Geçen yıl yazdığım bir yazıyla [1] Yalansavar [2] ekibinin 2019 yılı için yaptığı kehanetlerin ne kadarının tuttuğunu bir bağımsız denetleme kuruluşu olarak incelemiştim. Yaptığım akademik incelemenin bir sonucu olarak 10 kehanetin tamamının tutmuş olduğunu hayretler içinde görmüştüm. Işıl Arıcan, Serdar Başeğmez ve Tevfik Uyar'ın bu konu hakkında yaptıkları çok eğlenceli podcast'i [3] dinlemenizi öneririm. Programda 2020 için de öngördükleri şeyler vardı ve eminim yine güzel bir podcast ile bunu konuşurlar ama ben yine madem bağımsız bir denetleme kuruluşuyum neden yapılmayanı yapmıyorum diyerek başka bir inceleme yapmaya karar verdim.
Hem sıkıcı olmamak için, hem de Yalansavar podcast'inin sürprizini bozmak istemediğimden bu sefer 2019 için yapılan kehanetlerin 2020'de ne ölçüde gereçekleştiğine bakacağız birlikte.
Her ne kadar Yalansavar ekibinin her sene gerçekleşecek iddiası olmasa bile kehanetlerinin yıllara sığmayan gücünü görmek onları da şaşırtacaktır diye tahmin ediyorum. Şimdi üç skeptik kahinimizin öngörülerine ve 2020 için karşılıklarına bakalım.
Işıl Arıcan
Trump kabinesi büyük bir skandalla sallanacak!
Bu kehaneti bundan sonraki yıllar için Amerikan başkanı olarak okumak gerekecek olsa da bu yıl Trump kabinesi öyle sallandı ki seçimi kaybetti [4]. Ortada Trump kabinesi diye bir şey kalmadı.
Uzakdoğu'da veya Asya'da büyük bir deprem olacak ve beraberinde tsunami görülebilir!
Diğer pek çok depremin yanında 30 Ekim 2020'de İzmir'de meydana gelen deprem ve tsunaminin [5] bu kadar uzaktan bilinebilmiş olması eminim sizi de çok şaşırtmıştır.
Şöhretin zirvesindeki bir yıldız intihar ederek hepimizi üzecek!
Sizi bilmem ama ben Yūko Takeuchi'nin intiharına [7] üzülmüştüm. Bu habere üzülmeyenler Işıl Arıcan'ın kehanet gücünü değil kendi vicdanlarını sorgulasınlar.
Işıl Arıcan'ın 2019 yılı için yaptığı kehanetlerin 2020 için dahi %100 başarılı olması benim diyen kahinleri düşüncelere sevk etmiştir diye umuyorum.
Serdar Başeğmez
Siyasetin zirvesinden bir yıldız kayacak!
Siyasetçiler bu seneyi de kayıpsız kapatmadılar ve
kehanet tuttu. NY Times'ın hazırladığı uzun listeye [7] bakılabilir.
Sözdebilime devlet katında çok büyük bir engel gelecek!
Nature'da çıkan "Pseudoscience and COVID-19 — we’ve had enough already" başlıklı uzun makaleden [9] devlet katında bir engel ifadesini çıkartmak mümkün olur mu bilemiyorum. Bir ilave bilgi gelmezse bu kehaneti tutmamış saymak icap ediyor.
Nobel sürpriz bir isme gidecek!
Milliyet'in sayfasında [8] Nobel edebiyat ödülünün Louise Glück'e verilmesinin sürpriz olup olmadığını okumak isteyebilirsiniz belki. Bu kehanetten de Serdar Başeğmez'e tam puan veriyoruz.
2019'un çok başlarında bugüne kadar görmediğimiz parlak bir kırmızı
ay göreceğiz ve bu özellikle Kuzey Amerika gibi bir yerlerde görülecek!
Bir sonraki kanlı ay 26 Mayıs 2021'de gözlenebileceğinden bu kehaneti tutmuş kabul edemiyoruz [10]. Yine de dönem dönem ayın kırmızı göründüğünü söyleyenler olacaktır. Tartışmaya açık bir konu olduğundan belki bu bölümü daha sonra düzenleyebilirim.
Serdar Başeğmez'in 4 kehanetinden ikisini doğrulayabildiğim :) için ortalaması %50 oluyor. Elimizdeki verilere bakınca sayın Başeğmez'in kehanetlerinin 2021 senesinde en azından %75 doğrulukla gerçekleşeceğini söyleyebiliriz.
Tevfik Uyar
Afrika'da veya Amerika'da patlak verecek yeni bir bela insanlığın önemli bir kısmını tehdit edebilir!
Keşke tutmasaydı diyeceğimiz bu kehanet için covid-19'dan [11] başka bir kanıta gerek yoktur sanırım.
Ciddi büyüklüğe sahip depremler olabilir ve bundan on binlerce kişi etkilenebilir!
Sayın Uyar'ın ciddi büyüklükle kastının ne olduğunu bilemesek de 7 ve üzerinde şiddete sahip 9 deprem olmuş 2020 içinde [12]. 2016'dan bu yana 8 şiddetinde deprem olmayan ilk yıl 2020 olmuş. Dünyanın başında covid belası varken bir de böyle büyük felaketin olmaması büyük şans diyor ve bu kehanetten de tam puan veriyoruz.
Büyük devletlerden birinde ekonomik dalgalanma yaşanabilir ve bunun sonucunda bazı halk hareketleri ortaya çıkabilir!
Covid sonrası neredeyse bütün ülkelerde ekonomik dalgalanmalar olduğu ve bunun vatandaşları çok zor durumlara soktuğu hepimizin malumu olduğundan ayrıca bir bağlantı vermiyorum [13].
Böylece Tevfik Uyar'ın kehanetlerinin tutma oranı da %100'e ulaşmış oluyor.
Kehanetlerin geneline baktığımızda kast edildiği yıl için %100 bir başarı oranı varken, aynı kehanetlerin bir sonraki yıl için dahi %80 oranında doğruluk göstermiş olması nice skeptiklere acaba dedirtmiştir sanırım.
Araştırma görevlisi olarak çalıştığım yılları da sayarsam yirmi yıldan uzun zamandır sınav kağıdı okuyorum. Bundan daha uzun bir süre kendim öğrenci olarak sınav kağıdı doldurduğum için bu konuda oldukça tecrübeli sayılırım. Öğrenci arkadaşlara "günü gününe çalışın" gibi asla tutamayacağı tavsiyeler yerine sınavlarda yardımcı olacak birkaç önerim olacak. Yerine getirmesi çok kolay ve faydası yüksek önerilere başlayalım:
Derse girerseniz hocayı dinleyin!
Derse ister devam mecburiyeti yüzünden, ister öğrenmek için girmiş olun, artık dışarıdaki müthiş eğlenceyi, köpük partisini kaçırdınız demektir. Bir saat o sınıfın içinde oturacaksanız bu zamanı dersi anlatanı dinleyerek geçirin. Hoca kötü mü anlatıyor, ders çok mu sıkıcı; o zaman fenalaşıyormuş numarası yapın ve dersten çıkın. Gerekiyorsa yerinize imza attırın ve bir daha da girmeyin. Böyle yapmayıp derse giriyorsanız o lanet olası cep telefonunu bir kenara bırakın, hatta sessize alın. Sınıfın dikkatini dağıtmamaya çalışın. Bir saat facebook veya instagram hesabına girmemiş ve bundan fiziki bir zarar görmüş ilk kişi siz olmayacaksınız.
Dersi dinleyin (dinlemeyecekseniz kantindeki bütün eğlenceyi kaçırdığınız yetmiyormuş gibi dersi dinlemek isteyenlere de mani olmuş olacaksınız (sonra ders notlarını o arkadaşlarınızdan isteyeceksiniz unutmayın bunu (hatta inanmazsınız ama o konuları öğrenmek meslek hayatınızda da işinize yarayabilir (hadi canım meslek hayatınız olacağını düşünmüyor olamazsınız)))). Dinlemeyeceğiniz derse girmeyin (mutlaka yerinize imza atan birini bulursunuz), girdiğiniz dersi dinleyin. Çok basit ama kesin etkili bir tavsiye.
Ödevleri yapmaya çalışın!
Bakın teslim edin demiyorum, yapmaya çalışın. Meslek hayatınızda çözmeniz gerekecek sorunlardan biri diye düşünün o ödevi. Şimdi onunla uğraşmazsanız ileride karşılığında maaş aldığınızda nasıl uğraşacaksınız benzer bir sorunla? Şimdi üzerinde tartışabileceğiniz arkadaşlarınız var etrafınızda bu fırsatı değerlendirin. Ödevi teslim süresine kadar yetiştiremeseniz bile mutlaka tamamlamaya çalışın. İleride çalışmaya başladığınızda (o güzel günler geldiğinde yani) ne hangi dersi kimden aldığınızı, ne de dersi hangi notla geçtiğinizi hatırlamayacaksınız. Derste anlatılan konuları öğrenmek için ödevlere zaman ayırın. Teslim zamanı geçtikten sonra dersin hocasıyla çözümünüzü tartışın. Bunu yapan çok çok azdır ama hoca için de mutluluk verici bir şey olur bu.
Sınavdan önceki gece uyuyun!
Sınava hazırlığı son geceye bırakmayın demek ne kadar faydasız bir tavsiye biliyorum ama en azından son gecenin tamamına bırakmayın. Şimdi çok gençsiniz ve günlerce uyumadan durabilirsiniz gibi geliyor biliyorum. İşin garibi durulabiliyor da. Lakin uykusuz geçen gecenin ardından sabah sınava girince en iyi performansınızı gerçekleştiremeyeceksiniz. Hatta çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz (doğruyu konuşalım, çok iyi biliyorsanız neden sabaha kadar uyumadınız?) şeyleri bile cevaplamanız çok zor olacak. Varsın bazı konular eksik kalsın (hangi konuyu atlarsanız sınavda o sorulur. Bu doğanın bir kanunudur önüne geçemezsiniz.) ama sınava biraz olsun uyuyup öyle gidin. Elbette saat 9'da sınav varken 7'de biraz gözlerimi dinlendireyim diyerek koltuğa uzanmayın.
Sınava girin!
İnsan sınava yeterince çalışmadığını düşündüğünde sınava girmeyip, hastalanıp :) rapor almayı ve mazeret sınavına girmeyi aklından geçiriyor. Eğer gerçekten ayağa kalkamayacak kadar hasta değilseniz sınava girin. Mazeret sınavı daha kolay olmayacak, siz de daha çok çalışmayacaksınız. Bir diğer sınava girmeme nedeni de ilk sınavın kurtarılamayacak kadar kötü olduğunu düşünmek. Sınava girdiğinizde olabilecek en kötü sonuç dersten kalmak iken, girmeyerek bunu garantilemiş olmuyor musunuz? Eğer sınava gelmek için harcayacağınız vakitte evde protonları çarpıştırmayacaksanız o sınava girin.
Bir dersi geçmenin ilk şartı (derse çalışmaktan bile öncelikli şartı) sınava girmektir.
Sınav kağıtlarına adınızı eksiksiz yazın!
Sınav kağıdınızı aldığınızda, üzerinde adınız yazmıyorsa ilk iş olarak adınızı yazın. İlave olarak kullanmak için aldığınız her kağıda adınızı yazmayı ihmal etmeyin. Aksi halde sınav kağıtlarını okuyacak hocaya yazınızdan sizi tanımak gibi oldukça zor bir görev vermiş olursunuz. Bundan fayda görmüş kimseyi bilmiyorum.
Birden çok adınız varsa hepsini yazın. Birini atlamayın, kısaltma yapmayın. Adı Abdurrahman olup sınav kağıdına Apo yazan bir öğrenciye niye böyle yaptın dediğimde "arkadaşlar bana böyle der" dediğini dün gibi hatırlıyorum. İki adı olup birini sınav kağıtlarına yazmayan bir öğrencim de yazmadığı adının halasının adı olduğunu ve onu sevmediği için yazmadığını söylemişti. Yapmayın böyle şeyler. TAM ADINIZI YAZIN!
Soruları okuyun!
En çok yapılan hataların başında belki de sorunun tamamını okumadan cevap yazmaya başlamak geliyor. Soruda size neler verilmiş, nasıl kısıtlamalar var ve en önemlisi sizden ne isteniyor diye bakmadan soruyu çözmeye başlamayın. Yıllardır sınav kağıtlarında doğru ama soruyla ilgisi olmayan şeyler okuyorum. Bunların bir kısmının doğru cevabı bilmeyen öğrencilerin "ben bildiğimi yazayım da hoca arasından doğruyu seçsin" diye yazdığı şeyler olduğunu biliyorum ama sınav çıkışında "aa hoca onu da mı sormuştu?" serzenişlerini o kadar çok duyuyorum ki bu tavsiyenin çok işe yarayacağından eminim.
Okunaklı yazın!
İnsan ancak okuyabildiği, anlayabildiği şeylere not verebiliyor. Kimse sizden müthiş bir el yazısı beklemiyor ama yazdıklarınızın okunabilmesi gerektiğini unutmayın. Çok büyük yazdığı için rahatsız olduğum kimse olmadı ama 1 puntoyla yazanların kağıtlarını ancak büyüteçle okumak mümkün oluyor. Kendinizi düşünün, hocanın yakın gözlüğünü takmadan okuyabileceği kadar büyük yazın.
Sınav kağıdını mantıklı kullanın!
Yazdığı her şeyi cevap kağıdının bir tarafına sıkıştırıp kağıdın arkasını hiç kullanmayan öğrenci sayısı tahmin edilenin çok üzerinde (yalnız değilsiniz yani). Soruları cevaplarken aklınızda hep "bunu insan okuyacak" olsun. Cevaplara daha sonra aklınıza bir şey geldiğinde (her zaman gelir) ekleme yapabileceğiniz aralıklar bırakın. Hiçbir hoca cevap kağıdında milimetre kareye kaç kelime yazdığınızla ilgilenmiyor, kağıdı biraz verimsiz kullandınız diye kötü not almazsınız. Cevap kağıdında sağdan, soldan, üstten ve alttan bir kısmı (ölçmenize gerek yok ama sıfır noktasına ulaşmaya çalışmayın) boş bırakmanız okunurluğu arttırır. Ne kadar çok kısmı okunursa (elbette siz de okunduğunda anlamı olan şeyler yazmışsanız) o kadar çok puan alırsınız.
Yanınızda kalem ve silgi bulundurun!
Yok artık dediğinizi duyuyorum ama her sınavda istisnasız birilerinin kalem ucu biter veya silgisi yoktur. Ne kendi dikkatinizi, ne de arkadaşlarınızınkini dağıtmayın, sınavda gerekli olacağını biliyorsunuz, alın şunları yanınıza. Nadiren de olsa sınava tükenmez kalemle girenler oluyor, yapmayın öyle şeyler. Belki kuş tüyünü mürekkebe daldırarak yazarsanız hoca etkilenebilir ama değmez bununla uğraşmaya.
Cevap kağıdına mektup yazmayın!
Sınava neden çalışamadığınızı, kaç alırsanız dersi geçmenize yettiğini, dersi kaçıncı defa aldığınızı ve artık bıktığınızı cevap kağıdına yazmayın. Okumuyoruz böyle şeyleri. Cevap kağıdında böyle bir not okumuş ve öğrencinin puanını değiştirmiş kimseyi görmedim ben uzun ömrümde. Bu dersi geçemezseniz bursunuzun kesilmesi, bu dersi geçemediğiniz için mezun olamazsanız sevdiğiniz kadınla/adamla evlenemeyecek olmanız elbette bizi üzer ama bu notunuzu değiştirmez. Dersi geçmek için sınava hazırlanmanız gerekiyordu.
Hocaya yardımcı olabilmesi için imkan verin!
Yazdıklarım arasında belki de yanlış anlaşılma ihtimali en fazla olan şey bu olacak ama ben yine de yazayım. Arasınava hiç hazırlanmamış ve 1 almış bir öğrenci düşünün, notunun 50 olabilmesi için final sınavından 82 alması gerekiyor. Bu durum genellikle öğrencileri ümitsizliğe sürükler ve sınava bile gelmemelerine neden olur. Bu öğrenci öyle yapmamış olsun ve çok çalışsın finale. Final sınavında 5 soru olsun (her soru 20 puan). Bu çalışkan arkadaşımız ilk dört soruya sınavları değerlendirecek hocayı da etkileyecek kadar başarılı cevaplar versin. Son soruya ise cevabın tamamını hatırlayamadığı için eksik bir şeyler yazmak istememiş olsun ve hiçbir şey yazmasın (kendi beyanı böyleydi). Hatta sınav kağıtlarını okuyan hoca cevapları o kadar beğensin ki (yapmaması gerektiği halde) bu öğrenci ilk sınavdan kaç almış diye baksın ve geçebilmesi için 82 alması gerektiğini görsün. Aslında hocanın kağıda 80 verip geçmesi ve üzerinde hiç düşünmemesi gerekir. Dersin hocası böyle yapmayıp bu kadar azimli bir çalışmanın sonunda öğrencinin ödüllendirilmesi gerektiğini düşünürse ne yapabilir? 100 üzerinden 80 ile 82 arasında gerçekte bir fark yoktur (elbette çoktan seçmeli bir sınav yapılmamışsa). Öğrencinin çok çalıştığı ve konuları öğrendiği de görülmektedir. 20 puanlık son soruya hiçbir şey yazmayan öğrencin boş sorusuna 2 puan verme imkanı da yoktur. Iğdır'ın en önemli özelliklerinden biri diye zırvalamayın ama böyle de yapmayın.
Verdiğiniz yanıtları okuyun!
En az soruları okumak kadar önemli bir konu da cevaplarınızı okumak. Benim gördüğüm öğrencilerin neredeyse yarısı ne yazdım ben diye dönüp bir daha bakmıyor. Soruda kaç metre diye sorulmuşken cevabı 3kg olarak mı verdiniz, olasılığı %110 mu buldunuz, havuzdaki dalga yüksekliği 96m mi çıktı? Bunu hocadan önce okursanız düzeltmek için bir şansınız olur. Ne kadar emin olursanız olun verdiğiniz yanıtları okuyun. Lütfen.
Bu yaz bir arkadaşım oldukça yeni model bir arabasıyla bizi bir hafta kadar taşıdı (çok geniş başladım biliyorum ama bir yere bağlayacağım merak etmeyin). Araba benim kullandığım arabadan çok yeni ve konforluydu. Bir gece giderken arabanın kapılarının içindeki metalik renkli çıtaların yan aynalardan yansıdığını ve görüşü engellediğini, bunu tasarımcıların nasıl farketmediğine hayret ettiğimi söyledim ona. Hiç tahmin etmediğim bir şekilde bunu daha önce farketmediğini ve ben söyledikten sonra kendisinin de bundan rahatsız olmaya başladığını söyledi (nasıl iyi bir arkadaş olduğumu buradan bile anlamak mümkün ama konu bu değil). Araba her nasılsa kendindeki bu kusuru arkadaşıma göstermemişti ve aralarındaki ilişkide bu konu hiç gündeme gelmemişti. Daha önceden de üzerinde düşündüğüm gibi (hep düşünürüm böyle, hep) bir şeyde bizi rahatsız edenin onda bir kusur bulunması değil, bizim o kusuru farketmiş olmamız olduğunu düşündüm o zaman da.
