31 Ocak 2019 Perşembe

Üniversitenin ikilemi

Üniversite denildiğide toplumun büyük kesimlerinin aklına aşağıdaki fotoğraftaki gibi insanların çalıştığı araştırma ve bilim yuvaları geliyor. Üniversite hocaları araştırma yapsınlar, icatlar yapıp, patentler alsınlar, kansere çare bulsunlar beklentisi mevcut. Ülke yönetiminin her kademesi üniversitelerimizin dünyanın en iyi 500 üniversitesi arasında olması hedefini dillendiriliyor. Bu sıralamalar üniversite personellerinin yaptığı yayınlar, aldığı atıflar, ödüller, patentler üzerinden yapılıyor. Bu sıralamalar nasıl yapılmalı başka bir tartışmanın konusu ama mevcut kriterler arasında öğrencilerin hiç bulunmadığına dikkatinizi çekmek istiyorum. Yani öğrencilerin kavramları iyi öğrenmesi zaten ölçülemez bir şey olduğu için bunun üzerinden bir sıralama yapma imkanı da yok.


Ülkemizde akademik personelin faaliyetlerine göre aldığı teşvikler mevcut. YÖK'ün [1] sayfasından ayrıntılarına bakabilirsiniz, rica ediyorum bakın. Ayrıntıları meslekten olmayanları ilgilendirmeyecektir ama ana başlıklara bakınca bunların proje, araştırma, yayın, patent, atıf olduğunu göreceksiniz. Bu sayıların artması üniversitelerimizin de yukarıda bahsettiğim sıralamalarda daha yukarı çıkmasını sağlayacaktır elbette. Bu kriterlerin hiçbirinin öğrencilere, yani sizin çocuklarınıza daha iyi eğitim vermekle ilgisi olmadığına da dikkat edelim. Bunların tamamı araştırma faaliyetleridir. Ders anlatmak bir akademisyen için hiçbir karşılığı olmayan bir görevdir. Ne teşvik alırsınız, ne görev süresi uzatımında kullanabilirsiniz.

Eğitim öğretim ve araştırma üniversitelerin temel iki faaliyet alanıdır ama birbiriyle nasıl bir ilişki içindedir bu iki alan? Konuya dışarıdan bakan gözler sadece araştırmacıların çalıştığı, patentlerin, tescillerin havada uçuştuğu bir üniversitede çocuklarımızın da daha iyi eğitim alacağını düşünecektir diye tahmin ediyorum.

Bir de öğrenciler ve anne babalar tarafından bakalım üniversitelere. Aileler çocuklarını bir meslekleri olsun diye gönderiyorlar üniversitelere. Zaten üniversiteleri sadece profesör yetiştiren kurumlar olarak görmemek gerekir. Akademik hayatın elbette güzellikleri var, hayatımızı değiştiriyor ama bütün çocuklarımızı akademisyen yapamayacağımız da bir gerçek. Bilimsel düşünme yapısını öğrensinler, isterlerse akademisyen olsunlar ama bir toplumun temel hedefi herkesi akademisyen yapmak olmamalı. Ülke olarak üniversitelerde okuyan ve sayıları milyonu geçen gençlerin hepsini akademisyen yapmayı hedefliyor olamayız.

Şimdi bir zihin deneyi yapalım ve yukarıdaki fotoğraftaki müthiş bilim insanlarını canlandırıp, aynı performanslarıyla günümüze, ülkemizdeki bir üniversiteye getirelim. Çocuğunuzun bu üniversitede okumasını ister miydiniz? Tahmin ediyorum herkes evet diyecektir. Peki neden? Eğer çocuğunuzu fizik veya kimya okumaya göndermeyecekseniz okuduğu okulda Curie'nin olmasının nasıl bir pratik faydası olacak? Çocuklarınızın fizik okumaya gitmediğini biliyoruz [2]. Öğrenci kapasitesi en düşük üniversitemizin yaklaşık 30.000 öğrencisi var, çocuğunuz bu fotoğraftakilerden birini bile görmeden mezun olabilir. Derslerini Heisenberg veya Einstein anlatmıyor diye mi gitmiyor çocuklar fizik bölümlerine? Hiç sanmıyorum. Öğrenciler biliyor ki dersi Pauli'den de dinleseler işsiz kalacaklar. Bu yüzden fizik okumuyorlar.

