İlkokulda okurken müfettiş gelecek denildiğinde hepimiz korkardık. Sonuçta müfettiş sınıfa gelen ve sorular soran biriydi. Benzer şekilde askerde de denetleme olacak diye askerler panik olurlar. İnsan çocuk aklıyla kolayca anlayamıyor ama müfettişlerin denetlemeye geldikleri kişi öğretmen. Denetlenmesi gereken kişinin bilgileri aktaran kişi olduğunu öğrenmem benim için bir aydınlanma olduğundan askerde denetlemede hiç telaşlanmamıştım.
Liseyi bitirene kadar bütün dersler zorunlu olduğu için öğretmenlerin anlattıkları konuları sınıfın tamamına öğretmesi hedefleniyor. Öğrencinin o dersi anlamak için gerekli bütün yeterliliklere sahip olduğu kabul ediyor. Üniversitede durum biraz daha farklı. Hem öğrenciler bölümleri bilerek, isteyerek seçmiyorlar, hem de çoğunlukla yeterliliklere sahip olmuyorlar. Bu aslında tamamen onların da kabahati olmuyor. Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı o kadar çok değiştiriyor ki biz üniversitede ona uygun değişiklikleri yapamıyoruz. Örneğin bu yıl bilgisayar mühendisliğine gelen öğrenciler matris ve determinant konularını hiç bilmeden geldiler. Geçen yıl gelenler bu konuları biliyorlardı. Biliyordu diyorsam elbette kavramları bilmiyorlardı ama en azından işlem yapmayı biliyorlardı. Üniversitelerin kendi müfredatlarını milli eğitimin hızına yetiştirmeleri mümkün değil diyemesem bile oldukça zor olduğu kesin. Bu yüzden lise bitene kadar öğretmenlerden beklenen başarının benzerini üniversitede beklemek, en azından ülkemiz için, anlamlı değil (lise bitene kadar yapılan eğitimde anlamlı bir başarı olmadığının farkındayım).
Peki ölçe ve değerlendirme ile üniversitede ne hedefleniyor? Bu konu üzerinde çok düşünülmesi gereken alanlardan biri bence. Eğitim insanları var olan durumlarından bir başka noktaya taşımak için yapılan bir faaliyet olduğundan hedeflenen noktaya gelinip gelinmediğini ölçmek önemli. Eğer eğitimin ardından bir ölçme ve ona bağlı bir değerlendirme yapılmazsa ne eğitmeni, ne de eğitimi alanları kontrol edecek bir mekanizma kalmamış olur. İnsan öğrenciyken konuya geçer notu alayım yeter diye bakarken eğitmen olunca değerlendirilmesi gereken iki farklı taraf olduğunu görüyor. Öğrencileri değerlendirmek için sınav nasıl olmalı konusundan çok, eğitmenin kendini nasıl değerlendirmesi gerektiği konusunu tartışmak istiyorum bu yazıda.
Bunun için derslerden önce tespit edilmesi gereken ilk şey "Nereden başlıyoruz?" sorusunun cevabı. Eğer dersin bir ön şartı, bağlı olduğu başka dersler varsa bunu tespit etmek oldukça kolay oluyor. Diferansiyel denklemler dersini alan tüm öğrencilerin birinci sınıf matematik derslerinin içeriğini bildiklerini kabul edince nereden başladıklarını bilmek sorun olmamasına rağmen yukarıda yazdığım gibi birinci sınıf dersleri için yaptığınız hesaplar lise müfredatının değişmesiyle alt üst olabiliyor. Üniversitede dersler arasında ön şart koşulu olmaması ise eğitmeni hiç hesap yapamaz hale getirebiliyor. Nesneye yönelik programlama bilmeyen birine tasarım kalıpları anlatmaya çalıştığınızı düşünürseniz durumun garipliği gözünüzde canlanacaktır sanırım.
Başlangıç noktasını belirledikten sonra sıra dönemi nasıl geçirdiğinizi tespit etmeye geliyor. Bunu yapabilmek için dönem sonu hedeflerimizin olması lazım. Bir dönem boyunca bu dersi dinlemiş ve sınavları başarıyla verebilmiş öğrenci hangi yeterlilikleri kazanmalı sorusunun cevaplarını bilmiyorsak, önemsemiyorsak öğrencilere doğru soruları sormak da mümkün olmuyor. Sınav soruları anlatılan konuların ne kadarını kapsıyor, hangi konuyu farklı biçimde anlatmalıyım ki daha iyi anlaşılsın, dersin içeriğine bağlı olarak güncel bir şeyler eklemeli miyim gibi sorular her eğitmenin kendisi için cevaplaması gereken sorular olmalı.
Bunun için bir veya iki ara sınav ve bir final çoğunlukla yeterli olmuyor. Elbette kastım öğrenciyi değerlendirmek değil, eğitmenin kendini değerlendirmesi. Yeterli ön bilgiye sahip her öğrencinin anlatılan her konuyu kavraması gerekli. Bunun için tek gerekli şartın eğitmenin performansı olmadığı konusunda hem fikir olduğumuzu tahmin ediyorum. Öğrencinin hayatındaki diğer problemleri motivasyonunu belirleyici etkenlerin başında geliyor. Motivasyonu düşük bir gruba ders anlatmak kadar da zor çok az şey var. Bu motivasyonu düşüren etkenlerden birinin eğitmen olmaması lazım. Bütün derslerin nasıl işlenmesi gerektiği ile ilgili bir formülün olmaması işi zorlaştırıyor ama çaresiz değiliz elbette.