Bir insanın kendinde bulunan normalin dışındaki bir özelliğiyle dalga geçebilmesi olgunluğun bir göstergesi sayılır genelde. Fazla kilolu veya kel veya çok kısa boylu birinin bu özelliğiyle ilgili şaka yapabiliyor olması bizi de onun yanında konuşurken rahatlatır. Kendisinin bu konuyla dertlenmiyor olması size karşı da hoşgörülü olacağının bir işareti olarak görülür. Her konuda olduğu gibi kendi olumsuz taraflarıyla ilgili konuşmanın da oldukça kötü ve iyi örnekleri var.
Buna harika bir örnek olarak Ken Robinson'un meşhur Okullar Yaratıcılığı Öldürüyor başlıklı TED konuşmasını [1] vermem herkesçe normal karşılanacaktır sanırım (bunu yazarken konuşmayı yeniden izledim, eğer daha önce izlemediyseniz şimdi ara verip izleyin isterim). Ken Robinson konuşmasında çokça kendisinin, profesörlerin, ailesinin dinleyicileri güldüren durumlarını anlatır. Bunu yaparken dinleyicilerin kendisinin alanında önemli bir uzman olduğunu bildiklerinin farkındadır. Mutfakta yumurta pişirirkenki beceriksizliğinden, kendisi de bir profesör olmasına rağmen meslektaşlarının, kendisini de dahil ederek dans konusundaki yetersizliklerinden bahsederken bunların anlattığı konuyla ilgili şeyler olmadığını ve onun yetkinliğini etkilemediğini hem o bilir, hem de biz dinleyicileri. Sahnedeki duruşu bile oldukça sarsaktır. Ama tezini anlatırken, ki tezi eğitim sisteminin yaratıcılığı öldürmesidir, tezinin karşısındaki şeylerden bahsedip aklımızı bulandırmaz. Örneğin üniversitelerde eğitim almış çok başarılı fizikçileri, matematikçileri de masaya getirip tezi zaten yanlışlamayacak olan bu istisnai örneklerle aklımızı karıştırmaz.
Bir de tam karşı köşede yer alan bir örnek vermek istiyorum (konuya gel artık demeyin geldik sayılır). Çok yakın zamanda William Shakespeare'in Hamlet'ini yeniden okudum. Piyasada birkaç çevirisini bulmak mümkün ama ben İş Bankası Yayınlarından çıkan Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisini okudum. Kendisi de bir yazar olan Sabahattin Eyüboğlu aynı zamanda ödüllü bir çevirmen, hatta filmlerde, belgesellerde yönetmenlik de yapmış alanının çok yetkin bir ismi. Ve bakın Hamlet çevirisinin önsözünde ne diyor:
Benim İngilizcem kitaptan, kendi kendime öğrendiğim yarım yamalak bir İngilizcedir. Onun için Fransızca, Türkçe bulabildiğim birçok çevirilere başvurarak çalıştım. En çok yararlandıklarım. Yves Bonnefoy, François Victor Hugo, Orhan Burian. Halide Edip Adıvar-Vahit Turhan’ın çevirileri oldu. Bunların yardımıyla asıl metni kavramaya çalışıp ondan sonra kendimce karşılık arıyordum. Böylece her çeviricinin Shakespeare’i bir başka hale soktuğunu gördüm. Kim bilir ben de ne hale sokmuşumdur, ister istemez. Şairleri kuşa çevirmek çeviriciliğin şanındandır.
Sizde de çok kötü bir çeviri okuyacakmışsınız hissi oluşmadı mı? (çevirinin gerçekten kötü olma ihtimali de var ama ölümünün üzerinden 50 yıl geçmişken hala saygın bir yayınevinin bu halini basıyor olması bu ihtimali oldukça azaltıyor) Eğer Sabahattin Eyüboğlu ismini bilmiyor olsaydım bu kitabı yukarıdaki satırları okuduktan sonra bırakır başka bir yayınevinden, başka bir çevirmenden okurdum Hamlet'i. Peki onu Ken Robinson'dan ayıran nedir? Sabahattin Eyüboğlu'nun büyük bir tevazu içinde olduğu ve kendini Türkçe ve Fransızca yazdığı zamanlar kadar İngilizce'de yetkin hissetmediğini ve bunu okuyuculardan gizlemeyerek aslında takdire değer bir iş yaptığını söylemek mümkün. Bunu görebilmemize rağmen neden Ken Robinson'a yakınlık duyan bizler Sabahattin Eyüboğlu'nun çevirisinden kaçarak uzaklaşmak istiyoruz? Fark hepimiz için çok açık olmalı; biri yaptığı işle ilgili olumsuz şeyler söylerken diğer konuyla hiç ilgisi olmayan konularda olumsuz konuşuyor.
Bu tavrın, yani kendi hakkında olumsuz konuşmanın, ayarını tutturamayan çok sayıda insanla karşılaştığım ve bunu yapan ancak bir öğrencim olduğunda onu uyarabildiğim için bu konu hakkında yazmak istedim (gördüğünüz gibi konuya giriş yaptık). İnsanlar kendileri hakkında olumsuzlukları farklı saiklerle dile getiriyorlar. Bu dertleşmek, akıl almak gibi zaten kendilerini tanıyan yakınlarıyla olabildiği gibi bir yakınlığı olmayan kişilere "doğruyu" söylemek için de olabiliyor.
Yirmi yılı aşkın meslek hayatımda öğrendiğim şeylerden biri; bir işi en zor beğendireceğiniz insanın onu yapan olduğudur. O iş için o kadar çaba harcamıştır ki çoğu durumda neresinin daha iyi yapılabilir olduğunu anlatacağı kişiden daha iyi bilmektedir. İnsanlar kendilerinin o işe başlamak için nasıl bir hazırlık süresinden geçtiklerini de genellikle hesaba katmazlar. Örneğin aynı kavram etrafında 5 yılını geçirmiş, çalışmış biri bir saatte hazırladığı bir işi ona bir gün verilse daha iyi yapabileceğini bilir ve sanki yaptığı iş herkesin bir saatte yapabileceği bir işmiş gibi hisseder çoğunlukla. Bunun sonucu olarak da o işi sunarken söze aslında işin daha iyi yapılabileceğini ve eksiklerini sayarak başlar. Halbuki işi size veren zaten bunların farkındadır, o bir zaman maliyet analizi yapmış ve size isterleri vermiştir (bunu yapmadıysa zaten geçmiş olsun). İsterlerin bazıları gerçekleştirilememişse bunlar elbette söylenmelidir ama daha çok zamanınız olsa daha iyi bir çözüm üretebileceğinizi ya da daha bilgili/tecrübeli biri olsa işi daha kaliteli yapabileceğini söylemenin kime faydası vardır? Herkesin üzerinde daha çok çalıştığı işi daha kaliteli yapacağı ve her işi bir başkasından daha iyi yapacak birinin bulunduğu zaten herkesin malumu değil midir?
İletişimde karşı tarafa olumsuz bir düşünceyi aktarırken aklımızda hep "her düşünceye mutlaka bir duygu eşlik ettiğini" [2] bulundurmak gerekir. Karşı tarafa olumsuz bir düşünceyi aktarmak onda olumsuz bir duygunun gelişmesine neden olacak, o olumsuz duygu da olumsuz bir davranışı tetikleyecektir. Bunu Shakespeare Hamlet'de [3] şöyle söyler:
Evet, tabiatından ya da bahtından gelen Bir tek kusurla damgalandı mı insan Başka değerleriyle bir melek olsa, Bir insanın olabileceği kadar büyük olsa, Yalnız o kusurundan ötürü Düşer insanların gözünden. Bir damla kötülük en soylu varlığı Lekeler ve yıkar bile bazen.
Evrimsel olarak da olumsuz davranışları ve düşünceleri, üzerinde fazla düşünmeden hemen davranışa dönüştürmeye odaklı olduğumuz için duygularımız kolayca karşımızdakine bulaşır. "Kaygı bulaşıcı bir duygudur ve kaygılı insan çoğu kez çevresindeki kişileri de kendi sistemine sokmayı başarır." [4] "Birilerinin mutluluğunu etkilediğiniz kadar davranışlarını da etkileyebilirsiniz çünkü ruh hali, davranışı etkiler." [5]
Bir grup denek üzerinde yapılan bir çalışmadan da bahsedip yazıyı tamamlamak istiyorum (hayır devam et seslerini duyuyor gibiyim ama bitmesi lazım bir yerde). Denekler iki gruba ayrılıyor ve bir gruba "akıllı, çalışkan, tez canlı, eleştirel, dikbaşlı ve kıskanç", ikinci gruba ise "kıskanç, dikbaşlı, eleştirel, tez canlı, çalışkan ve akıllı" sıfatlarıyla tanımlanan bir kişiyi değerlendirmeleri isteniyor. Tarif eden bu kişinin ne kadar mutlu, ne kadar sosyal olduğu gibi sorulara ilk gruptakilerin tahminleri ikinci gruptakilere göre anlamlı şekilde olumlu oluyor. Sıfatların aynı olmasına rağmen onların veriliş şekli bile insanların üzerinde zıt etkiler uyandırabiliyor [6]. İnsanlar sıfatlar duymaya başladıklarında kişi hakkında bir şema oluştururlar ve daha sonra duyduklarını bu şemaya uydurmaya çalışırlar. Bunu hep akılda tutup olumsuzlukları öne çıkartmamak gerekir. Bu yazıda olumsuzları gizleyelim veya sadece olumlu şeyleri konuşup Polyannacılık oynayalım dediğim anlaşılmıyordur umarım (zaten bu kadar uzun yazıp doğru anlaşılmayı beceremediysem buradan sonra yapılacak bir şey yok galiba).
Eğer yukarıdaki örnek duygularla ilgili diyorsanız sayısal bir örnek de vermek mümkün bu konuda (son demiştim biliyorum ama bu gerçekten son). Bir grup denekten aşağıdaki çarpımın sonucu tahin etmeleri isteniyor:
8 x 7 x 6 x 5 x 4 x 3 x 2 x 1
diğer gruptan da bunun:
1 x 2 x 3 x 4 x 5 x 6 x 7 x 8
Her iki grup da sayılar küçük olduğu için 40320 doğru sonucunun çok uzağında tahminlerde bulunuyorlar ama ilk grubun tahmin ortalaması 2250 iken ikinci grubun ortalaması 512 çıkıyor [7]. Aynen sıfatlarda olduğu gibi sayıların da sıralaması tahminleri çok büyük ölçüde etkiliyor.
Yıllardır öğrencilerime söylediklerimi bu defa derli toplu bir biçimde yazmış olduğumdan artık yeniden anlatmak yerine bu yazının bağlantısını verebilirim. Bir cümlelik bir özet isteyenler için "Merkür retrosunun gerilediği bu günlerde evrene olumlu mesajlar verelim" diyerek sonlandırayım yazıyı.
----------
[1] https://www.ted.com/talks/sir_ken_robinson_do_schools_kill_creativity?language=tr#t-895615
[2] Tahir Özakkaş, Bütüncül Psikoterapi, Litera Yayıncılık, 11. Basım, 2019, S.225
[3] William Shakespeare, Hamlet, İş Bankası yayınları, 24. Basım, 2019, 1. Perde, 4. Sahne
[4] Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis yayınları, 18. Basım, 2019, S. 87
[5] Tali Sharot, Başkalarının Aklı, Domingo Yayıncılık, 3. Basım, 2019, S. 51
[6] Stuart Sutherland, İrrasyonel, Domingo Yayıncılık, 9. Basım, 2019, S. 24
[7] a.g.e. S. 220
Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar romanında okuyucuların en çok takıldıkları bölüm muhtemelen "Süleyman Kargı'nın Açıklamaları" başlıklı bölümdür. Bu bölümde Selim Işık'ın yazdığı Şarkılar'ın içinde yer alan mısraların, bazen kelimelerin uzunca açıklamaları bulunur. Okuyucu geri dönüp şarkılara baktığında bahsi geçen mısralarda açıklanacak bir şey bulamaz çoğunlukla. Açıklamaların önemli bir kısmı şarkılara yeni bir kavrayış da getirmez. Bu açıklamaları Selim mi yazmıştır, Süleyman mı o da henüz belli değildir. Bazı açıklamaların dili ve içeriği romanın esasından o kadar uzak görünür ki okuyucu "ben ne okuyorum" duygusundan kolayca sıyrılamaz.
Salman Rushdie'nün İki Yıl Sekiz Ay Yirmi Sekiz Gün romanında o kadar fazla atıf var ve o kadar çoğu satır arasında geçiyor ki ben de Atay'ın yaptığını bu roman için yapayım ve bir açıklamalar yazısı yazayım istedim. Bazı açıklamalar size malumun ilanı şeklinde gelebilir, bazıları için ne alakası var diyebilirsiniz, belki sizin açıklamasının buraya eklenmesinin uygun olacağını düşündüğünüz ama benim eklemediğim şeyler olacaktır. Bu tam da Açıklamalar'ın doğasında olan bir şey olarak kabul edilecektir diye umuyorum.
Açıklamaları romandaki sayfa numarasıyla birlikte yazacağımdan hangi baskıyı okuduğumu da belirtmem gerekir elbette; Can Yayınlarından çıkan Begüm Kovulmaz çevirisinin ikinci baskısını takip edeceğim.
Romanları birer ders kitabı gibi okumadığımı, onlardan muhakkak bir şeyler öğrenilebileceğini ama bunun için başka türlü bir süzgeçten geçirilmeleri gerektiğini düşündüğümü de yazmak isterim. Sanat gerçekliğin yeniden oluşturulmasıdır. Romancı nasıl yer çekiminin olmadığı bir dünyayı yazabiliyorsa, açıkça bilinen tarihi olayları da yeniden kurgulayabilir. Sonuçta eğer gerçek diye bir şey varsa genel olarak sanatçı, özelde romancı onu kırıp bükebilir, isterse tersinden yapıştırabilir. Tarihin, felsefenin romanlardan öğrenilemeyecek konular olduğunu aklından çıkartmadan okumak gerekir edebiyatı.
Açıklamalar için vereceğim bağlantıları varsa wikipedia maddesi, yoksa olabildiğince kalıcı bir bağlantı olarak vermeye çalıştım. Bahsi geçen kitapları da satın alıp okumak isteyen olursa diyerek kitap satış sitelerinden bağlantılar verdim.
Hudson Nehir Canavarına verilen bir isim. Gerçekte böyle bir canavar olmadığı için bir fotoğrafını koymak mümkün değil ama Van Gölü Canavarı gibi düşünülebilir. İlgili bağlantılara ulaşmak için [1] adresine bakabilirsiniz.
Sayfa 34: Peter Minuit'in Lenape yerlilerinden tepelik bir ada...
Peter Minuie; Manhattan adasını Lenape yerlilerinden yaklaşık 1000$ eden ıvır zıvır karşılığında satın almış ilginç biri. Hakkında uzunca bir wikipedia maddesi var [2].
Sayfa 35: Henry James'in evren hakkında...
İnsan bilincini konu alan romanlar yazmış Amerika doğumlu İngiliz vatandaşı yazar [3].
Sayfa 43: Voltaire'nin Candide'ini okuyunca...
'Alman filozofu Leibniz'in "Yaşadığımız dünya dünyaların en iyisidir"
mantığına karşı çıkarak yazılan 1759 tarihli Candide, Voltaire'in en
önemli yapıtlarından biridir. Candide adlı iyi niyetli bir genç
Almanya'da yaşadığı şatodan kovulduktan sonra Avrupa, Afrika ve Asya'da
büyük felaketlerin tam ortasına düşer. Depremler, engizisyon tehlikesi,
frengi hastalığı, cinayetler arasında oradan oraya savrulur. Mümkün
dünyaların en iyisinde yaşadığımızı söyleyen hocası Pangloss'un
öğretilerini bu maceralarda hiç aklından çıkartmayacaktır, ama dünyanın
halini, insanların kötülüğünü gördükçe de umutsuzluğa kapılmadan edemez.
Almanya'da bir şatodan sefil bir hayata, düşler ülkesi Eldorado'dan
İstanbul'a dek uzanan, iyimserliği alaya alan ve bu sırada hayatı,
hayatın amacını sorgulayan bir yapıt.' [4]
Sayfa 44: Thorstein Veblen'in Aylak Sınıfın Teorisi'nden acı bir ironiyle...
Bahsi geçen kitap Türkçe'ye Aylak Sınıfın Kuramı adıyla Zeynep Gültekin ve Cumhur Atay tarafından çevrilmiş ve Urzeni Yayınevi tarafından basılmış. "Aylak sınıf (maiyetinin çoğuyla beraber) bir bütün olarak, asil ve dini olarak papazdan sonra gelen sınıfı kapsar. İlgili oldukları işler çeşitlilik gösterse de, bu işlerin endüstriyel olmayışı aylak sınıfın ortak ekonomik özelliğidir." [5]
Sayfa 45: Spinoza, Tanrı'nın bir bedeni olduğunu söyledi...
Spinoza benim yakın zamana kadar üstünkörü bildiğim bir felsefeciydi. Çetin Balanuye'nin kitaplarını okumak [6], [7] hayat kaliteme katkıda bulunacak kadar yararlı oldu benim için.
Bu alıntıya gelirsek; Spinoza'yı biraz olsun bilen biri onun Tanrı'nın bir bedeni olduğunu söylemediğini bilecektir sanıyorum. Çetin hocanın Spinoza Bir Hakikat İfadesi kitabında ayrıntılı olarak anlattığı gibi Spinoza'nın böyle bir söylemi yoktur, Etika isimli eserinin ilk bölümü Tanrı Hakkında başlığını taşır ve onun Tanrı kavrayışını anlatmak bir blog yazısının hayli ötesindedir. Burada Salman Rushdie'nün Spinoza'yı bilmediğini veya anlamadığını söylemek istemediğimi vurgulamak isterim. Okuduğumuz metnin bir roman olduğunu unutmadan devam edelim.
Sayfa 45: Bu fırsatı kaçırmayan Katolikler, Etika'sını Index Librorum Prohibitorum'a -Yasak Kitaplar Kataloğu- koydular.
Bu ifadeyi yine Çetin hocadan alıntılayarak yanlışlamak mümkün: "Spinoza Etik'i tamamlamış, ancak yayınlamaya -isimsiz bile olsa- kalkışmamıştır." [6]
Sayfa 45: Woody Allen'in filminde beden sevişmek üzereyken...
Bu film Woody Allen'ın Everything You Always Wanted to Know About Sex * But Were Afraid to Ask isimli 1972 tarihli filmi [8]. Bahsi geçen sahnenin 7 dakikalık bir bölümünü izlemek isterseniz:
Sayfa 50: Ama o Hieronymus adını taşıyordu ve bahçenin bir cehennem metaforu da olabileceğini büyük adaşı ve büyük ressamın tablolarından biliyordu.
Hollandalı ressam Hieronymus Bosch'un 1500'lerin başında yaptığı meşhur tablodan bahsediliyor.
Sayfa 51: Balıklı börekten nasıl inatla nefret ediyorsa Tanrı'ya da aynı inatla inanıyordu Ella, insanların maymundan geldiğine ikna olmuyordu.
Bu satırları okuduktan sonra "insan maymundan gelmiyor, sadece onlarla ortak atalarımız var" diye düşünürseniz Evrim Ağacı'nda bu konuyla ilgili bir yazıyı okumak isteyebilirsiniz [9].
Sayfa 58: ...araziye hortikültürel bir tutarlılık kazandırmasını istedi.
Hortikültür bitki yetiştirme bilimi veya sanatı demekmiş. Biraz daha ayrıntılı okumak isterseniz [10].
Sayfa 64: ...gerçek hayattaki akıl hocası Gottfried Wilhelm Leibniz de öncelikle beceriksiz bir simyacı (Nürnberd'de metali altına çevirmeyi başaramamıştı), ikinci olarak bir intihalciydi...
Leibniz'i beceriksiz bir simyacı diye eleştirmek normal hayatta çok adaletsiz olur çünkü o dönem yaşayan neredeyse bütün bilim insanları simya ile ilgilenmişlerdir. 1600'lü yıllarda henüz neyin yapılabilir neyin yapılamayacağı bilinmediğinden değersiz metallerin altına dönüştürülmesi hayali çok cezbedici bir fikirdi. Hem bunu Leibniz yapamadı ama başkası yapabildi gibi bir durum da yok doğrusu.
İkinci olarak Leibniz'in sonsuz küçükler hesabını Newton'dan bağımsız olarak aynı şekilde icat etmiş olduğunu biliyoruz. Bu konuyla ilgili olarak Kaan Öztürk ve Tevfik Uyar'ın uzun soluklu yayınları olan Muhabbet Teorisi'nin 137. bölümünü dinlemek isteyebilirsiniz diyerek bağlantısını bırakıyorum [11].
Sayfa 72: Sonra eskatoloji meselelerinden söz etmeye başladı...
Eskatoloji felsefenin dünyanın sonuyla ilgilenen bölümüymüş (bunu biliyormuşum gibi yazmayı isterdim ama yeni öğrendim doğrusu) [12].
Sayfa 74: Cinler insan simbiyotlarını nasıl seçiyorlardı...
Simbiyoz canlılar arası, her iki tarafın fayda gördüğü bir ilişki türü. Simbiyot da bu ilişkideki taraflara verilen isim [13].
Sayfa 77: ...Desh'li bir kral, Şehinşah veya Maharana gibi...
Burada bahsi geçen Şehinşah ve Maharana ifadeleri farklı bölgelerin yöneticileri anlamlarına geliyor. Bizim kullandığımız padişah, sultan gibi düşünülebilir.
Sayfa 84: Artık tuhaflık döneminin Dünyalar Savaşı'nın peşrev bölümü...
Dünyalar Savaşı H.G. Wells'in ünlü romanının adı. Okumak [14] veya filmini izlemek [15] isteyebilirsiniz.
Sayfa 85: Alice tavşan deliğinden aşağı kazara düşmüştü...
Lewis Carrol'un ünlü romanı Alice Harikalar Diyarında [16] romanına yapılan bir atıf.
Sayfa 85: Salt ve aşırı hızdan meydana gelen evrenin bir başlangıç noktasına, büyük patlamaya, yaratılış mitine ihtiyacı yoktu.
Büyük patlamayla ilgili ayrıntılı bir wikipedia maddesi mevcut [17].
Sayfa 87: ...Luru'lar ve Pandava'lar, Yunanlar ve Troyalılar arasındaki savaşlarda...
Hindistan krallıkları arasındaki savaşlardan biri [18]. Truva savaşı ile ilgili bir bağlantı vermeye sanırım gerek yoktur.
Sayfa 88: Henry Ford'un araba üretmesi, Georges Simenon'un roman yazması gibi...
Georges Simenon uzun ömründe (86 yıl yaşamış) 450 kadar roman yazmış bir romancı [19]. Günlük 60 ila 80 sayfa arasında yazan, oldukça fırtınalı bir hayat yaşamış biri.
Sayfa 91: Bana bir Vicodin lazım.
House M.D. dizisinin başrol oyuncusunun sürekli içtiğini gördüğümüz bağımlılık yapan ağrı kesici.
Sayfa 101: Ama bu kez, halkımı serbest bırak diyen olmayacak.
Burada İncil'e bir atıf var. "Yakup ve ailesi Mısıra göçtü. Ama 400 yıl sonra Mısırlıların kölesi olarak çalışıyordu. Musa Tanrı tarafından yetiştirildi ve Tanrı onun aracılığıyla İsrail ve Mısır halkıyla konuştu. Firavuna 'Halkımı serbest bırak' dedi, ama Firavun direndi. Tanrı dokuz belayı gönderdi, Firavun hâlâ direndi." [20]
Bir romancı olarak tanıdığımız James Joyce'un çok yönlü kişiliğinin bir parçası olarak "Bir Tenor olarak James Joyce" yazısını okumak isteyebilirsiniz [21].
Sayfa 104: Sevdiği erkek için Hollywood kariyerinden vazgeçen Esther Williams gibi...
2013'te 91 yaşında vefat eden Esther Williams ulusal rekorlar kırmış Amerikalı bir yüzücü ve oyuncu [22]. Filmlerde yüzücüleri canlandırmış.
Sayfa 109: Sarışın "Jeannie", "efendisi" astronot Larry Hagman'a aşıktı.
Burada 1965-1970 yılları arasında 5 sezon gösterilmiş I Dream of Jeannie dizisinden bahsediliyor [23].
Sayfa 110: Burnunu kaybeden bir Rus subayı, daha sonra burnuna St. Petersburg'da tek başına dolaşırken rastladı.
Gogol'un Burun adlı hikayesine [24] bir atıf.
Sayfa 124: Belki Cheshire Kedisi'ni yaratan Lewis Carroll...
Yine Lewsis Carroll'un Alice Harikalar Diyarında romanına [16] bir gönderme var. Burada bahsi geçen kedi zaman zaman vücudu görünmez olan, son görünen parçası delice sırıtışı olan bir hayvan [25].
Sayfa 129: "Çekirgelerin Günü", adlı Nathanel West'in romanından değil (oradaki çekirge tekildi) Dylan şarkısından (çoğul çekirgeler) almıştı...
Nathanel West'in romanı Türkçe'ye Çekirgenin Günü adıyla çevrildi [26]. Bob Dylan'ın Day of the Locusts şarkışı da burada:
Sayfa 143: Hz. Hamza'nın maceralarını anlatan Hamzanâme resimlerinde birkaç kez...
İslam Ansiklopedisinde Hamzanâme ile ilgili bir madde var [27]. "Hamzanâmeler zengin, karmaşık ve bazan mükerrer maceraları ihtiva
ettiğinden her dildeki yazmaları farklı sayıda ciltlerden oluşmaktadır." denildiğinden tek bir kitap olmadığı anlaşılıyor.
Sayfa 143: İnsan yiyen dişlerle dolu ağzıyla Goya'nın Satürn'ü kadar korkunç.
Kronos'un kendi yerine geçmelerinden korktuğu çocuklarını doğumlarının hemen ardından yiyerek öldürmesi anlatan Goya tablosu [28].
Sayfa 146: ...rezil cadı Moraga le Fay olabileceğini söylerler.
Britanya mitolojisindeki efsanevi Camelot kralı Kral Arthur'un üvey kız kardeşidir [29].
Sayfa 147: Jekyll ve Hyde'ı akla getiren...
Robert Louis Stevenson'ın klasik romanı Dr. Jekyll ile Bay Hyde [30].
Sayfa 149: Kim Novak, Vertigo'da iki kez düşmüştü, ama ikincisi gerçekti.
Türkiye'de Ölüm Korkusu adıyla gösterime giren Alfred Hitchcock'un 1958 tarihli filmi [31]. Filmin kadın başrol oyunucusu Kim Novak'tır.
Sayfa 153: ...Peristan'a giden kapı gece gündüz Jackson Heights'ta durduğu için...
New York şehrine bağlı Quenns'in bir semtinin adı Jackson Heights [32].
Sayfa 157: ...şehir sakinlerinin bir bölümü onun azametli varlığını bir goril hakkındaki ünlü ve eski filmin yeniden çevriminin reklam gösterisi sanmışlardı.
Bahsi geçen film Üç Oscar ödülü kazanmış olan King Kong [33].
Sayfa 159: Dünyadan gökyüzüne bakan insanlar, aslında şey olmayan bu büyülü şeyleri kuyrukluyıldızlar, meteorlar, kayan yıldızlar gibi görürler.
Halk arasında yıldız kayması diye bilinen şey aslında bir meteorun atmosfere yüksek hızla girmesi sonucunda oluşan yanmanın sonucu olarak görülen ışık oyunudur [34]. Gerçekte yıldızlar da hareket ediyor olmalarına rağmen bize o kadar uzaktadırlar ki onların hareketini çıplak gözle farkedemeyiz.
Sayfa 166: Dünyaya karanlıkta, gözlerin bağlı halde geldiğini hayal et, tıpkı şu anda olduğu gibi havada uçtuğunu düşün. Öyle bir durumda bedeninin olduğunu bile bilemezsin, ama kendin olduğunu bilirsin.
İnsan mevcut durumda dünyaya geldiğinde dahi ilk bebeklik döneminde kendini annesinden ve etrafından ayırt edebilir durumda değildir. Hiçbir duyuyu kullanmadan insanın kendi olduğunu bilebilmesi bana oldukça zor geliyor ama okuduğumuz metin bir psikiyatri kitabı değil.
Sayfa 183: ...modern Marx'tan çok, hantal bir Bluto veya Obelix'i andırıyordu.
Temel Reis çizgi dizisinde Türkçe adıyla Kabasakal diye bildiğimiz karakterin özgün adı Bluto, Asteriks'in yakın arkadaşı olan Hopdediks'in özgün adı da Obelix. Belki Türkçe'ye öyle çevirilmeleri daha uygun olabilirmiş, bilemedim.
Sayfa 185: ...Rene Magritte'in başyapıtı Golconde'nin kehanetini anladı; resimde alçak binaların ve bulutsuz gökyüzünün önünde paltolu, melon şapkalı adamlar havada asılı duruyordu.
Bireyselliğin geleneksel izole olmuşluğuna sert bir eleştiri olarak da görülen tablo:
Sayfa 191: ...bir tür sosyolojik partenogenez neticesinde...
Partenogenez ya da döllenmesiz üreme, gerek bitkilerde, gerek hayvanlarda döllenmemiş bir dişi gametin gelişip yeni bir birey meydana getirmesine verilen isimmiş [35].
Sayfa 195: ...Aziz Pavlus'un Selaniklilere ilk mektubunda anlattığı gibi...
Pavlus'un Selaniklilere birinci mektubunu [36] adresinden okuyabilirsiniz.
Sayfa 196: ...Vergilius'un sofu Aeneas'ının uzun zaman önce söylediği gibi...
Romalı şair Vergilius'un Roma İmparatorluğu'nun destanı sayılan epik destanı
Aeneis [37].
Sayfa 204: ...Hindu Tanrısı İndra'nın...
Hindu tanrısı hakkında uzunca bir wikipedia maddesi mevcut, meraklısı için buraya bırakıyorum [38].
Sayfa 205: Bu saldırı bir yeryüzü-sever, bir terraphile olan...
Burada adı geçen terraphile'nin ne olduğundan tam olarak emin olamasam da Doctor Who'nun 2010'da yayınlanan "The Coming of the Terraphiles" bölümüne bir atıf olduğunu tahmin ediyorum. Terraphile; uzak bir gelecekteki dünya tarihi ve kültürüne, özellikle Birleşik Krallığa takıntılı bir grup insan ve uzaylı olarak tarif ediliyor.
Sayfa 240: ...Dolly Parton resimleriyle...
Country müziğin en çok tanınan isimlerinden Dolly Parton'u [42] zaten biliyorsunuzdur ama gençliğinin bir fotoğrafını görmek istersiniz belki de:
Sayfa 244: ...Laurel ve Hardy gibi ayrılmaz bir ikili...
Zayıf olanı Laurel, daha gürbüz olanı Hardy olan Amerikalı komedi ikilisi. Siyaz beyaz, sessiz ve kısa filmlerini çocukluğumda çok izlemiş ve gülmüş olduğumu hatırlıyorum.
Sayfa 249: Beyaz çirişotu çiçekleri ölümden sonraki dünyanın çiçekleriydi...
Nasıl göründüğünü merak edenler için bir fotoğrafını bırakıyorum
Sayfa 250: ...analemmatik güneş saati, ormangülü korusu, Minos labirenti, çalıların arkasında saklanmış gizli köşeler yerli yerine dönmüştü.
Cunda Adasında bir örneği bulunuyor anelemmatik güneş saatinin.
Ormangülü ağacı benim gerçeğini hiç görmediğim bir ağaç, ama harika görünüyor
Yunan mitolojisinde ilk labirentin Girit kralı Minos için yapıldığı söyleniyor.
Sayfa 255: Kuh-i Nur'dan daha büyük elmaslar...
105 kratlık, bilinen en büyük elmaslardan biri [40].
Sayfa 282: Spanyel cinsi bir köpek gibi...
Uzun ve ipeksi tüyleri olan, sarkık kulaklı bir köpek ırkı [41].