Burada bir başka konuya daha dikkatinizi çekmek istiyorum. Yukarıdaki kadro tamamen bir üniversitemizde çalışmaya başlasa bile herhangi biri lisans öğrencilerine ders anlatır mıydı sizce? Curie için biçeceğimiz rol laboratuvarda çalışması değil de lisans öğrencilerine haftada 20 saat ders anlatması mı olurdu? Lorentz'i bölüm başkanı yapıp, gelen giden evrakla mı uğraştırsaydık? Ehrenfest doktora öğrencileriyle değil de lisans öğrencileriyle mi ilgilenirdi? Herkesin hemfikir olacağını düşündüğüm şey bu araştırmacıların, teorisyenlerin en iyi oldukları işi yapmaya devam etmesinin tüm insanlık için en iyisi olacağıdır.

Bir konuyu hakkıyla anlatabilmek için o konuda yeni şey yapmış olmak gerekmediğini biliyoruz. Öyle olsaydı ilk ve orta eğitimdeki öğretmenlerden de yayınlar, bildiriler beklerdik. Bir örnek olarak üniversite birinci sınıfta okutulan matematik 1 ve 2 derslerini düşünelim. Bu derslerde temel olarak türev ve integral hesabı anlatılıyor. Newton'un bu kavramları kendi çalışmalarında kullanmak için icat ettiğini biliyoruz (Leibniz mi, Newton mu tartışmasının yeri burası değil). Buradan hareketle Newton'un matematik 1 dersini herkesten iyi anlatabileceği söylenebilir mi? Ya da tersinden sorayım matematik 1 dersini iyi anlatabilmek için Newton mu olmak gerekir? Newton bugün bizim üniversitelerimizden birinde hoca olsaydı ne o matematik 1 anlatmak isterdi, ne de anlatacak vakti olurdu. Bugün matematik 1 dersini dünya standartı neyse, o seviyede anlatacak yüzlerce, belki binlerce üniversite hocası mevcuttur ülkemizde.

Denebilir ki bunlar çok eski ve temel konular. Üniversitede daha güncel konular anlatılıyor. Aslında bu da bir yanılsama. Bakın bir bölümün lisans programına; 2000 yılından sonra bulunmuş neredeyse hiçbir kavramın anlatılmadığını göreceksiniz. Teknolojinin çok hızlı yenileniyor olması bizde temel kavramların da o hızla değiştiği yanılgısını oluşturuyor ama durum böyle değil. Bilgisayar mühendisliğinde sürekli yeni araçların, yeni programlara dillerinin çıkması meslekten olan, olmayan herkesin dilinde ama durum gerçekte böyle mi acaba? Birkaç örnekle açıklamak isterim: IPv6 (yeni nesil internet protokolü de deniyor) RFC'si [3] 1998'de yazılmış. Tasarım Kalıpları dersinin her yerde okutulan kitabı [4] 1994'te yayınlanmış. Bilgisayar Ağları dersinin temel kitabının [5] ilk basımı 1981'de yapılmış. Listeyi böyle uzatmak mümkün ama kastımı anlatabildiğimi düşünüyorum. Özetle lisans seviyesindeki dersleri hakkıyla anlatmak için araştırmacı, teorisyen olmak gerekmiyor.

Peki hem araştırmacı olup hem lisans derslerini anlatmak imkanı yok mu? Elbette var ama akademide üretimde bulunmak konsantrasyon gerektiren bir faaliyet. Lisansta iki farklı ders anlatsın dediğiniz bir akademisyenin dersten önceki hazırlığı, tekrar dikkatini toplaması için harcayacağı zaman onun mesaisinin neredeyse yarısı olacaktır. Buna değer diye düşünenlerin elbette lisans derslerine girmesinde bir sorun yok ama sadece araştırma kısmına odaklanmak isteyenler için de bir mecra oluşturmalıyız.

Bunu sadece lisansüstü öğrencisi alan araştırma enstitüleriyle mi, yoksa öğrencisiz araştırma merkezleriyle mi çözeriz bilemiyorum ama akademinin üzerinde tartışması gereken konulardan biri olduğunu düşünüyorum. Bu haliyle çocuklarımız onları gönderdiğimiz amaçtan çok başka motivasyonları olan akademisyenlerden eğitim alıyorlar.


[1] http://www.yok.gov.tr/AskiyaCikardik/docs/AK2.pdf
[2] https://www.nyucel.com/2018/12/ne-olacak-fizik-bolumlerinin-hali-2.html
[3] https://www.ietf.org/rfc/rfc2460.txt
[4] https://www.amazon.com/dp/0201633612
[5] https://www.amazon.com/Computer-Networks-Tanenbaum-International-Economy/dp/9332518742 

29 Ocak 2019 Salı

Dersleri nasıl takip etmeli?

Öncelikle üniversitelerdeki derslerin büyük bölümünün uzaktan eğitimden bir farkı olmadığını düşündüğümü söyleyeyim. Hem sınıflar çok kalabalık, hem de dersler öğrencinin bir ilişki kurabileceği şekilde anlatılmıyor. Üniversite hocaları nasıl ders anlatmaları gerektiğini çok büyük oranda kendileri çabalayarak öğreniyorlar [1]. İnternette hemen her ders için öğrenme malzemesi mevcut. Bu haliyle bakınca üniversitede derslere devam zorunluluğun olmaması gerektiğini düşünüyorum [2]. Bu konuda daha önceden yazdığım için tekrarlamak istemiyorum.

Bu yazıda derslere gelip dinlemek isteyenlere bu zamanı verimli geçirmeleri için olabildiğince yol göstermeye çalışacağım. Eğer amacınız sadece dersten geçer not almak ise, konuyu öğrenmeniz gerekmediğini düşünüyorsanız (muhtemelen öyle değildir ama bizi ilgilendirmez bu) yazının gerisinin size hiç faydası olmayacaktır. Ezberleyin, kopya çekin veya son gece sabahlayıp dersi geçin. Yazının bundan sonraki kısmı derse o konuyu öğrenmek için girenler için olacaktır.

Bir dersten en fazla verim almanın yolu o dersten önceki konuları biliyor olmak ve o derste anlatılacak konu ile ilgili yüzeysel de olsa bir okuma yapmış olmaktır. Bunun gerçekleştirmesi çok zor bir görev olduğunu biliyorum. Dersi böyle takip eden öğrencilerle dolu bir sınıfa ders anlatmak dersin sorumlusu için harika bir deneyim olur diye tahmin ediyorum.

Her şeyi yazmayın

Bütün dersleri öğrenebilmek için geçerli bir yöntem olmadığını baştan kabul edelim. Dersin nasıl işlendiğine göre onu nasıl takip etmemiz gerektiğini belirlemeliyiz. 

En kötü yöntemin hocanın söylediği her şeyi not almak olduğunu söylemeliyim. Bunu yapan çok arkadaşım ve öğrencim oldu. Tuttukları notlara baktığımda derste anladığım şeyleri bile tekrar etmek imkanının çoğunlukla bulunmadığını görürdüm. Bir konuyu yazılı olarak, özellikle ders notu şeklinde, hazırlayan biri onu okuyacağınızı düşünerek yapar bu hazırlığı. Öğrencinin yeni duyduğu bir ifadeyi bir kere anlattıktan sonra gerektiğinde bu bölüme dönüp bakabileceğini bilir ve tekrar etmez. Konu anlatımı bir düzen içinde olur. Sözlü anlatım ise böyle değildir. Öğrenciye on dakika önce anlattığınız bir kavramı zaten çok yeni duyduğunu bildiğiniz için arada hatırlatırsınız. Bazen yazılı metinlere geçiremeyeceğiniz örnekler verir, şakalar yaparsınız. Kitapta yazanları ezberden sırasıyla söyleyen bir hocanın dersini takip etmek çok sıkıcı olur genelde. O kitabı hoca kendisi yazmış olsa ve okurken konuyu çok iyi anlasanız bile iş dinlemeye gelince durum farklı olur. Bu aslında yazılı ve sözlü kültürlerin temelindeki farktan kaynaklanır ama bu kadar ayrıntıya girmeye gerek yok sanırım. Sonuç olarak ağızdan çıkan her şeyi yazmak sonra takip etmesi zor bir malzeme bırakır size.

Derste ses veya görüntü kaydı almak da benzer şekilde verimsiz bir yöntemdir. Çünkü tekrar etmeye çalıştığınızda aynı süreyi yeniden harcamanız gerekir. Hem madem vidyodan takip edecektiniz, derse neden gittiniz? Bu dersi youtube'da veya çevrimiçi derslerde bulamadığınız için gitmediniz ki derse.

Dersi derste öğrenmeye çalışın

Şunu aklınızdan çıkartmayın: hoca derste evrenin az önce kendisinin bulduğu ve kimsenin bilmediği bir sırrını anlatmıyor, yeterli ön hazırlığınız varsa derste anlatılan her şeyi anlayabilmeniz gerekir. Madem evde uyumaktan veya kantinde gevezelik etmekten feragat edip derse geldiniz, ne anlatılıyorsa onu öğrenin. Evet eve gidip ders notlarını okuyarak da öğrenebilirsiniz ama o zaman neden derstesiniz? Dinlemeyeceğiniz derse girmeyin. Sadece devamsızlık kontrol edildiği için derse girmek kadar zaman kaybı olan çok az şey vardır.

Eğer o dersten önce anlatılan konuları takip etmişseniz bulunduğunuz dersten "buna sonra bakıp anlayayım" dediğiniz bir şey olmadan çıkmalısınız. Aklınıza yatmayan, nedenini anlayamadığınız bir şey olduğunda bunu sorun. Dersin sorumlusu bundan memnun olacaktır. O da evinden çıktı geldi, odasında değil sınıfta bulunuyor, ayakta ve bir saattir konuşuyor. Anlattıklarının bir işe yaramasını istiyor o da. Çekinmeyin, sorun.

Tahtada anlatılan şey bir matematik probleminin çözümü bile olsa onu not almak yerine nasıl çözüldüğünü orada anlamaya çalışmak daha verimli bir hareket olacaktır. Nasılsa yurda gidince benzer problemleri çözeceksiniz. Önemli olan yeni anlatılan kavramı öğrenmeye çalışmak olmalıdır. Eğer bir uygulama saatindeyseniz yani dersin kendisi problem çözme, kod yazma gibi bir şey ile ilgiliyse o zaman bunu yapmaya çalışmalı ve aklınıza yatmayan şeyi sormalısınız.

Uygulamanın her tarafında bulunun

Dersin uygulamalarında tek bir rolü benimsemeyin. Bir grupla çalıştığınızda biri karışımı hazırlarken diğeri cihazı kullanıyorsa örneğin, her iki tarafta da bulunun. Bir yazılım projesinde sadece testleri siz yazmayın. Size belki ilk yaptığınız işleri tekrar etmek yeni bir şey yapmaktan daha kolay görünecektir ama kendinize burada öğrenmek için bulunduğunuzu hatırlatın. Ekip arkadaşlarınıza bir rolü terketmeyin, siz de başka birini sahiplenmeyin. Belki onu yaparken bilmediğiniz bir şeyler öğreneceksiniz. Öğrenme fırsatını kaçırmayın.

Dinlemenizi engellemeyecek uzunlukta notlar alın

Dersin sorumlusu ders kitabında bulunmayan hiçbir şey anlatmıyorsa bile ilk kez duyduğunuz bir kavramla ilgili anlatılan şeylerden aklınızda canlanan şey her ne ise onu kısaca not almak iyi olabilir. Kısaca diyorum çünkü hocanın dediğinin aynısını değil, ondan aklınızda kalanı yazmak istiyorsunuz. Bunun üzerinde çok durursanız o sırada anlatılanları kaçırırsınız. Zamanla neyi not almanız gerektiğini siz de kolayca bileceksiniz. Her yeni kavramı yazmanız gerekmeyecek. Zaten bütün hepsini eve gidince kitaptan okuyabilirsiniz ama alacağınız kısa notlar sizin konuyla bir ilişki kurmanıza yardımcı olacaktır.

Ders hakkında konuşun

Üniversiteyi sadece hocadan öğrenilen bir yer olarak görmemek gerekir. Akranlar arası sosyalleşme ve öğrenme de en az hocadan dinleme kadar, hatta bazen daha fazla önemlidir. Çok iyi anladığınızı düşündüğünüz bir dersin çıkışında arkadaşlarınızın sorduğu bazı sorulara cevap veremediğinizi görmek eve gidince hangi başlıkları daha ayrıntılı okumanız gerektiği hakkında ip uçları verecektir. Bir kavramı bildiğini düşünmek ile onu başkasına anlatmak için zihninde toparlamak farklı süreçlerdir. Dinlediğiniz her dersi çıkışta başkasına anlatın demiyorum ama ders çıkışında kısa da olsa bir sohbetin faydasını görürsünüz.

Ders içeriğinin eksik olduğunu düşünüyorsanız kendiniz tamamlayın

Aradan zaman geçtiğinde bir dersi hangi hocadan dinlediğinizi, hangi notla geçtiğinizi, ödevleri, sınavları hatırlamayacaksınız. Derste anlatılan kavramları biliyor musunuz, onları kullanabiliyor musunuz; esas önemli olan bu soruların cevabı olacak. Aldığınız derslerin içeriğini başka üniversiteler daha geniş kapsamlı anlatıyorsa, kaderinize küsüp hocanızın anlattığı ile yetinmeyin. Her konuda çok fazla çevrimiçi ve/veya basılı kaynak mevcut. Varsa eksiğiniz, onları kendiniz tamamlayın. O konular sınavda çıkmayacak diye öğrenmezlik etmeyin.

Eğer okuduğunuz bölüm yukarıdakilerin hiçbirini yapmaya değmez gibi geliyorsa muhtemelen yanlış bölümde okuyorsunuzdur.

[1] https://www.nyucel.com/2019/01/universitede-ders-anlatmak-nasl.html
[2] https://www.nyucel.com/2013/02/derslere-devam-neden-zorunlu.html

26 Ocak 2019 Cumartesi

Kamu kurumları özgür yazılımdan ne anlıyor?

Son dönemde "yerli ve milli yazılım"dan bahsedildiğini sıkça duyuyoruz. Bu konuya bir açıklık getirmek için bir cümleyle özetlenebilecek bir yazı yazmıştım [1]: "Özgür yazılım yerli ve milli yazılımlardan bütün beklentilerimizi karşılama potansiyeline sahiptir." Evet özgür yazılımın bu potansiyeli var ama ülke olarak bunu değerlendiriyor muyuz? Bence hayır! Özgür yazılımın getirdiği dört özgürlükten [2] sırasıyla bahsedip bu iddiamı temellendirmek istiyorum.

Yazılımı istenilen amaç için, istenilen şekilde çalıştırma özgürlüğü

Bu özgürlük son kullanıcı açısından bakınca en temel olanı [3]. Peki kamunun özgür yazılıma (onlar hep açık kaynak diyorlar ama bence esas önemli konu bu değil) olan ilgisi gerçekten bazıları sahipli yazılımları kullanamıyor diye itiraz edişinden mi? Yoksa özgür yazılımların çok büyük oranda lisans bedeli verilmeden kullanılabiliyor olmasından mı? Burada kamunun sadece maliyet odaklı yaklaşımı özgür yazılımdan çok hızlı bir dönüşü beraberinde getirir. Bunu kendi ülkemizde yaşadığımız tecrübelerden de çok iyi biliyoruz. Bununla ilgili daha önce yazdıklarımı tekrar etmemek için linkini bırakıyorum [4].

Yazılım nasıl çalıştığını anlama ve onu istediği gibi değiştirme özgürlüğü

Kamu bu özgürlüğü neredeyse hiç kullanmıyor. Tamam özgür yazılımların kaynak kodları açık ve kamu onu değiştirebilir durumda ama bunu yapmıyor. Nereden biliyoruz yapmadığını? Özgür yazılımların geliştirme süreçleri tamamen açık olduğu için istediğiniz özgür yazılıma bakın geliştiricileri arasında kaç tane .tr uzantılı eposta adresi var. Üşenmeyen isimlere tek tek de bakabilir. Sizi yormamak için söyleyeyim çok büyük oranda hiç yok. Oysa Pardus temel olarak Debian üzerine inşa edilmiş bir dağıtım, bir tane bile Debian geliştiricisi istihdam etmesi gerekmez mi? Dağıtımla birlikte dağıtılan ofis paketi LibreOffice, bir tane olsun LibreOffice geliştiricisi çalıştırması gerekmiyor mu? Ankara'da postgresql konferansı düzenlendiğinde akın akın koşan TÜBİTAK birimlerinde bir tane olsun, ilaç niyetine postgresql geliştiricisi bulunmamasında bir gariplik yok mu?

Peki TÜBİTAK kendisi geliştirici çalıştırmıyor ama Debian vakfının, Belge vakfının, Postgresql vakfının destekçisi mi? Bunun da cevabı hayır. Böyle yazınca sadece TÜBİTAK hakkında yazıyorum gibi anlaşılmasın isterim. Her yerde adı geçen Havelsan, Aselsan ya da herhangi bir kamu kurumu için de durum aynı.

Bütün özgür yazılım kullanan kurumlar onun gelişimine katkıda bulunsun demiyorum ama hiçbirinin katkıda bulunmaması olacak şey değil. Bu özgürlüğü hiç değerlendirmediğimiz için buradan edineceğimiz bilgi birikimi diye bir şeyden bahsedemiyoruz. Ülkemiz insanının "ben de yapabilirim" hissine zerre katkısı olmuyor özgür yazılım kullanımının. Bu büyük bir kayıptır.

Yazılımın kopyalarını yeniden dağıtabilme özgürlüğü

Bu özgürlüğü kullanıyoruz ve kurumlar lisans ücreti ödemiyor ama yazılımı yapılandırmak ve özelliştirmek ayrıca bir emek istiyor. Yazılımın kendisine para vermemiş kurumlar bakımı ve ayakta tutulması için ücret ödemek istemiyor genellikle. Microsoft'a, Oracle'a her yıl düzenli ödenen bakım ücretlerini yerli firmalara verip sorunlarını çözdürmekte çok isteksiz kamu kurumları.

Yazılımın değiştirilmiş hallerini yeniden dağıtılabilme özgürlüğü

Kamu kullandığı özgür yazılımları geliştirmeye çalışmadığı için elinde değiştirilmiş bir hali de olmuyor ve bunu dağıtamıyor. Eğer bir özgür yazılımı kendi ihtiyaçları için kaynak kodunda bir değişiklik yaparak kullanıyorsa bile bunu özgür yazılım topluluğu ile paylaşmadığından bu özgürlük tamamen işlevsiz bir hale geliyor.

Açık kaynak yazılımlarla kendi problemlerini çözen kamu kurumları kendi yazılımlarının kaynak kodlarını açıp başka kurumların kullanımına da sunmuyor. Neredeyse aynı problemleri çözmek için her kurum kendi açık kaynak (!) çözümünü kendi geliştiriyor.

Bütün bunlara rağmen özgür yazılım kullanımı ülke için bir avantajdır ama sürdürülebilir bir durum değildir. Yazılım tekelleri ile fiyat konusunda mücadele etmek mümkün değildir. Yukarıda bahsettiğim [4] numaralı yazıdaki acı tecrübelerimizi unutmamalıyız. Özgür yazılım sadece bedava yazılım değildir, onu böyle anlayanlar Microsoft ve Oracle "sizden para almayalım" dediklerinde ilk geri dönenler olacaktır.

Özgür yazılım kendi başına bir amaç değil, daha iyi bir dünya için bir araç. Biz ülke olarak sadece tüketen bir ülke olmayı hedeflemiyorsak bu yolda bize yardımcı olabilecek bir araç. Üreten bir ülke olabilmenin de ilk şartı yüzümüzü üretime çevirmek olmalı.

Maalesef yanlış yoldayız!

[1] https://www.nyucel.com/2017/03/yerli-yazlm-milli-yazlm.html
[2] http://www.gnu.org/philosophy/free-sw.en.html
[3] https://www.nyucel.com/2017/03/son-kullanc-icin-ozgur-yazlm-neden.html
[4] https://www.nyucel.com/2012/07/bedava-m-ozgur-mu.html

15 Ocak 2019 Salı

Ölçme ve değerlendirme olmadan eğitim olur mu?

İlkokulda okurken müfettiş gelecek denildiğinde hepimiz korkardık. Sonuçta müfettiş sınıfa gelen ve sorular soran biriydi. Benzer şekilde askerde de denetleme olacak diye askerler panik olurlar. İnsan çocuk aklıyla kolayca anlayamıyor ama müfettişlerin denetlemeye geldikleri kişi öğretmen. Denetlenmesi gereken kişinin bilgileri aktaran kişi olduğunu öğrenmem benim için bir aydınlanma olduğundan askerde denetlemede hiç telaşlanmamıştım.

Liseyi bitirene kadar bütün dersler zorunlu olduğu için öğretmenlerin anlattıkları konuları sınıfın tamamına öğretmesi hedefleniyor. Öğrencinin o dersi anlamak için gerekli bütün yeterliliklere sahip olduğu kabul ediyor. Üniversitede durum biraz daha farklı. Hem öğrenciler bölümleri bilerek, isteyerek seçmiyorlar, hem de çoğunlukla yeterliliklere sahip olmuyorlar. Bu aslında tamamen onların da kabahati olmuyor. Milli Eğitim Bakanlığı müfredatı o kadar çok değiştiriyor ki biz üniversitede ona uygun değişiklikleri yapamıyoruz. Örneğin bu yıl bilgisayar mühendisliğine gelen öğrenciler matris ve determinant konularını hiç bilmeden geldiler. Geçen yıl gelenler bu konuları biliyorlardı. Biliyordu diyorsam elbette kavramları bilmiyorlardı ama en azından işlem yapmayı biliyorlardı. Üniversitelerin kendi müfredatlarını milli eğitimin hızına yetiştirmeleri mümkün değil diyemesem bile oldukça zor olduğu kesin. Bu yüzden lise bitene kadar öğretmenlerden beklenen başarının benzerini üniversitede beklemek, en azından ülkemiz için, anlamlı değil (lise bitene kadar yapılan eğitimde anlamlı bir başarı olmadığının farkındayım).

Peki ölçe ve değerlendirme ile üniversitede ne hedefleniyor? Bu konu üzerinde çok düşünülmesi gereken alanlardan biri bence. Eğitim insanları var olan durumlarından bir başka noktaya taşımak için yapılan bir faaliyet olduğundan hedeflenen noktaya gelinip gelinmediğini ölçmek önemli. Eğer eğitimin ardından bir ölçme ve ona bağlı bir değerlendirme yapılmazsa ne eğitmeni, ne de eğitimi alanları kontrol edecek bir mekanizma kalmamış olur. İnsan öğrenciyken konuya geçer notu alayım yeter diye bakarken eğitmen olunca değerlendirilmesi gereken iki farklı taraf olduğunu görüyor. Öğrencileri değerlendirmek için sınav nasıl olmalı konusundan çok, eğitmenin kendini nasıl değerlendirmesi gerektiği konusunu tartışmak istiyorum bu yazıda.

Bunun için derslerden önce tespit edilmesi gereken ilk şey "Nereden başlıyoruz?" sorusunun cevabı. Eğer dersin bir ön şartı, bağlı olduğu başka dersler varsa bunu tespit etmek oldukça kolay oluyor. Diferansiyel denklemler dersini alan tüm öğrencilerin birinci sınıf matematik derslerinin içeriğini bildiklerini kabul edince nereden başladıklarını bilmek sorun olmamasına rağmen yukarıda yazdığım gibi birinci sınıf dersleri için yaptığınız hesaplar lise müfredatının değişmesiyle alt üst olabiliyor. Üniversitede dersler arasında ön şart koşulu olmaması ise eğitmeni hiç hesap yapamaz hale getirebiliyor. Nesneye yönelik programlama bilmeyen birine tasarım kalıpları anlatmaya çalıştığınızı düşünürseniz durumun garipliği gözünüzde canlanacaktır sanırım.

Başlangıç noktasını belirledikten sonra sıra dönemi nasıl geçirdiğinizi tespit etmeye geliyor. Bunu yapabilmek için dönem sonu hedeflerimizin olması lazım. Bir dönem boyunca bu dersi dinlemiş ve sınavları başarıyla verebilmiş öğrenci hangi yeterlilikleri kazanmalı sorusunun cevaplarını bilmiyorsak, önemsemiyorsak öğrencilere doğru soruları sormak da mümkün olmuyor. Sınav soruları anlatılan konuların ne kadarını kapsıyor, hangi konuyu farklı biçimde anlatmalıyım ki daha iyi anlaşılsın, dersin içeriğine bağlı olarak güncel bir şeyler eklemeli miyim gibi sorular her eğitmenin kendisi için cevaplaması gereken sorular olmalı.

Bunun için bir veya iki ara sınav ve bir final çoğunlukla yeterli olmuyor. Elbette kastım öğrenciyi değerlendirmek değil, eğitmenin kendini değerlendirmesi. Yeterli ön bilgiye sahip her öğrencinin anlatılan her konuyu kavraması gerekli. Bunun için tek gerekli şartın eğitmenin performansı olmadığı konusunda hem fikir olduğumuzu tahmin ediyorum. Öğrencinin hayatındaki diğer problemleri motivasyonunu belirleyici etkenlerin başında geliyor. Motivasyonu düşük bir gruba ders anlatmak kadar da zor çok az şey var. Bu motivasyonu düşüren etkenlerden birinin eğitmen olmaması lazım. Bütün derslerin nasıl işlenmesi gerektiği ile ilgili bir formülün olmaması işi zorlaştırıyor ama çaresiz değiliz elbette.

Ben bir dönem her hafta bir sınav yaparak konuların nasıl anlaşıldığını sürekli takip etmeyi denedim. Her sınavda o hafta anlattığım konulardan 15 dakikalık birer sınav yaparak gidişatı gözlemenin iyi bir fikir olduğunu düşündüm. Dönem sonunda öğrencilerden dersin sonundaki sınavı düşünmenin oluşturduğu baskının dersi dinlemeyi zorlaştırdığı hakkında çok yoğun geri bildirim alınca bu uygulamadan vazgeçtim.