Ben bir dönem her hafta bir sınav yaparak konuların nasıl anlaşıldığını sürekli takip etmeyi denedim. Her sınavda o hafta anlattığım konulardan 15 dakikalık birer sınav yaparak gidişatı gözlemenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Dönem sonunda öğrencilerden dersin sonundaki sınavı düşünmenin oluşturduğu baskının dersi dinlemeyi zorlaştırdığı hakkında çok yoğun geri bildirim alınca bu uygulamadan vazgeçtim.
Çoktan seçmeli, hatta doğru/yanlış sorularından oluşan sınavlar yaptım bir dönem. Bunu öğrencilerin yoğun talepleri üstüne yaptım ama başarı oranı oldukça düşük oldu. Öğrenciye kendini ifade imkanı bırakmadığı ve ucu açık sınavlarda benim eğitmen olarak düşünmediğim doğru cevapları bile alabildiğim için bu yöntemi de uzun yıllardır kullanmıyorum.
Birkaç yıldır bütün sınavlarımı defter, kitap açık olarak yapmayı deniyorum. Sınavı böyle yaparak öğrencilerin ders notlarını, kitapta yazanları ezberlemeleri yerine onları yorumlayabilmelerini sağlamayı hedefliyorum. Bu yöntemin de bir olumsuz yan etkisi konuyu bilen öğrencileri bile sınav sırasında notlara son bir bakmaya yöneltmesi oluyor. Yanında ders notları varken ona bakmadan aklındakinin doğruluğuna güvenmesi çok kolay olmuyor öğrencilerin.
Bazı derslerin sınavlarını defter, kitabın yanı sıra bilgisayar ve internet de kullanılabilir şekilde yapıyorum. Bu yöntemde yukarıdaki dezavantaj daha baskın oluyor. İnternette aramadan bildiği şeyi bile yazmıyor büyük çoğunluk. Şu konuyu anlatın, bu kavram nedir gibi soruları sormak imkanı olmadığından kaynak kullanımının serbest olduğu sınavları hazırlamak diğerlerine göre daha zor oluyor. İnternet kullanımının serbest olduğu sınavlarda kopya çok yaygın olur diye düşünebilirsiniz ama diğerinde de kopyayı kontrol etmek o kadar kolay değil. Sınavları nasıl yapmalı konusunu yıllardır düşünüyorum, bu konuda eskiden yazdığım iki yazıyı meraklısı için bırakıyorum [1], [2].
Bazı dersler için hiç sınav yapmayıp sadece proje ve uygulamalarla da ölçme ve değerlendirme yapılabilir elbette. Bunun için sınıf kapasitesine yetecek kadar uygulama alanı ve değerlendirecek eğitmen olması en önemli kısıtlayıcı etkilerin başında geliyor. Bir eğitmenin değerlendirebileceği öğrenci sayısı oldukça az olduğundan yeterli sayıda eğitmen olmadığında bu yöntemi uygulamaya çalışmak hiç okunmayacak raporları toplamaktan öteye de gitmeyebilir.
Aslında bence en doğrusu dersin içeriğinin ve hedeflerinin belirlenmesinin ardından ölçme ve değerlendirmenin başka eğitmenler tarafından yapılması. Böylece derse giren eğitmenin kendisini daha nesnel bir şekilde değerlendirme imkanı olabilir. Bunu yapabilmek için eğitmen sayısının mevcut durumdan çok fazla olması gerektiği de açıktır sanırım.
Sonunda ölçme ve değerlendirme yapılmayan bir eğitimde eğitmen kendini hiç değerlendirmiyor demektir. Sadece sınıfın tepkilerine bakarak, eğitime katılanların memnuniyeti ile değerlendirme yapılamaz. Şimdiki aklım olsa sonunda beni ve eğitmeni değerlendirmeyen hiçbir eğitime katılmazdım.
Bir önceki yazımda bahsettiğim üniversitede ders anlatmak nasıl öğreniliyor [3] konusunun bir alt başlığı aslında ölçme ve değerlendirme yapmak. Uzun yıllar üzerinde çalışılmış, kendi kavramları ve yöntemleri olan bu alanın da lisansüstü eğitimde akademisyen adaylarına öğretilmesi gerekli. Nasıl ders anlatmak yıllar içinde geliştirilebilen bir konu ise ölçme ve değerlendirme de aynı şekilde insanın kendini sürekli ilerletebileceği bir konu.
[1] https://www.nyucel.com/2013/03/snavlarda-kopya-cekmek-serbest-olsun.html
[2] https://www.nyucel.com/2015/01/boyle-bir-snav-da-mumkun.html
[3] https://www.nyucel.com/2019/01/universitede-ders-anlatmak-nasl.html
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Ahmet Göksu - Native Graphics Backend for FreeType Demos on macOS Ali Haydar - Implementation of a g-k ...
-
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Bora Sabuncu - Remote Control Emre Çelikten - Web Data Collection for Language Modeling Gökçen Eras...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder