranın hareketlerinden çok fotoğraf karelerinin okuyucuya anlatılması şeklinde ilerliyor. Bazı bölümlerde (hatta romanın tamamında) romanla hiç ilgisi olmayan detaylar okuyucuya "ben ne okuyorum" dedirtecek kadar ayrıntılı bir şekilde anlatılıyor. Tiyatro için sahnede görülen silahın zamanı gelince patlaması gerekir dendiği şeyin bu romanda karşılığı yok. Gölgeler, şekiller, izler çok kadar detaylı anlatılıyor ama öykünün geneliyle ilgileri yok. 100 sayfalık roman sürekli tekrarlarla, işe yaramayan ayrıntılarla geçiyor ama romanın baş karakteri olan A...'nın hayatı da 12 ay boyunca tekrarlayan rutinlerle geçiyor. Hayatı böyle tekrarlar içeren birinin evdeki eşyaların gölgelerine, konumlarına böyle ayrıntılı bakmaktan başka çaresi de olmuyor (pandemi döneminde evdeki halimi düşününce çok benzerlikler buldum bu anlatım tarzıyla).

Romanda takip edilecek bir olay yok. Bir duygu durumu ona uygun bir şekille anlatılmış. Romanın adı Kıskançlık olarak yazılmasa okuduktan sonra çok az kişi bu ismi verebilirdi bence.

Silgiler

Yazarın ilk romanı olan Silgiler'i ben Fol Yayınlarından okudum ve bana son okuması iyi yapılmamış gibi geldi. Bir çok yerde rı'lar n olarak, nı'lar m olarak basılmış. Kitabın YKY'dan da bir baskısı yapılmış, her iki kitap da Alp Tümertekin'in çevirisi. YKY daha özenli bir baskı yapmıştır, tercih fırsatınız olursa ona şans verin derim.

Silgiler klasik anlamıyla bir polisiye değil. Evet bir cinayet var (olup olmadığı şüpheli olsa da), olayı soruşturan polisler var, tanıklar var (çoğunun aklı başında değil ama varlar) ama sonuçta Sherlock'taki gibi bulmaca çözen birileri yok (bir bulmaca var ama nasıl çözüleceği belli değil). Robbe-Grillet her sahneyi bir yönetmenin film çekimi öncesi hazırladığı taslaklar gibi anlatıyor. Kronoloji, kimden bahsettiği gibi gibi konular yazarın özellikle açıkça anlatmadığı şeyler. Aynı sahneyi farklı muhtemel senaryolarla tekrar tekrar okumak romanı sıkıcı hale getirmemiş, aksine romanda bazı şeyler anlaşılmadan kalıyor ama zaten hayat da öyle değil mi? Benim hayatta tamamını anladığım o kadar az şey oluyor ki romana laf etmeye genelde yüzüm olmuyor.

70 yıl önce Yeni Roman diye adlandırılmış bu yazım şekli ama günümüz okuyucusuna yeni gelir mi emin değilim. Yeni olsun olmasın benim beğenerek okuduğum bir roman oldu Silgiler.

Ölümsüz Kadın

Romanların sinemaya aktarılmasını sıkça görüyoruz (ve beğenmiyoruz) ama ilk defa bir sinema filminin sahne sahne anlatıldığı ve filmden görsellerle zenginleştirildiği bir roman (sineroman deniyormuş bu türe) okudum. Önsözü okumadığım için önce film çekilmeden yapılan hazırlığı okuduğumu düşündüm (görseller sonra eklendi sanmıştım) ve böyle büyük bir hazırlık (libretto gibi) yapıldıktan sonra başka bir yönetmen de çekebilirmiş gibi geldi filmi.

Robbe-Grillet Kıskançlık romanındaki gibi her şeyi ayrıntılarıyla tarif ediyor bu sineromanında da. Filmde görülmeyen bir şeyi anlatmıyor, yorumlamıyor. Film 1963'te İstanbulda geçiyor ve internetten bulup izlemek imkanı var. İnsanlık dünyanın dışına çıkmamışken, daha aya gidilmemişken elbette İstanbul bugünkünden çok başka bir halde. Kitabı okumasanız bile filmi izlemekten keyif alacağınızı tahmin ediyorum. Sunuş yazısında geçmiş İstanbul için yazdığı gibi: "Giden dönmez ama gönlünüzde yaşatabilirsiniz".

14 Aralık 2023 Perşembe

Kedi Gezegeni - Lao She

Peter Sloterdijk yazma eylemi için "Göndericilerin, gönderilerinin gerçek alıcılarının kim olacağını önceden kestirememeleri, yazılı kültürün oyun kurallarındandır" diyor. Yaşadığımız coğrafyadan ve kültürden çok uzakta, onlarca hatta daha fazla yıl önce yazılmış eserleri kendimize çok yakın bulmamız yine onun ifadesiyle "Kitap ve mektup yazanlar ile onların mektuplarını alanların varsayımsal dostluğunun" bir kanıtı olsa gerek.

Kedi Gezegeni Çin'in önemli yazarlarından Lao She tarafından 1933'te yazılmış. Roman'ın ilk sayfasında Çinli kahramanın bir uzay gemisiyle Mars'a gittiğini ve gemisinin parçalanması sonrası orada Kedi İnsanlarla karşılaştığını öğreniyoruz. Ne orada nasıl hayatta kalabildiğine şaşırıyor ne de Kedi İnsan diye bir şeyin varlığına. Mars'ta başka uygarlıkların da mevcut olduğunu öğrenmiş olmasına rağmen kahraman dünyaya nasıl döneceği hakkında bir kaygıya da sahip değil. Kafka romanlarındaki gibi çok saçma bir şey oluyor ve biz de durumun saçmalığına değil de olayların nasıl ilerlediğine odaklanıyoruz (Kafka romanlarındaki gibi dediğimde sanki yaşadığımız hayatta böyle yapmıyoruz demiş gibi oluyorum farkındayım. Aslında başımıza o kadar garip şeyler bir anda gelmiyor, yoksa biz de çoğunlukla ne olayların altındaki mantığı aramaya çalışıyoruz ne de duruma itiraz ediyoruz aslında).

Kedi Ülkesindekiler için "Eğer zaman öldürmek bir iş olsaydı Kedi İnsanlarının işlerini çok iyi yaptıkları söylenebilirdi" diyor kahraman. Kedi İnsanları bildiğimiz anlamda bir iş yapmadıkları gibi toplumsal düzenleri de bizimkinden çok farklı (belki de çok benzer). Konu insanlar arasında geçmediğinden bir distopya sayılabilir mi bilemiyorum ama romanın çıktığı dönemde ülkesinde çok tepki çektiğini tahmin etmek zor değil.

Kedi Ülkesi ülkenin eğitim seviyesini yükseltmek için her yere okullar açıyor. Sonra bütün okulları üniversite yapıyor. Hatta hepsini en iyi üniversite sayıyor. Bu kadarını yapınca bir adım daha ileri gidip ilkokula başladıkları gün öğrencilere üniversite diplomalarını veriyor. Böylece hiçbir işe yaramayan diplomalarıyla bütün ülke insanı üniversiteden birincilikle mezun oluveriyor.

Kahraman kimse ekip biçmezken, çalışmazken, üretmezken Kedi Ülkesinin imparator'un parayı nereden bulduğunu sorduğunda "Tarihi eserleri satar, toprak satar, siz yabancılar bizim ulusal hazinelerimizi ve topraklarımızı satın almaya bayılıyorsunuz o yüzden para konusunda kaygımız yok." cevabını alır. İmparator hazretlerinin maddi sıkıntısı yoktur ama halk genel olarak perişandır. Ülkenin aydınları yurtdışından yabancı kelimeler öğrenir ama anlamını bilmeden kullanırlar bu kelimeleri. Zaten kendi ülkelerinde aldıkları eğitimin kalitesini düşününce dışarıda kültürlerinin artmamasına şaşmak da mümkün olmaz. Kedi Ülkesi komşu ülkelerden çok etkilenmekte ama bir adım ileri gitmek şöyle dursun, olduğu seviyede bile kalamamaktadır. "Bizim özelliğimiz taklit etmeye çalıştıkça daha da kötüye gitmektir."

Kedi Ülkesinde vicdanım hayatımdan daha önemlidir diyen çok küçük bir grup var ama onlar da bir araya gelip mücadele edemiyorlar. Bir düşman işgalinde ilk kaçanın imparator hazretleri olduğu Kediler Ülkesinde yaşamadığımız için şükretmemek mümkün değil.

4 Aralık 2023 Pazartesi

Sakar - Alexandre Seurat

Aile içi şiddet konusunda çocuğun, öğretmenlerin, sosyal hizmet görevlilerinin çaresizliğini vurucu bir şekilde anlatan bir roman Sakar. Hiçbir şiddet sahnesi içermemesine rağmen kendi çocukluğunda benzer şeyler yaşamış biri için okuması kolay bir kitap olmayabilir çünkü çocukluğum "beş kardeş çok acıtmaz mı?" karikatüründeki gibi geçti ama benim bile bağırasım geldi incecik romanı okurken. Nesrin Demiryontan hiç aksamayan bir Türkçeyle çevirmiş romanı.

Romanları okurken aklımda hep bu metni nasıl okuyoruz sorusu oluyor. Tamam kurmaca ama yazar yazılanlara nasıl inanmamızı bekliyor? Klasik romanda her şeyi bilen, kahramanların aklını okuyan bir anlatıcı var, buna ikna olmak kolay. Bazen mektuplar, günlükler bulundu, onları okuyorsunuz diye başlangıçta bir not oluyor, buna da eyvallah. Metin zaten bir kahramanın (bazen birden çok kahramanın) ağzından konuşunca yine yazılanlara ikna olmak zor değil benim için.

Sakar'da yazar sanki Diana'nın ölümünden sonra savcı bir soruşturma yapmış ve ifadelerini zamanlayarak bir araya getirip bize sunmuş gibi başlıyor (gibi diyorum çünkü roman böyle bir şeyden (yani soruşturmadan) bahsetmiyor). Bölümlerin başında kimin konuştuğu yazıyor (Teyze, Okul Doktoru, Üçüncü Müdire gibi) ve biz onun anlattığı kadarını öğreniyoruz. Her konuşma geçmiş zamandan bahsediyor ama o geçmiş zaman bugünden (romanın şimdiki zamanından) bakılan zaman değil. Konuşmanın (neden ifade diyemediğime birazdan geleceğiz) yapıldığı zaman bugünden önce ama bahsi geçen zamandan sonra. 79. ve 81. sayfada Diana'nın birer cümle konuştuğu iki bölüm (belki alt bölüm demek daha doğru olur) olmasa bir ifadeler bütünü okuduğumuza ikna olmakta bence bir sorun olmayacaktı ama o iki bölüm var. Yazar Diana'nın konuşmalarını bir yukarıdaki bölümde Jandarmaların duyduklarını anlatıyormuş gibi bize aktarsa hiç böyle bir kafa karışıklığı olmayacakken Diana'nın sesini duymak (çaresiz yavrucağın sesini duyar gibi oluyor insan gerçekten) böyle bir kurguya imkan vermiyor.

Diana'ya ait bölüme gelene kadar ben romanın baş kahramanı hariç herkesin onun hakkındaki hatıralarını, düşüncelerini anlattığı ama onun hiç konuşmadığı (olmadığı) bir roman okuduğumu düşünmüştüm. Ahmet Hamdi Aydaki Kadın romanında "Bereket versin o gece Selim yoktu. O gece... O gece Selim’in yokluğu vardı" diyor ya ben de "Roman Diana hakkında ama o yok, onun yokluğu var" diye düşünmüş ve çok beğenmiştim (sonunda yine beğendim). Eğer romanlarda böyle şeyleri dert etmiyorsanız eminim çok beğenirsiniz Sakar'ı.

23 Kasım 2023 Perşembe

"Hayatımı yazsam roman olur": Annie Ernaux

Türkçedeki yedi romanında da kendi hayatından bölümleri anlatan bir yazarın diğerlerinin arasından sıyrılıp bu kadar tanınması ve ödüller kazanmasının esbab-ı mucibesi anlattığı hatıralar değil onları anlatış şekli olsa gerek. Romanlarında neredeyse hiç sonu merak edilecek bir şey yok Ernaux'un. Yaşadığı dönemi düşününce ondan çok daha kötü (en azından merak edilecek) tecrübeler yaşamış milyonlar vardır mutlaka (insanların acılarını yarıştırmak mümkün olmasa da romanlarını okuduğunuzda hak vereceksiniz diye tahmin ediyorum). Eminim benimki gibi inişsiz çıkışsız bir hayatı bile (son sekiz yılı, biraz daha yakında hayatın pazar günü gibi geçirdiğim geçen yılı saymazsak elbette) Ernaux anlatsa benzer şekilde bir edebi keyifle okunabilirdi (tabi onun anlatım şekliyle yazabilmesi için benimle aynı hayatı yaşaması, yani ben olması gerekirdi ki ben yazamadığıma göre o da yazamamış olurdu [bir kere kendini düzeltme artık]).

Ernaux oldukça üretken bir yazar ve Türkçeye çevrilmemiş çok kitabı var. Umarım Nobel aldıktan sonra diğer kitaplarını da Türkçe okuyabiliriz. Bir kadın ve Yalın Tutku romanlarını Yaşar Avunç, diğer beş romanı Siren İdemen okuduğunda çevirmenin hangisi olduğu anlaşılmayacak şekilde çevirmişler. Yazarın iki kitabının başka yayınevlerinden baskıları da yapılmış. Can Yayınları Babamın Yeri'ni Bir Adam, İletişim Yayınları Olay'ı Kürtaj adıyla basmış daha önce. İlkini bilmeden almıştım ama iyi ki Olay'ın arka kapağını okudum da Sinem taa Almanyalardan getirecekken gerek kalmadığını fark edebildim.

Aşağıda çevrilmiş kitapları hakkında yazarken mümkün olduğunca okuma keyfini kaçıracak bir şeyi söylememeye çalıştım. Zaten yukarıda da söylediğim gibi romanlarda sonunda ne olacak diye bir bekleyiş de yok. Yine de kitapların arka kapağını bile okumak istemeyenler için uygun olmayabilirler. Sadece Olay romanı hakkında bir şey yazmadım. Erkekler her konuyu bilip hakkında fikir beyan etmesin dedim.

Boş Dolaplar 

Bundan sonra okuyacağımız Babamın Yeri, Bir Kadın ve Olay Boş dolapların içinden çıkacak. Babasının ölümünün ardından Babamın Yeri, annesinin ölümünün ardından Bir Kadın ve bu romanın başladığı ve bittiği konuyu anlattığı Olay'da yazarın Boş Dolaplar'da bahsettiği durumları daha ayrıntılı okuyacağız (Breaking Bad'in içinden Better Call Saul'un çıkması gibi). Ernaux yetiştiği ortamı, eğitim hayatını ve onu Olay'a kadar getiren süreçleri çarpıcı bir dille anlatıyor. Çocuk ve genç kızlık aklıyla hissettiği duyguları eğip bükmeden, gerekçelendirmeye çalışmadan dümdüz anlatması romanın etkisini çok arttırıyor.

Annem memurdu ve beni okutmak için hep fedakarca yaşadı, ben de sonuçta bir devlet memuru oldum, Ernaux'un bahsettiği gibi bir sınıf atlamadım. Onun çocukluğunda ailesinden memnun olmaması (nefret etmesi demek çoğu durumda daha doğru olur aslında) gibi bir durumu da hatırlamıyorum. Hatta annem çalışıyor diye gurur duyuyordum onunla. Romanı beğenmek için yazarla veya kahramanla (burada ikisi aynı kişi gibi görünüyor ama bu mümkün olabilir mi bilemiyorum) empati kurmak gerekmediğinden çok severek okuduğum bir roman olduğunu söylemeliyim.

Babamın Yeri

Yazarın babasının ölümünün ardından ailesinin hikayesini sanki fotoğraflara bakarak anlatıyormuş gibi yazdığı etkileyici bir roman Babamın Yeri. Anlatıcı sadece kendi gördüğü yaşadığı şeyleri değil, babasının çocukluğu gibi, görme imkanı olmayan olayları da anıların şiirselliğine, eğlenceli alaycılığa yer vermeden, dümdüz bir yazıyla anlatıyor. Anıların (fotoğrafların) kesikli yapısı anlatımda da karşılığını buluyor. Kitabı okumadan sadece sayfalarına hızlıca bakan biri bile akıp giden bir metinle karşı karşıya olmadığımızı kolaylıkla anlayabilir (burada zor okunan bir roman olduğunu söylemek istemiyorum). Metnin bu yapısına rağmen bahsi geçen insanlar çok hakiki (ben de kendisinden daha iyi olacağım umuduyla bana bakan bir anneyle büyüdüğüm için bana öyle gelmiş olabilir).

Elbette bir ölümün ardından yazıldığı için biraz hüzün içeriyor ama sonuçta hepimizin öleceğini bir sır değil. Bahsi geçen ölüm trajik bir ölüm değil (her ölüm erken ölümdür biliyorum). Yine de insanın ailesiyle bu kadar uzun yıllar hatıralarının olmasını bir şans olarak görmek gerekir gibi geliyor bana.

Bu kitaba başlamadan önce Kafka'nın Babaya Mektup'u ve Oğuz Atay'ın Babama Mektup öyküsünü yeniden okuyayım diye planlamıştım ama onlar (özellikle Kafka'nınki) okuması kolay metinler değil (Atay'ı o kadar seviyorum ki zaten ara ara Korkuyu Beklerken'i baştan sona okuyorum diye yeniden okumadım). Belki erkeklerin babalarına yazdıklarıyla (kağıda dökmese bile her erkeğin babasına yazdığı mektubu/mektupları vardır herhalde) kadınlarınki arasında böyle farklar oluyordur.

Bir Kadın

Ernaux Babamım Yeri'nden üç yıl sonra bu sefer annesinin ölümünün ardından o kadar da dümdüz yazamamış. Babasından bahsederken annesini tanımış olmamıza rağmen sadece annesinin hayatını okurken Ernaux'un babasının değil annesinin kızı olduğunu görüyoruz. Babamla eğlenirdim, annemle sohbet ederdim diye tarif ediyor bu durumu Ernaux.

Annesinin ölümünden sonraki hafta her yerde ağladım dediği hali ben de yaşadığım için roman bana o zamanlarımı hatırlattı (annemin ölümü pazar. aynı gece çanakkale uçağı. sabah dönemin son haftasının dersleri. Gökçe: hocam üzgün görünüyorsunuz. o haftadan sonra ilgili ilgisiz her yerde ağladım).

İncecik ama bana çok dokunan bir metin oldu Bir Kadın.

Yalın Tutku

Ernaux'un hayatında ölecek kimsesi kalmadığından (iki oğlu da hayatta) bu sefer yaşadığı tutkulu aşkı anlatıyor. Tutkumu açıklamak değil -bu, onu bir hata ya da gerekçelendirilmesi gereken bir kargaşa olarak kabul etmek anlamına gelir- sadece sergilemek istiyorum diyor Ernaux. Yazılanın ne kadarının otobiyografik ne kadarının kurgu (hoş kurgu olmayan bir şey yazılamaz bence ya neyse) olduğuna takılmadan okunduğunda yukarıdaki romanlarınkine çok benzer bir anlatım diliyle okunan güzel bir roman okuyucuyu bekliyor. 

İlk okuduğum zaman (Nobel alışından hemen sonra) yazarın bahsettiği tutku bana oldukça hastalıklı gelmişti. "Kimi zaman, kendi kendime, belki bütün gününü bir saniye bile beni düşünmeden geçiriyor diyordum. Kalktığını, kahvesini içtiğini, konuştuğunu, güldüğünü gözümün önüne getiriyordum, sanki ben yokmuşum gibi" diye yazan roman kahramanı (yani Ernaux) bu okuyuşumda bana yaşadığı bu yoğun duygu yüzünden az insanın sahip olabildiği bir şansı yakalamış gibi geliyor. Roman çok alıntılanan şu paragrafla bitiyor:

"Çocukken benim için lüks, kürk mantolar, uzun elbiseler ve deniz kıyısındaki villalardı. Daha sonra, bunun entelektüel bir yaşam sürmek olduğuna inandım. Şimdi bana öyle geliyor ki lüks aynı zamanda, bir erkeğe ya da bir kadına olan tutkuyu yaşayabilmektir."

Olay

Çarpıcı bir roman.

Seneler 

Her yerde en çok övülen kitabı olmasına rağmen ancak ikinci denememde bitirebildim Seneler'i. 1940-2000 yılları arasını oldukça kesikli bölümlerle anlatan kitaptan bir roman keyfi almak benim için mümkün olmadı. Çok uzun süreli bir panaroma gibi okumak mümkün ama ben Türkçeye çevrilmiş diğer kitaplarını daha çok beğendim.

Kızın Hikayesi

Yazarın 2016'da yazdığı ve yeni çevrilen romanında 1958'de yaşadıkları anlatılıyor. Bu romanda yazarın şimdiki halini konuşturduğu anlatıcı kendisinin 18 yaşına girdiği günlerde yaşadıklarını aktarıyor ve değerlendiriyor. Bunu yaparken o yıllara ait hatırlamadığı düşünceleri ve olayları da romanın bütünlüğü için hatırlıyormuş gibi yapmaması klasik anı kitaplarından farklı bir yere koyuyor elimizdeki kitabı. Anlatıcı hem kendi şimdiki zamanını ve hem de kendi gençliğindeki daha evvelki bir şimdiki zamanı bazen ayrı ayrı, bazen karşılıklı duruyorlarmış gibi iç içe anlatıyor. Bir zamanlar olduğu kızı söküp parçalarına ayırmaya çalışması içerik olarak da şekil olarak da bundan önceki romanlarıyla aynı dili konuşuyor.

Başka yazarlardan da benzer açık sözlülükte, bu kadar cesur (hatta bazen daha da cesur) hatıralar okumuş olmamıza rağmen (Olay da benzer şekilde olabildiğince açık yazılmış bir roman örneğin) Ernaux'un anlatmanın (romanlaştırmanın) şehvetine kapılmıyor burada.

21 Kasım 2023 Salı

William Gaddis

En az şey okuduğum edebiyat türlerinden biri post-modern edebiyattır herhalde. Bir okuma grubuyla Agape'ye Ağıt'ı okuyunca yazarın çevrilmiş diğer kitabı olan Amerikan Gotiği'ni de okudum ve yine post-modern olan kısmı nedir anlamadım doğrusu. Gaddis sadece beş roman yazmış ve ülkesinin edebiyatı üzerinde etkisi büyük olmuş bir yazar diye bahsediliyor ama yazarın kimliği yazdıklarından bağımsız değerlendirilmesi gereken bir şey bence. Amerikanın savaş sonrası en önemli yazarlarından biri sayılan Gaddis'in en önemli, neredeyse 1000 sayfalık, eseri olan The Recognitions Türkçeye çevrilmemiş maalesef.

Agape'ye Ağıt başka bir romanla karşılaştırılamayacak bir metin olsa da Amerikan Gotiği sıradan (benim gibi) roman okurunu tatmin edecek bir eser bence.

Agape'ye Ağıt

Atay'da olduğu gibi bazen eserin bir parçası değilse normalde önsözleri okumam. Hele yazar tarafından yazılmamışlarsa. Agape'ya Ağıt hakkında hiçbir şey bilmediğim bir kitap olduğundan bu sefer önsöze bakayım dedim ve çok isabetli bir karar verdiğimi anladım. Sven Birkerts tarafından yazılan önsözde elimizdeki kitabın (kelimenin "düz" herhangi bir anlamıyla roman olmayan bu kitabın) Thomas Bernhard'ın Beton romanınıyla iç içe geçmiş olduğu yazdığından önce onu okudum. Eğer böyle yapmayıp elinizdeki kitaptaki bazı yerleri anlamadığınızı düşünürseniz dert etmeyin, önce Beton'u okusaydınız yine çoğunu anlamamış olacaktınız.

Her iki kitap da penceresiz tuğla duvar örgüsüyle yazılmış. Yüz sayfalık tek bir paragraftan oluşuyor Agape'ye Ağıt. Yazarın ölmek üzere olan bir kanser hastasının ağzından (kendi ağzından) konuştuğu, bildiğimiz cümle kurallarını çok zorlayan bir metin Agape'ye Ağıt. Çevirmen Zeynep Alpar çok zor bir işin üstesinden gelmiş. Tahmin ederim bir daha çevirse ortaya başka bir metin de çıkabilirmiş. Kitabın sonundaki 110 not var ama daha fazlasına gönlü elvermemiş olmalı çünkü metin neredeyse tamamen başka metinlere göndermelerle dolu. Bu kadar az ömrü kalmış bir yazarın bu notları kendisinin hazırlamamış olması çok anlaşılabilir bir durum. Önsözde yazdığı gibi tanıdık bir ses değil edebi bir şifre okumak isteyenlerin ilgilenebileceği bir metin. Bendeki kitap 2014'de tek baskı yapmış ve anladığım kadarıyla pek satmamış.

Amerikan Gotiği

1985'te yazılan Amerikan Gotiği tek mekanda geçen filmler gibi sadece bir evin içini gördüğümüz ve sadece orada konuşulanları duyduğumuz bir roman. Romanın baş kişileri Elizabeth ve eşi Paul'ün birbiriyle konuşmaları haricinde eve gelen Elizabeth'in kardeşi ve oturdukların evin sahibi haricinde kimsenin (eve gelen temizlikçiyi saymazsak) ne dediğini duymuyoruz. Telefonla dış dünyayla haberleştiklerinde karşı tarafın konuşmalarını bilmiyor olmamıza rağmen yazar diyalogları çok başarılı yazdığından bir eksiklik varmış gibi de gelmiyor. Elizabeth hariç diğerleri sözüne güvenilir insanlar olmadığından aklımızdan kurguyu tamamlarken hep bir tereddüt yaşıyoruz. Romanın başlarında Elizabeth'in gerçek dışı bir hayat yaşadığı izlenimini edinirken zamanla onun kendisinde astım varken bağırsak hastalıkları uzmanına görünen saf biri olduğunu anlıyoruz. 

Kurgunun ve konuşmaların kendisi o kadar başarılı ki sömürge faailitleri, istihbarat örgütleri, misyonerlik çalışmaları gibi konulardan bahsetmese bile keyifle okunur bir roman olurmuş Amerikan Gotiği.

Çevirmen Şefika Kamcez hem akıcı bir Türkçeyle söylemiş hem de okuyucuyu boğmayacak kadar dipnotlarla metnin anlaşılmasını kolaylaştırmış.

19 Kasım 2023 Pazar

Kısa Bir Cehennem Ziyareti - Steven L. Peck

Gerçekleri dünyamızdan farklı zaman ve mekanları anlatan bilim kurgu ve fantastik edebiyatın harika bir örneği Kısa Bir Cehennem Ziyareti. Theodore Sturgeon'dan aktarılan “İyi bilim kurgu, iyi edebiyattır” sözünü doğrular nitelikte, Agustina Bazterrica'nın Leziz Kadavralar romanı kadar etkileyici bence. Yosun Erdemli'nin akıcı bir dille çevirdiği yazarın Türkçedeki tek kitabını Çınar Yayınları tek baskıyla bırakmış maalesef.

<uyarı>
Yazının devamında "meğer katil uşakmış" gibi bir sürprizbozan yok ama yine de içerikle ilgili hiçbir şey duymak istemeyenler burada ayrılsalar iyi olabilir. KBCZ bir macera romanı değil ama ben yine de uyarmış olayım.
</uyarı>

Romanın inançlı bir Hıristiyan olan kahramanı, Soren Johansson, öldükten sonra cehenneme gider. Yaşamında dinin gerektirdiği bütün görevleri yerine getirmiştir ama gerçek dinin Zerdüştlük olduğunu öğrenir (biraz geç olmuştur evet). Ahûra Mazda'nın cehennemi (herkes için tek bir cehennem olduğu da belli değildir ama kahramanımızın gittiği cehennem) çok katlı (ama gerçekten çok katlı) bir kütüphane gibidir. Binanın sağdan sola uzun (ama gerçekten uzun) koridorlarında tavana kadar kitaplar ve katların arasında da bir derin boşluk vardır. Cehennemdekilerin görevleri kendi hayatlarını anlatan kitabı bulmaktır. Bu kitabı bulan cehennemden çıkış biletini de bulmuş olacaktır ama görevi zorlaştıran şey (eğer imkansız değilse) kitapların tamamen rastgele karakterlerle dolu olmasıdır. Yani tamamen a'lardan ve noktalardan oluşan kitaplar da vardır ve rastgele dizilmişlerdir raflara. Bunun bizim evrenimiz için gerçekleştirilemez bir şey olduğu açıktır (ya da hepimiz belki okuduğumuz kitaplarda o kitabı arıyoruzdur) ama burası cehennemdir işte.

Cehennemde ziyaretçilerin barınma, temizlik ve beslenme ihtiyaçları giderilmektedir (bunların cehennemde bile birer ihtiyaç olması...). Her gece otomatik olarak uyuyup, sabah yenilenmiş olarak uyanırlar. Kendini kalıcı olarak öldürmek de mümkün değildir, bunu yapan yine ertesi gün hiçbir şey olmamış gibi uyanır.

Soren'in ölmeden önceki eşi de yer yöne ışık yıllarınca uzanan bu cehennemin içindedir ama kısa zamanda (ileride zaman ölçüsü milyar yıllar olacaktır) ona ulaşamayacağını anlar. Küçük de olsa bir grup insanın olması cehennemi katlanılır kılan bir etken olur herhalde, bu büyük yerde konuşacak kimsenin olmaması ayrı bir eziyet olabilirmiş ama Ahûra Mazda o kadar da insafsız davranmamış. Bir grup insanın kontrol mekanizması olmadan bir arada olması durumunda Sineklerin Tanrısı ve Körlük'de olduğu gibi birilerinin gücü eline geçirmesi ve diğerlerine üstünlük kurması kurmacanın bile kaçamadığı bir gerçeklik sanırım. KBCZ'de de böyle olur ve Soren'in tek gerçek aşkı Rachel katlar arasındaki sonsuz boşluğa atlar, Soren atlayamadan yakalanır. Boşluk o kadar derindir ki ölmediğini bildiği Rachel'e asla bir daha ulaşamaz.

Sartre'ın meşhur "cehennem başkalarıdır" sözünü bozarak söylersek belki de "cehennem ötekinin olmayışıdır".

Kjersti Skomsvold

Türkçeye iki romanı çevrilmiş 43 yaşında, Norveçli bir kadın yazar Kjersti Skomsvold. Çevirmen Deniz Canefe'nin aslında olabildiğince yakın çevirdiğine güvendiğimizden Skomsvold'un roman dili hakkında da konuşabiliriz diye düşünüyorum. Sven Birkerts "Bir yazarı eserinden ayırmak her koşulda zordur" diyor ama Annie Ernaux gibi uç örnekler haricinde yazarın hayatını bilmenin okuduklarımıza etkisinin olmaması gerekir aslında (33 isimli romanında yazar kahramanına "insan 'aslında' sözcüğünü kullandığında söylediğinin gerçek olmadığı anlamına gelir bu" dedirtiyor). İki romanda da kadın kahramanların aklından geçenleri okuyoruz, hele Hızlandıkça Azalıyorum'daki metnin elimize nasıl ulaştığını açıklamak da mümkün değil (aslında gerekli de değil).

İskandinav dillerinden çokça çevirisini okuduğum Deniz Canefe meğer 56 doğumlu, Hacettepe mezunu bir hekimmiş. Skomsvold'un iki romanını da yazarın Türkçe basımlarına gıpta edeceği şekilde çevirmiş.

Hızlandıkça Azalıyorum

Ölmekten de yaşamaktan da eşit derecede korkan yaşlı Mathea'nın neredeyse hiç yaşamadığı hayatının romanı Hızlandıkça Azalıyorum. Mathea hem fark edilmek, önemsenmek istiyor (sanki bunu istemeyen varmış gibi yazıyorum ya neyse) hem de evinden hiç çıkmamak. Harika bir espri anlayışı var; "Epsilon'a kendimin tanıdığım en komik insan olduğumu söylüyorum. 'Tamam da sen benden başka kimseyi doğru dürüst tanımıyorsun ki" diyor Epsilon. 'Yine de...' diyorum" bölümü bana kardeşimi hatırlattı (elbette sen bambaşkasın canım). Mathea çok az şey yaptığı, anlamlı hiçbir şey yapmadığı hayat yaşıyor ki parmak uçlarının kanamasını bile hayatta olduğunun bir belirtisi sayıyor. Kendiyle de, hayatıyla da ne yapacağı hakkında fikri yok. Uzun ömrün sonunda (sonun ne zaman olduğunu bilemesek de) insanın aklının biraz bulanık olması normalse de onun durumu bambaşka.

Skomsvold'un anlatımı tam da Mathea'nın duygu durumuna uygun. Bazen tek kelimelik kısa cümleler. Dışarıdan fark edilmesi mümkün olmayan afacan çocuk düşünceleri. Mathea'nın zihninde olmasını bekleyeceğimiz gibi anlatıda atlamalar. Romanı Mathea'nın dilinden okuduğumuz için onun kafasının kocasıyla ve alt komşuyla karışık olması bizi de şüphede bırakıyor ama zaten oralarda olanlar çok da önemli değil.

Hayatın ilanihaye süreceğini düşünerek (böyle olmadığını bilse de) yaşayan okurun giremediği bir zihnin içinden konuşarak çok güzel bir roman yazmış Skomsvold.

33

Bu romanda da 33 yaşındaki matematik öğretmeni K.'nın zihnindeyiz. K. intihar eden sevgilisi Ferdinand ve yeni sevgilisi Samuel ve evdeki albatros ve okuldaki öğrencileri arasında gidip geliyor. Ölen sevgilisiyle konuşması gerçekliği bozduğundan gerçekten ameliyat olup olmadığınından veya evdeki albatrostan emin olamıyoruz ama K.'nın dediği gibi 'bir roman, "konu"sundan daha fazlasıdır her zaman, anlattığı olaydan daha büyüktür'.

K.'nın ölse de kendinden ayıramadığı siyam ikizi gibi olan Ferdinand ve kendisini hüzünlendirecek kadar hoşlandığı yeni sevgilisi Samuel hakkında düşündüklerini, yaşadıklarını ortada gerçek bir olay olmadan, anlatılanlara da çok şüpheyle yaklaşarak okuyoruz ama sonunda K. ile Samuel'in birbirinin ellerinde birer serçe gibi oturmalarını dileyerek bitiriyoruz romanı. Hızlandıkça Azalıyorum kadar olmasa da severek okudum 33'ü.

17 Kasım 2023 Cuma

Bir büyük İspanyol yazar: Camilo José Cela

Kimi yazarları ya siyasi fikrinden, ya hayattaki duruşlarını sevmediğimden kitaplarını da okumuyorum (Soljenitsin gibi Nobel benzeri büyük ödül almış olanları okusam dahi mesafeli yaklaşıyorum) [okumuyorsun işte daha mesafeli nasıl olunabilir?]. Cela da benim için öyle biriydi. Okunacak o kadar çok yazar ve daha da çok kitap var ki birilerini böyle elemek bana normal geliyor. Zaten bilinçli bir eleme yapmasak bile yazılmış eserlerin çok küçük bir kısmını okuyabilmiş oluyoruz (insan yaptığı her şeyi sonradan rasyonelleştirebiliyor görüyoruz). Bir arkadaşın ısrarıyla Türkçedeki dört kitabını okudum ve beğendim Cela'yı. Yine de kendilerini sevmediğim için kitaplarını okumadığım diğerlerine haksızlık ettiğimi düşünmüyorum (akıllanmadığım da ortada sanırım).

Bu konudaki en büyük pişmanlığım "Bu yaşa geldim içimde bir çocuk hâlâ Sevgiler bekliyor sürekli senden" diyen Metin Altıok da dahil yeni şairlerimizi çok geç okumamdır. Metin Altıok'a bile yeni dediğimden zamanında hangi şairleri okuduğum anlaşılmıştır sanıyorum.

Cela'nın Türkçede dört kitabı basılmış ama pek satmamış anladığım kadarıyla. Bunun nedeninin yazarın insan olarak sevilmemesi veya romanların özgünlüğü olmadığını düşünüyorum çünkü kimlerin romanları kaçıncı baskılarını yapmış aklım almıyor bazen. Cela romanlarında anlatım tarzı olarak hep yenilikler denemiş bir yazar (demek Cela öveceğim günler de gelecekti). Yazdıklarını kendi dilinde okuyabilmek için İspanyolca biliyor olmayı isterdim (bu nasıl olabilirdi onu da bilemiyorum. Sorsalar İngilizce biliyorum ama İngilizce bir metinden edebi bir keyif alabildiğimi söyleyemem).

Cela kendi yazdıklarının (aslında hiçbir edebi metnin) başka dillere çevrilemeyeceğini düşünen bir yazar (bir çevirmenin twitter'da "parasını versinler her şeyi çeviririz" yazdığı aklıma geliyor böyle itirazları okuduğumda). Bunu Pascual Duarte ve Ailesi'nin Türkçe basımına yazdığı önsözde [artık önsöz de okuyoruz bakıyorum] şöyle temellendiriyor: "İspanyolca silla (sandalye) sözcüğünü Fransızlar chaise, İngilizler chair diye çevirir; oysa iyice düşünülürse, silla, chaise ve chair üç ayrı dilde adlandırılmış aynı şey, aynı eşya değil, her biri tam olması gerektiği gibi nitelendirilmiş üç ayrı şeydir." "Kültürlerin ortak bir görüntüsü ve değiş tokuş edilebilen bir aracı yoktur, ama bu kesin yargının sorumlusu biz yazarlar değiliz." Bence üç romanın da Türkçesi güzel ama özgün metinlere ne kadar yakınlar, bunu bilmek mümkün değil benim için.

Pascual Duarte ve Ailesi

Romanın kahramanı aynı yıl yayınlanan Camus'nun Yabancı'sı gibi kendi yaptıklarını kayıtsız bir şekilde izliyor. Feleğin sillesini yemiş derbeder bir adamın derbeder yaşamının derbederce akıp gittiği bir metin Pascual Duarte ve Ailesi. Cela'nın bu metni neden çevrilemez diye düşündüğünü Arif Alev Güçlü'nün Türkçesini okuyunca kolayca anlıyor insan. Hemen her satır deyimlerle, benzetmelerle bezeli. Alev hoca romanı çok zengin bir dille aktarmış okuyucuya.

Pascual yaptığı ve yapmak üzere olduğu şeyleri "Olay aslında çok önemsizdi, yaşamımızı en çok etkileyen olayların her zaman olduğu kadar önemsizdi" diye tarif etse de okuyucunun kanını dondurur bunlar çoğunlukla. Bu kadar acayip şeyler yapmış (sürprizbozan olmasın diye ayrıntıları vermiyorum) birinin yazdıklarının doğru olduğuna inanmamızı sağlayan şey onun olaylara kayıtsızlığı olsa gerek.  İnfazını bekleyen bir mahkumun notları olarak okuyucuya sunulan roman yazarın ilk romanı ve daha sonra başka anlatım şekillerinin bizi beklediğinin sinyallerini veriyor.

Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor 

"Ege Denizi'nin fırtınayla kabaran sularında kahramanca ölen, kişniş yaprağı gibi narin, sevgili oğlu Elian'nın anısına yazdığı" metinlerden oluşuyor roman. Bayan Caldwell ne oğluyla ilgili anılarını yazıyor sadece, ne de günlük yaşamını ona anlatıyor. Bazen çorbayla ilgili kısacık bir not görüyoruz, bazen kaktüslerle. Ne yazarsa yazsın hep hasretin kokusunu duymak mümkün bu notlarda [burada araya gireceksin sanmıştım, bence iyi dayandın]. "Geniş bir hoş söz repertuarım olsun isterdim oğlum. İyice ezberleyeyim, sen hoş sözler duymaktan yoruluncaya, usanıncaya kadar, teker teker sana söyleyeyim diye" yazan Bayan Caldwell'in notlarını okurken insan notlar arasında kaybolup ne okuduğunu bile unutabiliyor olsa da bitirince notların tamamından bir duyguyu hissetmek mümkün oluyor.

Arı Kovanı ve Bayan Caldwell Oğluyla Konuşuyor'u İspanyolcadan Gökhan Aksay çevirmiş. Her iki çevirinin Türkçesi de oldukça tatmin edici.

Arı Kovanı

Bütün karakterlerin, salyangoz gibi kendi önemsizliğine gömülerek yaşadıkları, kahramanı olmayan bir roman Arı Kovanı. Bir yanıyla da onlarca ana karakteri, belki yüzlerce yan karakteri olan bir roman. Yazar sanki elinde bir kamerayla kafede oturanların konuşmalarını bize aktarır. Bir masada uzun süre kalamaz, yandaki masaya geçer. Biri kalkıp dışarı gidince onun peşinden gider. Onun bahsettiği biri olunca kamera ona çevirilir bu defa. Bazen konuşanın veya anlatılanın kim olduğunu şaşırmak da mümkündür ama varsın şaşıralım, kimse ana kahraman değildir zaten. Bu vızır vızır arı kovanının içinde Cela büyük bir ustalıkla, sanki bir kaç çizgiyle bize onlarca karakteri kanlı canlı sunar. Nasıl roman bir olayla başlamadıysa bittiğinde de bir şey bitmez aslında. Çok büyük bir roman bence Arı Kovanı.

Roman 1982'de Mario Camus tarafından La colmena adıyla sinemaya da aktarılmış. Cela da küçük bir rolde oynadığına göre senaryo kendisine makul gelmiş olmalı.

On Bir Futbol Öyküsü

Türkçede 1994'de tek baskı yapmış öykülerinden oluşan kitabı boşa vakit kaybı olarak görüyorum. Çevirmen Arzu Etensel İldem'in ne kadar katkısı var bilmiyorum ama anlaşılmaya değer bir şey yok bence bu öykülerde. Yine de romanlarını o kadar beğendim ki bir öykü kitabını boşuna okumuş olmayı o kadar dert etmiyorum.

12 Kasım 2023 Pazar

hayat-olmayan-hayatların yazarı: Dag Solstad

Sevdiğim şeylerin önemli bir kısmını uğraşarak sevmişimdir (Uğur'la beraber Pink Floyd'un Animals albümünü bu kadar insan yanılıyor olamaz diyerek defalarca dinlediğimizi, hakkında konuştuğumuzu, sonra yavaş yavaş sevdiğimizi daha dün gibi hatırlıyorum (Bana bir insanı uğraşarak sevmek mümkün olmaz gibi geliyor ama buradan devam edersek konu çok dağılır [Daha ilk cümledeyiz ya, bu neyin parantezleri böyle? Lütfen!])). Daha önce Kuzey Avrupa romanlarını genellikle sevmediğimi yazmıştım ama belki kaçırdığım bir şeyler vardır diyerek Dag Solstad'ın çevirilmiş bütün kitaplarını okuyayım dedim. Böyle uğraşıp sevemediğim yazarlar çok oldu; örneğin Kundera'nın ve Soljenitsin'in de bütün kitaplarını okudum ve fikrim değişmedi (Kundera'nın Kimlik romanını sevmiştim, şimdi yalan söylemiş olmayayım).

Dag Solstad'ın romanlarını eskiden sevmediğim şeylerin neler olduğunu ve nedenlerini de düşünerek okudum bu sefer. Uzun cevabı aşağıya yazıyorum ama kısaca söyleyeyim; başka türlü anlanıyorum artık bu coğrafyanın edebiyatını (eğer hepsini temsil eden bir edebiyat diye bir şey mümkünse tabi). Nispeten severek okuduğum Erlend Loe'nin kitaplarını da yeniden okuyayım diye planlıyorum (eskiden olsa Solstad'ları sana getirirdim).

Burada bahsedeceğim YKY'dan çıkan ilk beş romanın çevirmeni Banu Gürsaler Syvertsen ve Jaguar Kitap'tan yayınlanan iki romanın çevirmeni Deniz Canefe. Her iki çevirmenin de çok güzel Türkçeleri var ve kitapların titiz çalışmalarla okuyucunun karşısına çıktığı belli.

Aşağıda romanları okuduğum sırayla yazıyorum.

Profesör Andersen'in Gecesi

Arka kapağında Hitchcock'un Arka Pencere'sinin, Camus ve Larkin'in bir birleşimi olduğu yazdığından önce filmi tekrar izleyip ardından Camus'nün Düşüş ve Yabancı'yı tekrar okudum. Daha önce hiç Larkin okumadığımdan onun da Bayram Düğünleri'ni okudum (umarım bahsi geçen Larkin aynı yazardır). İşin doğrusu her roman için böyle ön okumalar yapmıyorum ama bu sefer Meryem okuyunca üzerine konuşalım dediğinden tedarikli olayım istedim (hakkında konuşmadık o ayrı konu).

Kitapla ilgili "diğer Kuzey Avrupa romanları gibi derdi kalmamış insanların yazabileceği bir kitap. Hiç Kuzey Avrupa romanı okumamış birine eminim çok garip gelecektir ama sen seversin diye tahmin ediyorum" diye yazmıştım ama yazarın diğer kitaplarını okuyunca fikrim değişti.

Zaten kısacık olan romanda Profesör Andersen evinin camından karşı binada işlenen bir cinayeti (tam da emin değil ama çok şüphelendirici bir şey) görüyor ama bunu polise haber vermiyor. Polisi aramamasının nedeni böyle bir imkanının olmaması veya korktuğu için arayamaması değil (sonrasında bir korku oluyor tabi). Sadece olaya veya katilin hayatına müdahale etmek istememesi gibi kolay bir açıklaması da yok durumun. Okurken ara polisi, delirtme insanı diyerek okumuş olsam da edebiyattan insanlık dersi beklememek gerekiyor elbette. Benzer bir olayda güvenlik güçlerini arayamayan okurun yaşayacağı tecrübe büyük ihtimalle Profesör Andersen'inkinden çok farklı olacaktır. Andersen'in tereddütlerini, karar veriş ve vazgeçişlerini çok başarılı anlatmış yazar.

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap

Ben öyle yapmadım ama bu romanı okumadan önce Henrik İbsen'in Yaban Ördeği oyununu okumak bence çok iyi fikir olur. Solstad okumaya devam ettiğinizde ileride (Mahcubiyet ve Hassasiyet'te) yeniden karşınıza çıkacak ve yazar neden bahsediyor diye düşünmekten kurtulacaksınız. Romanlarda bahsi geçmesinin yanında güzel de bir oyun Yaban Ördeği.

Roman üç perdelik bir oyun gibi. İlk perdede baş karakter Bjørn Hansen'i ellinci yaşında görüyoruz. Doğum gününü sessiz sedasız, kendi başına, Kongberg'de bir apartman dairesinde muhteşem yalnızlığıyla kutlayan Hansen'in bu yaşa kadar yaşadıklarını okuduktan sonra ikinci perde de (elbette roman perdelere de, bölümlere de ayrılmış değil) oğluyla yaşadıkları, son perdede ise çılgın planı Büyük Ret'in gerçekleştirilmesi anlatılıyor. Romanı okurken bir üçlemenin ilk kitabı olduğunu bilmediğimden oğluyla olan kısımları neden anlattığını anlayamamıştım (oğlu 17. Roman'ın önemli bir karakteri olarak tekrar karşımıza çıkacak). Hansen'in Büyük Ret planıyla ve romanı geri kalanıyla neredeyse hiç bağlantısı olmayan bir bölüm gibi burası.

Oğlunun en küçük davranışından bile (ilgili, ilgisiz) çokça sonuç çıkarması, karşılıklı konuşsalar kolayca anlayabileceği şeyleri sürekli aklında kurup durması ve konuları mikro düzeyde bölüp her birini ayrı sorgulaması okuyucuyu deli etse de başarıyla anlatılmış. Suat Derviş de romanlarında bahsettiği kavramları kahramanlarına ayrıntılarıyla sorgulatır ama Hansen bu işi bir başka seviyede yapıyor.

Elbette insan hayatında tesadüflerin (şansın) büyük rolü var. Hatta özgür irade de hakkında çokça düşünülmüş, yazılmış, hâlâ tartışılan bir konu. Hayatını çok ehemmiyetsiz bulan Hansen kendi aldığı kararla bir şey yapmayı planlıyor (sürprizbozan olmasın diye yazmıyorum ama büyük bir şey beklemeyin). Yaptığı şeyi "bir marifet", "bir isyan" ya da "bir meydan okuma" olarak adlandırmak ona abartılı ve gülünç gelse de bu eylemi hayata geçirince müthiş bir tatmin hissi alıyor. Roman Hansen'in neye yaradığı belli olmayan isteğinin başarıya ulaşmasıyla sona eriyor.

17. Roman

Hansen'in dalaveresi açığa çıkmış, hapiste yatmış ve çıkmıştır artık. On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'ın ortalarında bahsi geçen oğlu Peter bu zamanda okulunu bitirmiş, işini kurup evlenmiş hatta bir çocuğu bile olmuştur. 67 yaşındaki Hansen çok yalnızdır, hiç arkadaşı yoktur. Ama kitaplarım var, bu durum tersine olsaydı daha kötüydü diye düşünür. Her ne kadar insanları özlemiyor gibi dursa da kendine yapılan, yapılmayan her şeyi çok önemser Hansen. Hatta yapanın bile farkına varmadığı küçücük şeyer üzerinden yaşar hayatını. Bir yanıyla T. Singer'a çok benzer. Bu benzerlik belki kültürlerine çok yabancı olduğumuz için Korelilerin ve Japonların bize benzer gibi görünmesine benziyordur emin değilim.

Hansen'i hayatına katabileceği son mutluluğu da (aslında abartmamak lazım insan her yaşta aşık olabilir (romanda bir aşk yok. onu mutlu edebilecek bir şeyi kast ediyorum) ama Hansen okuyucuya bu umudu vermemektedir) yaşayamadan evine dönen otobüste bırakırız romanın sonunda. Üçlemenin son romanı henüz çevrilmedi ama ben hâlâ buraya yazma enerjimi korurken yayınlanırsa onu da aşağıya eklerim.

Mahcubiyet ve Haysiyet

On Birinci Roman, On Sekizinci Kitap'a başlamadan önce Yaban Ördeği'ni okumuşsanız bu romanda çokça bahsi geçecek şeyler hakkında bilginiz olacaktır. Okumamış olanları bile merak ettirecek kadar romanın içinde olan oyunu okumuş olmama rağmen romanın kahramanı Elias Rukla'nın üzerinde durduğu noktaların hiç dikkatimi çekmediğini söylemeliyim. 

Elias ellili yaşlarda bir edebiyat öğretmenidir (Solstad'ın kahramanlarının benimle yaşıt olmasına bazen sinir oluyorum). Diğer Solstad karakterleri gibi Elias da her tavrın, sözün ardında bir şey arar ama bunu kendini çok önemsediği için değil başka türlüsünün mümkün olmadığını düşündüğünden yapar. Örneğin okulun gözdesi denebilecek Johan Corneliussen kendisine sıcak davrandığında kendinde ne bulduğunu bilemez ve üzerine düşündüğü zaman da eğer bu konu üzerine çok düşünüp bulursa bundan sonra o şeyin ne olduğunu bilmediği zamanlarda davrandığından daha farklı davranabileceğinden endişe eder. Bu benim de zaman zaman aklıma gelen konulardan biri olduğundan bazı yönlerden Elias'a yakın hissetmiş olabilirim. Belki de kendimde beğenmediğim (örneğin Elias kendi kendine tartışır, Singer (ondan ileride bahsedeceğiz) kendisiyle tartıştığı gibi hayalindeki kişiyi karşısına oturtup onunla uzun uzun konuşur) tarafları Kuzey Avrupa romanlarında görmek benim onları sevmememe neden olmuş da olabilir. İnsan kendiyle ilgili önemli bir problemi bir romanda görebilir mi, görse de bunu bloga yazabilir mi bilmiyorum, o da ayrı konu aslında.

Kendisinin asla bütünlenemeyecek yarım bir insan olduğunu düşünen Elias'ın hikayesi en güzel Solstad romanlarından biri bence.

Lise Öğretmeni Pedersen'in Ülkemize Musallat Olan Büyük Siyasi Uyanışa Dair Anlatısı

Okuduğum en uzun Solstad romanı bu oldu (kitabın adı tekrar edilemeyecek kadar uzun). Diğer romanlarında da göreceğimiz gibi romanın başında kahraman yaşadığı yerden başka bir yere gider (Tolstay'a atfedilen ama onun olmadığı yazılan "İyi hikayeler iki şekilde başlar: Ya bir insan bir yolculuğa çıkar, ya da şehre bir yabancı gelir." sözünde olduğu gibi). Norveç gibi refah seviyesinin çok yüksek olduğu bir ülkede Maocu bir partiye katılmadan önce kendini yararsız biri, bir fazlalık olarak gören Knut Petersen'in hiyakesini okuruz romanda. Daima kendi yolunda giden, dalgın, hayatın gizemleri üzerine uzun uzadıya kafa yoran biridir Knut (hangimiz değiliz?). 

Belki yazar böyle düşünerek yazmamıştır ama partiyle olan ilişkisi ve bu süreçte geçenleri ben daha çok bir arka plan hikayesi olarak okudum. "Öyle bir kabus ki uzanıp tutabileceğim kişi orada duruyordu ama tutamıyordum, o artık uzanıp tutulamayacak biri olmuştu" diyen Knut diğer Solstad karakterine çok benzer. Biraz daha gençtir o kadar.

T. Singer

Diğer Solstad romanlarında gördüğümüz gibi T. Singer da üç büyük parçadan oluşuyor. Aradaki ikinci parça çok sonra üçüncü parçadaki küçük bir yere bağlanıyor ama o kadar uzun anlatılmasa da anlatı değerinden bir şey kaybetmezmiş gibi geliyor bana. Solstad'ın tarzı böyle ve zamanla buna alışılıyor.

Singer kendine özgü bir utanma sorunu olan, kişiliksiz bir sorgulayıcı, benliksiz bir yaşam reddiyecisi, tümüyle olumsuz bir ruh olarak tanıtılıyor bize. Toplumun bir parçası olmaktansa öyleymiş gibi yapan bir kütüphaneci olan Singer, yapmak zorunda olduğu şeyleri yapmaktan korkar. Yıkılmış bir geçmişten özgürleşme diye tarif ettiği yeni bir eve çıkma fikrini hayata geçirmek bile üzerinde çokça düşünmesini gerektiren çok zorlu bir sürece dönüşür. Rutinlerle dolu, tanımları belli görevleri yapmak isteyen sıradan biri olmak istemektedir. Böyle biri olmasına rağmen attığı bir kahkahanın veya ölen karısıyla zaten ayrılmak üzere olduğunun başkaları tarafından önemsenmediğini düşünmez, bunları dert ederek kendini kahreder.

Romanın başında insanların kendi hakkındaki düşüncelerini çok önemseyen, hatta buna takıntılı biri gibi gördüğümüz Singer'ın ileride değil sevilmek, dikkat çekmek bile istemeyen biri olduğunu anlıyoruz. Yazar bize ayrılmak üzere olduğu karısının kızının bakımını üstlenmesinin ve kendine sıfırdan bir hayat kurmamasının nedeninin onu sevmesi olmadığına ikna etmeye çalışsa da [artık yazara da güvenmiyoruz demek!] Singer Isabella'nın gençlik dönemini normal yaşayabilmesi için kendi varlığını kolayca silebilecek biridir. Isabella'nın büyüyüp yanından ayrıldığında ondan beklentisi "arada sırada bu günleri hiçbir rahatsızlık hissetmeden, yalnızca geçmişte kalmış, o zamanki yaşamıyla hiçbir ilgisi olmayan bir dönem olarak düşünmesi"dir.

Kahramanın sevdiği birinin kendisini sonradan böyle hatırlamasına razı olması romanın kurgusuna uygun olsa da bana yaralayıcı geldi. Çok güzel bir roman T. Singer.

Armand V.

Solstad'ın yeni bir anlatım tekniği denediği bir roman Armand V. Romanda klasik anlamdakine benzer bir anlatıcı var ama okumadığımız bir romana yazılan dipnotlardan oluşan bir metin var karşımızda (yazar önce İosif Brodski'nin Su Seviyesi'ne dipnotlar yazmayı düşünmüş ama sonunda bu metni yazmış. Su Seviyesi'ni daha önce okumamıştım, bu romandan sonra okudum ama ondan da bahsedersem yazı iyice okunmaz bir hal alacak korkarım). Kapaktaki dipnotlar ifadesi okuyucuyu bildiği anlamda dipnotlarla karşılaşacağını yanılgısına uğratmasın çünkü kimi dipnot sayfalarca sürüyor ve kahramanların diyalogları da mevcut bu dipnotlarda. Bazı dipnotlara ekleme yapan başka dipnotlar da var. Dipnotlarda konuşan anlatıcı bazen yazarın ağzından konuşurken, bazen de klasik romandaki gibi kahramanları tasvir ediyor. Böyle bahsedince anlaşılmaz bir metin varmış gibi demiş gibi de olmayayım. Dili yenilikçi olsa da kolay okunur güzel bir roman bence Armand V.

Dipnotlara ait romanı okumamış olmamız yazarın işini bazı yönlerden kolaylaştırırken bazı yönlerden de zorlaştırmış bence. Gelişen olayların nasıl bağlandığının ayrıntılarını yazmak ve okuyucuyu ikna etmek yükünden kurtulurken ortada bunlar olmadan bütünlüğün sağlanması da kolay bir şey olmamış. Yazım tekniği yenilikçi ama bir başka romanın benzer şekilde sadece dipnotlardan oluşması (eğer ilave yenilikler olmazsa) zor gibi geliyor bana.

Umutsuzca mutluluğu arayan Norveçli bir diplomat olan Armand'ın hikayesini severek okudum.

29 Ekim 2023 Pazar

Kore'den bir büyük romancı: Han Kang

Uzak Doğu edebiyatı hakkında bilgim neredeyse sadece Japon yazarlarla sınırlı sanırım. Han Kang'ı okuyunca Güney Kore romanı ile Japon romanı benzerlikler var gibi geldi ama her iki kültürden de o kadar uzağım ki yazarın önemli gördüğü bazı şeyleri hiç fark etmemiş de olabilirim. Türkçe'deki üç kitabından Han Kang'ın yeni anlatım şekilleri denemek konusunda cesur bir yazar olduğunu söyleyebilirim.

Romanların çevirmeni Göksel Türközü Kore edebiyatı hocası olduğundan metinler çok akıcı bir Türkçeye sahip.

Vejetaryen

2016'da Uluslararası Man Booker Ödülünü alan roman yazarın farklı zamanlarda yazdığı üç uzun öyküden oluşuyor. İlk bölüm bitince anlatılan hikaye de bitti gibi gelmişti ama ikinci bölümle konu bambaşka yerlere geldi. Eğer romanla ilgili bir yazıda et yememekle ilgili olduğunu okuyorsanız yazan romanı okumamıştır veya (daha zayıf bir ihtimal ama) anlamamıştır.

Romanın kahramanları; bir kadın, eşi ve kız kardeşi. İlk öyküde konu sadece kız kardeşin et yememeye başlaması gibi gelse de sonra çocukluğunda sevgi dolu bir ortamda büyümemiş çocukların yaşadıkları karşımıza çıkıyor. Baskı ve/veya şiddet gören çocuğun normal (ne demekse artık) bir yetişkinlik yaşaması şansa ve uzun sürecek emeklere (tedavilere) bağlı galiba.

Fiziki zorluklarla karşılaşan küçük kardeş olmasına rağmen, ne çocukluğunda ne de yetişkinliğinde elinden bir şey gelmeyen konular için kendini sorumlu hisseden ablanın yaşadıkları bana küçük kardeşten daha yıkıcı geldi. Sersemin teki olan kocasının yaptıklarını bile değiştirebilir miydim diye düşünüyor çaresizlikten (Bu konuda dirayetli davranıyor hakkını yemeyeyim). İnsan kendi yaşadıklarına bile kolayca müdahale edemezken başkasının hayatı için acaba şöyle yapsam bu kötü sonuca mani olabilir miydim diye düşündüğünde (elbette hiç bunu düşünmeyelim demiyorum ama bütün sorumluluğu, her zaman üzerimize almamak lazım) hayat içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor. Hayat başlangıç durumlarına hassas bağımlı olduğundan başka türlü yapacağımız her şey sonrasında olacak şeyleri elbette etkiliyor ama bunun tam olarak nasıl gerçekleşeceğini öngörmek de mümkün değil.

Beyaz Kitap

Georges Perec'in Kayboluş romanı nasıl sadece içinde e harfi geçmeyen bir roman değilse Beyaz Kitap da sadece beyaz renk etrafında anlatılardan oluşmuyor. Yazarların böyle kısıtlamalarla yazmaları (Han Kang kurmacayı beyaz renk etrafında bir sınırlama ile mi yazmış bilmiyorum tabi) yaratıcılığı arttıran bir unsur olabiliyor (tek elle piyano çalmak gibi belki de (sanki hayatımda piyanoya dokunmuşum gibi yazıyorum ama bazen böyle bir etkisi oluyor gerçekten)).

Beyaz Kitap şekil olarak da alışılmışın dışında bir kitap (roman mı emin değilim). Önce sadece beyaz üzerine denemeler gibi başlıyor ama yavaş yavaş bir tema etrafında dolandıkları anlaşılıyor. Kitabın neredeyse yarısı boş sayfalardan oluşuyor, bazı bölümler şiir gibi, bazıları gerçekten şiir. Bitirince ince beyaz bir kağıdın arkasından bir kadının yaşadıklarını görmüş, duygularını hissetmiş gibi oluyor insan (elbette bütün okuyucuları bilemem ama bendeki his öyle oldu).

Kahramanın annesinin kendisinden önce doğumda ve hemen sonrasında iki çocuğunu kaybetmiş olması ve bu konunun konuşulduğu bir ailede büyümesi, benim uzun ömrümde hiç aklıma gelmeyen şeyleri sorgulamama neden oldu. Aynı olayı yaşantılayan iki kişi aslında farklı şeyler yaşamış olabileceği gibi, farklı yaşantılar da iki kişiye aynı şeyi yaşamış hissi verebiliyor demek ki.

Çocuk Geliyor

Ödül alan romanı Vejetaryen olmasına rağmen Çocuk Geliyor daha etkileyici bir roman bence. Konusu ve anlatım tekniği okuyucuyu kolayca kavrıyor. 1980'de Güney Kore'de geçen, içinde işkencelerin, kötü muamelelerin olduğu bir anlatıyı Türk okurun yakın bulması kolay (bir birine bu kadar uzak coğrafyalarda benzer acıların olması da çok acı elbette).

Romanda anlatıcının kahramanı için "dikkatlice cevap verdi" değil de, "dikkatlice cevap veriyorsun" diye bahsetmesi okuyucunun zaten çok kötü şeyler yaşayan kahramanla (her bölümde aynı kişi de olmuyor bu) empati yapmasını hızlandırıyor. Başka bir romanda görmediğim dildeki bu yenilik (en azından benim için yenilik) romanın kurgusu ve konusu kadar, hatta onlardan da çok etkileyici oldu diyebilirim.

Halid Halife'nin Ölmek Zor İş romanında üç kardeş babalarının cenazesini gömmek için yaptıkları yolculukta nasıl babalarının ölü bedenini bırakamamışlarsa Çocuk Geliyor'da da Kore halkı ölülerini gömmeden (hatta kayıplarının ölüm haberini almadan) bırakamıyor (yine bizim çok yakın olduğumuz duygular). Farklı kültürler işin içine girince bu davranışı sadece dini inanışla açıklamak zor olur gibi geliyor bana (romanda neredeyse kimsenin bir dini inanışı yok). Bedenden bağımsız, ölünce onun içinden çıkan, bir ruh olduğuna inanmak bir daha göremeyeceğin birinin tamamen kaybolmadığını düşünerek avunmak demek aslında (Ruh kendi bedeninin yanında ne kadar kalır acaba...). Bir daha göremeyeceği, sarılamayacağı birinin aldığı eskiyen şapkayı bile atamayan birinin (benim) kolay anlayacağı bir şey bu.

Yazarın üç kitabı da güzel ama sadece birini okuyacaksanız (böyle bir kısıtlama neden olsun bilemiyorum) Çocuk Geliyor'u okumak bence iyi bir tercih olur.

21 Ekim 2023 Cumartesi

"Kalbim O Viran Evlere Benzer"

İki yıl önce (2021'in 13 Kasım'ında (sanki tarihin bir önemi varmış gibi)) hakkında neredeyse hiçbir şey bilmeden izlediğim bir oyundu Gomidas. Surp Vortvots Vorodman Kilisesinde çok etkileyici bir ortamda ve müthiş bir finalle izlediğimiz oyunu çok beğenmiştik (insan aşık olduğunda her şey güzel gelir biliyorum ama oyun gerçekten çok güzeldi). Oyun hala oynanıyor, giderseniz eminim siz de kurmaca mı (aslında bütün sanat kurmacadır elbette), yoksa tarihi bir karakter mi olduğu bilmeseniz bile büyülenerek çıkacaksınız oyundan. Oyunda Gomidas'ın Ermeni bir müzisyen ve müzikolog olduğunu anlaşılıyor ama insan hakkında daha çok şey öğrenmek istiyor (aslında oyunlara, konserlere çok iyi hazırlanıp gittiğimiz bir dönemdi ama bu oyuna yoğunluktan iyi çalışamamıştım (hep mazeret)).


Bir yıl sonra, 14 Ekim 2022'de, Birzamanlar Yayıncılık'ta (Cemal Reşit Rey Konser Salonuna çok yakın bir yerde (İstanbul'u ne kadar iyi bildiğimi arkadaşlarım çok iyi bilir)) bir Gomidas sergisi olduğunu öğrenince, bu sefer tek başıma, sergiyi gezmeye gitmiştim. Bir apartmanın üst katlarındaki yerini kolayca bulamasam da içerideki arkadaş büyük bir sabırla bana sergiyi dolaştırdı; her bir parçayı, fotoğrafı anlattı. Anadolu'da bir arada gayet normal bir hayat sürmüş halkların bugünkü durumlarının insanın içini acıtmaması mümkün değil. Sergi hala gezilebilir durumda mı bilmiyorum ama kalıcı bir sergi de var yayınevinde, onu görmek isteyebilirsiniz belki. Oradan iki minik defter (biri bende, yazmaya kıyamadım) ve Gomidas Vartabed'in Müzik Mirası isimli bir kitap almıştım.

Kitabı aldıktan bir yıl sonra, bugün, okuyabildim (Neruda "Günahlarım veresiye ama Güzel yanlarım peşin" diyor ama hangimiz Nerudayız?). Kitabı ikisi de müzikolog olan Melissa Bilal ve Burcu Yıldız birlikte hazırlamışlar. Gomidas'ın mektupları, arkadaşlarının onunla ilgili anıları, Gomidas'ın yayınlanmış makaleleri ve yazarların iki değerlendirmesiyle hem dönem hakkında, hem de Gomidas ve çalışmaları hakkında etraflıca bilgi edinmek mümkün. Gomidas'ın Kütahya'da doğmuş Türkçe konuşan bir Ermeni olduğu, asıl adı Soğomon Soğomonyan iken ve 25 yaşında Vartabed (rahip) olunca Gomidas adını aldığı gibi bilgilerin yanında Ermeni kültürüne ve müziğe bakışı ve katkıları da ayrıntılı anlatılıyor. Kitaba alınan anılarda Gomidas'a büyük bir saygı, sevgi ve muhabbet görmek mümkün. Tahmin edebileceğiniz gibi (hatta daha kötü) çok üzücü bir sonla bitmiş hayatı. Keşke bu topraklarda yaşamış sanatçılar gündemimizde yer bulabilseler ve onlardan haberdar olmak için tesadüfler gerekmese.

Ben her şeyi birer yıl arayla yapıyormuşum gibi yazdım ama siz sevgileri yarınlara bırakmayın.

17 Ekim 2023 Salı

Tatlısu - Akwaeke Emezi

Afrikalı yazarların romanlarının büyüler, ruhlar gibi konuları içermesi benim için okumayı zorlaştırıcı oluyor. Márquez'de olduğu gibi bir büyülü gerçeklik olmuyor romanlarında (hoş ben o büyülü gerçekliği de sevmem) hayatın bir parçası olarak ruhlar, tanrılar anlatılıyor. Orada yaşanan hayatın herkes tarafından kabul edilen ögeleri olduğundan yazarların kullanması normal olsa da Çanakkale'de evde tek başına kitap okurken bazı tanrıların olayların akışını değiştirmesini kabul etmek zor geliyor. Eğer öyle tanrılar, öcüler yoksa hayat nasıl böyle saçma sapan bir hal alıyor onu da bilemiyorum (görüyorsunuz kabahat benim değil).

Afika romanının önemli isimlerinden Chinua Achebe'nin bir üçlemesini okumuştum ve bitirmek zor gelmişti diye hatırlıyorum. Okuduğum pek çok Afrikalı yazarda benzer bir tarz vardı. 2021 Man Booker Ödülünü alan Damon Galgut farklıydı. O da Afrikadan Avrupa'ya göçen insanları anlatıyordu. Nijeryalı yazar Akwaeke Emezi'nin Tatlısu romanına başlarken de benzer bir roman diye düşündüm başta. Emezi fenimist bir yazar ve kendi yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı ifadesi var kitabın arka kapağında. O zaman romanın kahramanı kızın aklının içindeki acayip ruhlar (bu yavru ilahlar romanda ogbanje diye geçiyor) nereden çıkıyor anlayamadım bir süre. Aslında kitabı hızlıca bırakacaktım ama çevirmen Püren Özgören olunca biraz daha sabredeyim dedim, iyi yapmışım. Ben Püren Özgören'in Türkçesini çok akıcı ve zengin buluyorum. Diğer başarılı çevirmenlerden de büyük saygı görüyor.

Ada'nın (romanın kahramanı kadın) aklının içinde olan bu yavru ilahlar ona kendi karakterinden bambaşka şeyler yaptırıyorlar. Ada da bunlarla bir mücadele içinde değil, onlarla konuşuyor, hatta içinde bulunmak istemediği durumlarda hayatının direksiyonuna onlardan birini geçiriyor. Rayından çıkmış bir tren gibi geçen gençliğinde cinselliği bazen birine, bazen diğerine yaşatıyor. Yazarın anlattığı bir çoklu kişilik bozukluğu mu, yoksa insanın büyüme sürecinde kendi farklı yanlarını tanıması mı diye şüphede kalarak okudum (sanki bir bulmaca var ve doğru tahmin edemezsem ayıplanacakmışım gibi. Bu hissi yaşadığımı ancak üzerinden vakit geçince fark edebiliyorum. Halbuki bırak kendini romanın akışına değil mi?). Bana iki yorumla da okunabilir gibi geldi doğrusu. Kendimi düşününce de babam hayattaki halim, liseye kadar yaşadıklarım, kfl, Ankaradaki öğrenciliğim, Çanakkale yılları, boşandıktan sonraki zaman ve son özellikle son iki yıl başka başka insanlarmışım gibi geliyor. Elbette benzerlikler var ama romanda Ada da arada bir hayatının dümeninin başına kendisi (eğer içimizde değişmeden kalan öyle biri varsa tabi) geçiyor zaten.

Ada romanın sonunda ölmüyor (zaten bir özyaşam öyküsünde kahraman nasıl ölebilir?) ama büyüyor. Sonlara doğru "Onu seviyorum ama öyle aşırı değil. Temkinli bir şekilde." diyor. Hani tatlı aldığında "artmazsa yetmemiş demektir" deniyor ya, bana hemen her şey öyle geliyor. Tatlının da fazlası iyi değil derseniz, haklısınız.

16 Ekim 2023 Pazartesi

2023 Nobel Edebiyat Ödülü kazananı Jon Fosse

Tim Parks, Ben Buradan Okuyorum kitabında Nobel gibi ödüllerin nasıl verildiğini anlatıyor. Dünyada her yıl pek çok kitap basılıyor, pek azı jürilerin okuyabileceği dile çevriliyor, jüriler bunların çok azını okuyabiliyor (günde bir kitap bile okunsa yılda 350 kitap okunabilir ancak. Bunun gerçek hayatta ulaşılmaz bir hedef olduğu herkes için açık olmalı). Bu nedenle ödül alan herkesin yüceltilmemesi gerektiğinin farkındayım. Böyle uluslar arası büyük ödül almamış müthiş yazarlar olduğunu da biliyorum. Hele şairler! Onların çevrilmesi için yeniden yazılması gerekiyor ama konuyu dağıtmak istemiyorum.

Jon Fosse Nobel almadan önce hiç okumadığım bir yazardı. Hatta adını bile duymamıştım. En küçük kitapçıda bile ömrümüz boyunca okuyamayacağımız kadar kitap olduğunu düşününce bu da normal aslında. Yeni okuduğum kadar kitabı da tekrara okuduğumdan daha önceden bilmediğim yazarları keşfetme konusunda oldukça zayıf sayılırım. Nobel, Booker, Pulitzer gibi uluslar arası ödüllleri ve ulusal prestijli ödülleri kazanan veya eğer yayınlanıyorsa uzun listeye kalan kitapları keşifler için bir fırsat olarak görüyorum.

Yekten söyleyeyim; 2023 Nobel Edebiyat ödülü alan Jon Fosse'yi çok beğendim. Türkçe'de üç romanı basılmış, çok iyi çevirmenler çevirmiş. Genelde Kuzey Avrupa romanlarını sevmem ama Fosse'de sevdiğim yazarlarla benzerlikler bulduğum ve okuduğum kitapları bana yenilikçi geldiği için beğendim. Romanları bir tavsiye olmaksınızın aşağıdaki sırayla okudum. Her biri için kısaca yazayım, belki merak edenler için işe yarar diye düşündüm.

Belki bütün romanlar öyledir ama üç roman da (geniş anlamıyla) aşk romanı.

Sabahtan Akşama

İlk yirmi sayfadan sonra romanın Altıncı His filmindeki gibi bir atmosferde geçtiğini anlaşılıyor. Alışıldık Kuzey Avrupa romanlarındaki gibi (sen seversin böyle romanları) dünyanın geri kalanındaki kimsenin dert etmediği şeyleri anlatan bir roman değil Sabahtan Akşama. İşlediği tema hepimizin sonunda yaşayacağı ölüm. Ölüm, ondan edindiğimiz tecrübeyi başka bir yerde kullanamayacağımız bir durum. Roman bir yandan Tutunamayanlar'daki duraksız akan 77 sayfa gibi noktasız ilerliyor (Oğuz Atay'ı ilk Neslihan'dan duymuştum) ama oradaki gibi kesintisiz, nefes almadan anlatılan bir konu yok. Romanda bir büyük durma hali, belki en büyük (hatta tek) bitiş olan ölüm anlatılıyor (Kundera'ya kalsa biten bir şey yeniden başlayabilir (aslında başlıyor da ama yine konunun dışına çıkmış oluyoruz buradan devam edersek)) ama cümleler noktayla bitmiyor. Deniz Canefe'nin zengin diliyle sanki bir şiirmiş gibi okunmasıyla bana biraz Attila İlhan'ı da hatırlattı roman. O da büyük harfi, noktalama işaretlerini sevmez malum.

Roman boyunca neredeyse (kahramanın ölmüş olduğunu saymazsak) hiçbir şey olmayan ama çok iyi işlenmiş olduğundan hatırı sayılır bir edebiyat keyfiyle okunan roman Yannis Ritsos'un 

“ölüler nasıl yaşayabiliyor
                    aşksız?”

şiirine bir cevap gibi de okunabilir belki. Ölüler bile aşksız yaşamıyor.

Kitabı bitirip kafayı yastığa koyunca öldüğünüz gün kim sizi öte dünyadan (orayı nasıl tasvir ediyorsanız artık) gelip bu yeni duruma alıştırsın istersiniz (sizi karşılayacak olan sizden önce ölmüş olacak tabi)? Siz kimi karşılamak istersiniz gibi sorular insanın aklını kurcalıyor. 100 sayfalık bir roman okuyucuyu bu kadar düşündürüyorsa daha ne yapsın?

Üçleme

Sabahtan Akşama ile çok benzer bir anlatımı var Üçleme'nin (Üçleme adı romanın üç bölümden oluşmasından geliyor). Anlatıda konuşan kişinin ve konuşulan zamanın değişimleri bence okuma keyfini arttıran bir unsur. İlk defa olarak bir Kuzey Avrupa romanında insanların maddi imkansızlıklar içinde olabildiğini okumak bana yazarın bizimle aynı dünyada yaşadığını hissettirdi. Elbette tek konu bu olmalı demiyorum ama bir romanda insanların hiçbirinin maddiyat ile ilgilenmelerinin gerekmemesi deli ediyor beni.

Üçleme'nin Türkçesini (Melankoli'de olduğu gibi) Banu Gürsaler Syvertsen'den okuyoruz. Daha önceden çevirilerini okuduğum biriydi, bu kitabın çevirisi de kolay olmamıştır diye tahmin ediyorum. Çok uzun cümleler, sayfalarca devam eden paragraflar var romanda. Tam olarak bildiğimiz paragraflar gibi de değiller, bazı paragrafların son cümleleri ortadan kırılıp sonraki paragrafa başlangıç olabiliyor. Her ne kadar cümleler çok uzun olsa da Atwood'un Damızlık Kızın Öyküsü'nde olduğu gibi kesikli bir anlatım var. Bu da anlatılanla tam bir uyum içinde. Le Guin'in Her Yerden Çok Uzakta (kitabın kendisinden çok okuduğum zamanlardaki mutluluğu da hatırlıyor olabilirim) romanındaki gibi kahramanlara yakınlık duyarak okudum. Saçma ama kahramanların garipsemediği, okuyucunun da ikna olduğu (en azından benim kolayca ikna olduğum diyeyim daha doğrusu) durumlar bana Kafka'nın yazdıklarını (mektuplarını değil elbette) hatırlattı. O da kendinden sonra yazanların etkilenmemesi çok zor, bir büyük yazar olduğundan aslında hemen her yazarda izleri var. Romanda erkek kahramanın yaptıklarını öğrenince ona yakınlığım kaybolmadığı gibi, sonu da çok üzmedi beni. İnsanların gaipten sesler duyması gibi şeyleri dert etmeyince keyifle okunabilecek bir roman Üçleme.

Melankoli I-II

İyi ki Fosse'den en son olarak Melankoli'yi okumuşum. İlk olarak bu kitaba başlayan biri kolayca ilk 20-30 sayfada hem romanı hem de yazarı bir kenara koyabilir. Kitabın ilk bölümü 170 sayfa sürüyor ve burada anlatılanlar eminim sadece 10 sayfada anlatılabilir. Hem edebiyatta, hem de hayatta rutinleri, tekrarları seven biri olmama rağmen bu bölümü bitirmekte zorlandım.

Atay'ın Tehlikeli Oyunları gibi başlayan roman kahramanın kendi kendine konuşmasıyla Ne Evet, Ne Hayır gibi eğlenceli bir yere de bağlanmıyor. İkinci bölüm akıl hastanesinde, sonrası ise 46 yıl ileride geçiyor (bunlar bölümlerin ilk cümlelerinde yazdığından sürprizbozan sayılmaz). Neredeyse tamamı tekrarlarla dolu bir 350 sayfa okumayı göze alanların seveceği bir roman olabilir ama ben okuduğum ilk iki kitabı gibi sevemedim doğrusu.

14 Ekim 2023 Cumartesi

"O kırlangıç da mı küs bana?"

Geçenlerde yeni tanıştığım bir arkadaş Robert Musil'den çokça bahsedince bir sonraki konuşmada yine lafı açılır belki diyerek Musil'i hatırlamak için okuma yapayım dedim (çok vaktim var evet). 2100 sayfalık Niteliksiz Adam'ı yeniden okumak zor geldi işin doğrusu. Musil'in bitirmeye ömrünün yetmediği Niteliksiz Adam'ın ilk cildini çevirisi çıktığında okumuştum. Belki on yıl sonra ikinci cildinin çevirisi çıkmıştı ve ne yazık ki Ahmet Cemal'in de ömrü çeviriyi bitirmeye yetmedi. Daha sonra (çok sonra) Sami Türk'ün çevirisinden baştan okumuştum. Son defa olarak birkaç yıl önce yine hakkında konuşuruz diye notlar alarak okuduğum için bu sefer başka bir kitabını okuyayım dedim. Selma Türkis Noyan'ın Genç Törless'in Buhranları ismiyle çevirdiği Genç Törless romanını Duygu Bulut'un çevirisinden yeniden okudum (lafı çok uzatıyorum biliyorum).

Genç Törless, Herman Hesse'nin Çarklar Arasında romanını andıran bir atmosferde geçiyor. 15-18 yaş arasında Fen Lisesinde parasız yatılı okumuş biri için (herkes adına konuşmayayım, benim için) pek travmatik yıllar bunlar. İnsanın kendisini tanıma sürecinde olduğu, ailesinden ilk defa ayrıldığı, neyin incelik, neyin zorbalık olduğunu sonradan anlayacağı bir garip dönemi anlatıyor Musil. Romanın kahramanı Çarklar Arasında'da olduğu gibi ufalanıp gitmiyor (bence gidiyor ama hayatta kalıyor). Bir başka okuma, romanı William Golding'in Sİneklerin Tanrısı ile de benzer bulacaktır eminim. Akran zorbalığının ne olduğunu anladığım kitap o olmuştu benim için (elbette her şey için çok geçti). Yine Jose Saramago'nun Körlük romanı (Bergüzar'ın hediyesiyle okumuştum onu da) gücü biraz olsun eline geçirenlerin neler yapabileceğini anlatmasıyla benzer etkileyicilikte bir roman bence.

Genç Törless'i yazarın 26 yaşında yazmasına hayret (bazen gıpta) ettiğini okuyoruz ama bence sadece o yaşta yazılabilecek bir roman. Törless'in i'nin kendisini gözünde canlandıramamasına rağmen onu kullanarak yaptığı hesapların doğru çıkmasına şaşırması ve bunun romanda yer bulması Dostoyevski'nin nasıl büyük bir yazar olduğunun izi gibi göründü bana. Karamazov Kardeşler'de bilimdeki ve matematikteki (matematik diğer bilimlerden farklı bir yapıya sahip ama şimdi bu konuya girmeyelim) gelişmeler hakkında konuşuyorsa kahramanlar, Törless de benzer konuşmalar yapıyor. Dostoyevski öyle büyük bir yazar ki kendisinden sonra yazanların ondan etkilenmesi için doğrudan onu okuması bile gerekmiyor.

Bir yatılı okul romanı olmasının yanında Törless'in "Gelgelelim işe yaramadı. Öncesinde dikkatle tasarlayıp planladığı her konuda olduğu gibi yani..." demesiyle de kendimden bir şeyler bulduğum bir roman oldu Genç Törless.

Madem romanın ilk çevirisi Genç Törless'in Buhranları olarak çevrilmiş o zaman Goethe'nin Genç Werther'in Acıları'nı da yeniden okuyayım dedim (son okuyuşumun üzerinden çok yıllar geçmişti). Bu roman günümüzden neredeyse 250 yıl önce, yazarının 25 yaşında yazdığı bir roman. Romanın mektuplardan oluşması değişik gelse de neredeyse aynı yıllarda, 1782'de yayınlanan Choderlos de Laclos'un Tehlikeli İlişkiler romanı da benzer bir teknikle yazılmış bir roman (Kundera Yavaşlık isimli kitabında (roman sayılır mı bilemiyorum) en sevdiği roman olduğunu söylüyor (konuyu biraz dağıttım farkındayım)). Son okuyuşumdan önce romandan aklımda kalan bir genç adamın yoğun aşk acıları çektiği ve sonunda kavuşamadığı idi. Kendi dilinde okuyamasam da Goethe'nin bir büyük yazar, şair olduğuna sonraki okumalarımda ikna olmuştum ama Genç Werther'in Acıları bana biraz gençlik romanı gibi geliyordu doğrusu. 

Pierre Bayard, Önceden İntihal kitabında yazarların nasıl kendinden sonraki yazarlardan etkilenmiş gibi düşünülebileceğinden bahsediyor. Dostoyevski, Goethe gibi yazarların metinleri de sanki kendinden sonraki yazarların (neredeyse bütün yazarların) metinlerinin genişletilmesiymiş gibi okunabilir. Ben Bayard'ı okumadan önce (kimden okuduğumu hatırlamıyorum ama) Dostoyevski'den sonra yazılmış romanların onun metinlerine birer dipnot gibi yazılmış gibi olduğunu düşünüyordum.

Goethe'nin nasıl büyük biri olduğundan bahsedince Beethoven ile arkadaş oldukları ve birlikte yürüdükleri bir seferinde imparatorluk ailesiyle karşılaşmalarındaki tutumlarını hatırlamamak mümkün değil (Aydın Büke'nin Beethoven kitabında okumuştum). Beethoven değil şapkasını çıkartıp selam vermek, şapkasını kafasına iyice bastırırken, Goethe'nin soyluları saygıyla selamlamasını nasıl eleştirdiğini yazıyor. Tabi bunu Goethe'yi küçümsemek için yazmıyorum (zaten kim bunu yapabilir?).

Romanda Werther "Ay, kalbim öylesine doluydu - ve birbirimizi anlamadan ayrıldık. Bu dünyada birinin diğerini kolay anlamaması gibi" diyor. Hepimizin (Canan'ın da) pek sevdiği Attila İlhan'ın "olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması" dizesi sanki düzyazının şiir hali gibi. Werther aşık olduğu kadına ulaşamaz olunca Gülten Akın'ın "Ayrılık sularda nilüfer, görürsün tutamazsın" şiirindeki ruh halini yaşıyor. Refik Durbaş "Giderken, elvedana sar beni” diyor ama Werther'i saran da olmuyor.

İnsan bir romanı okuyup intihar edilebilir mi emin değilim ama insanı (hele gençse daha çok) etkileyen bir roman bence Genç Werther'in Acıları. Sonunda Werther ölmese Ayten Mutlu'nun İğde Ağacı şiirinde olduğu gibi yaşayacaktı belki de:

"unutmak zordu
başardım 
ve yaşadım sonra 
kokusunu yitirmiş
iğde ağacı gibi"

---

Yazının başlığı içerikle alakasız gibi gelmiş olabilir, biraz öyle aslında. Yazarken arkada YouTube açıktı ve Sezen Aksu'dan Unuttun mu Beni çaldı bir ara (uygulamalar keşfet kısmında gerçekten alakasız şeyler önerebiliyor). Onu dinlerken sanki başlıktaki mısra yazının ruhuna uygunmuş geldi. Bazı şiirleri okuyunca sadece bir veya iki mısrası için yazılmış gibi geliyor ya insana (Oktay Rıfat'ın Saksılar şiiri son iki mısrası için yazılmış gibidir örneğin), belki bu yazıyı da sadece başlığı için yazmışımdır. Bilemiyorum.

29 Haziran 2023 Perşembe

Bulgaristan Gezi Rehberi (Yönetici Özeti)

Başlarken nasıl birinin Bulgaristanla ilgili düşüncelerini okuyacağınızı söyleyeyim: Bulgaristan'a sadece kara yoluyla ve beş defa gittim, toplamda bir haftadan biraz uzun kaldım. Balkanları genel olarak çok severek geziyorum.

Bulgaristan nüfus yoğunluğu az, yemyeşil, tarihi ve doğası etkileyici bir ülke. Çok uzun yıllar birlikte yaşamış olduğumuzdan yabancılık çekilmeyecek ama doğu bloğu etkilerini de hala görebilmek için harika bir coğraya. Birçok gezi blogunda mekanlar ayrıntılı tarif edildiğinden ben kısa ip uçları yazayım istiyorum.

  • Avrupa birliğindeki diğer ülkeler gibi Bulgaristan da schengen vizesi almayı gerektiriyor (yeşil pasaportunuz varsa vize gerekmiyor).
  • Para birimi olarak Leva kullanılıyor ama oldukça fazla yerde Euro ile de ödeme yapmak imkanı oluyor. Kredi kartı büyük işletmelerde kullanılabiliyor ama çok küçük yerlerde ve yol kenarlarında bir şeyler almak için yanınızda bir miktar Leva bulundurmanız iyi olur. Kapıkule'den geçecekseniz gümrükte Leva almak mümkün. Ülke içinde de bütün döviz bürolarında aynı kurdan Euro-Leva dönüşümü yapılabiliyor.
  • Neredeyse herkes İngilizce konuşuyor ama olur da anlaşamadığınız biri olursa Türkçe konuşmayı deneyin, Türkçe konuşanların sayısı da az değil.
  • Avrupa'da yaz saati, kış saati değişimi yapıldığında aramızda bir saatlik fark oluyor.
  • Bulgaristan'da şehirlerarası yollar bizde olduğu gibi şehirlerin içinden geçmiyor. Özellikle otoyoldan çıkmazsanız neredeyse hiçbir yerleşim yeri görmeden ülkeden bile çıkabilirsiniz. Otobanlarda yollar genellikle rahatsız etmeyecek kadar iyi ama bazı yollarda hem zemin kötü hem de kedi gözü reflektörünün bile olmadığı yollar mevcut.
  • Otobanları kullanmak için giriş yapmadan önce kalacağınız süre için ücretleri ödemeniz gerekiyor. Kendi aracınızla yurtdışına çıkarken yeşil sigorta denen sigortalama işlemini de yaptırmalısınız.
  • Başkent Sofya, Sovyet mimarisinin izlerini görebileceğiniz, her yanı parklarla ormanlarla çevrili çok güzel bir şehir. Parklardaki heykellere, ağaçlara, kiliselere bakarak dolaşırken zamanın nasıl geçtiğini anlamayacaksınız. Yemekler ülke genelinde olduğu gibi çok lezzetli ve hesaplar kuru kaçla çarparsanız çarpın makul gelecektir.
  • Plovdiv tarihiyle herkesi etkileyecek küçük bir şehir. Şehrin eski yerleşim yerlerini gezmek kadar merkezindeki kumarhaneleri ziyaret etmek de çok tercih ediliyor.
  • Nazım'ın "Bir vapur geçer Varna önünden, uy Karadeniz`in gümüş telleri, bir vapur geçer Boğaz`a doğru., Nazım usulcacık okşar vapuru, yanar elleri..." diye bahsettiği Varna yemyeşil bir Karadeniz kenti. Elbette insanın sevdikleriyle mutlu olduğu her yer çok güzel ama Varna sonbaharı her yer rengiyle yaşayabilceğiniz, yazları da denizi ve sahilleri çok güzel olduğu söylenen bir şehir. Varna'da Стария Чинар isimli lokantada geyik eti ve kuzu tandır yemiş ve çok beğenmiştik. Rezervasyon yaptırmadan gittik ve yer bulabildik diye de söylemiş olayım.

  •  Varna'ya gidince bir gününüzü ayırıp Rusçuk'a da gitmek iyi fikir olabilir. Varna Rusçuk arasındaki yol gece karanlığında dönmek için uygun bir yol değil. Zemin kötü, virajlı ve yol kenarında reflektörler yok. Ya gece kalın, ya da karanlık basmadan rahatça dönün. Körleşme okurları Rusçuk'ta Elias Canetti adını görünce eminim çok mutlu olacaklardır.
  • Burgaz ve Nesebar da yaz aylarında çok tercih edilen bize nispeten daha yakın ve çok güzel şehirler.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...