Çoktan seçmeli, hatta doğru/yanlış sorularından oluşan sınavlar yaptım bir dönem. Bunu öğrencilerin yoğun talepleri üstüne yaptım ama başarı oranı oldukça düşük oldu. Öğrenciye kendini ifade imkanı bırakmadığı ve ucu açık sınavlarda benim eğitmen olarak düşünmediğim doğru cevapları bile alabildiğim için bu yöntemi de uzun yıllardır kullanmıyorum.

Birkaç yıldır bütün sınavlarımı defter, kitap açık olarak yapmayı deniyorum. Sınavı böyle yaparak öğrencilerin ders notlarını, kitapta yazanları ezberlemeleri yerine onları yorumlayabilmelerini sağlamayı hedefliyorum. Bu yöntemin de bir olumsuz yan etkisi konuyu bilen öğrencileri bile sınav sırasında notlara son bir bakmaya yöneltmesi oluyor. Yanında ders notları varken ona bakmadan aklındakinin doğruluğuna güvenmesi çok kolay olmuyor öğrencilerin.

Bazı derslerin sınavlarını defter, kitabın yanı sıra bilgisayar ve internet de kullanılabilir şekilde yapıyorum. Bu yöntemde yukarıdaki dezavantaj daha baskın oluyor. İnternette aramadan bildiği şeyi bile yazmıyor büyük çoğunluk. Şu konuyu anlatın, bu kavram nedir gibi soruları sormak imkanı olmadığından kaynak kullanımının serbest olduğu sınavları hazırlamak diğerlerine göre daha zor oluyor. İnternet kullanımının serbest olduğu sınavlarda kopya çok yaygın olur diye düşünebilirsiniz ama diğerinde de kopyayı kontrol etmek o kadar kolay değil. Sınavları nasıl yapmalı konusunu yıllardır düşünüyorum, bu konuda eskiden yazdığım iki yazıyı meraklısı için bırakıyorum [1], [2].

Bazı dersler için hiç sınav yapmayıp sadece proje ve uygulamalarla da ölçme ve değerlendirme yapılabilir elbette. Bunun için sınıf kapasitesine yetecek kadar uygulama alanı ve değerlendirecek eğitmen olması en önemli kısıtlayıcı etkilerin başında geliyor. Bir eğitmenin değerlendirebileceği öğrenci sayısı oldukça az olduğundan yeterli sayıda eğitmen olmadığında bu yöntemi uygulamaya çalışmak hiç okunmayacak raporları toplamaktan öteye de gitmeyebilir.

Aslında bence en doğrusu dersin içeriğinin ve hedeflerinin belirlenmesinin ardından ölçme ve değerlendirmenin başka eğitmenler tarafından yapılması. Böylece derse giren eğitmenin kendisini daha nesnel bir şekilde değerlendirme imkanı olabilir. Bunu yapabilmek için eğitmen sayısının mevcut durumdan çok fazla olması gerektiği de açıktır sanırım.

Sonunda ölçme ve değerlendirme yapılmayan bir eğitimde eğitmen kendini hiç değerlendirmiyor demektir. Sadece sınıfın tepkilerine bakarak, eğitime katılanların memnuniyeti ile değerlendirme yapılamaz. Şimdiki aklım olsa sonunda beni ve eğitmeni değerlendirmeyen hiçbir eğitime katılmazdım.

Bir önceki yazımda bahsettiğim üniversitede ders anlatmak nasıl öğreniliyor [3] konusunun bir alt başlığı aslında ölçme ve değerlendirme yapmak. Uzun yıllar üzerinde çalışılmış, kendi kavramları ve yöntemleri olan bu alanın da lisansüstü eğitimde akademisyen adaylarına öğretilmesi gerekli. Nasıl ders anlatmak yıllar içinde geliştirilebilen bir konu ise ölçme ve değerlendirme de aynı şekilde insanın kendini sürekli ilerletebileceği bir konu.

[1] https://www.nyucel.com/2013/03/snavlarda-kopya-cekmek-serbest-olsun.html
[2] https://www.nyucel.com/2015/01/boyle-bir-snav-da-mumkun.html
[3] https://www.nyucel.com/2019/01/universitede-ders-anlatmak-nasl.html

13 Ocak 2019 Pazar

Üniversitede ders anlatmak nasıl öğreniliyor?

Bir konuyu bilmek, onu anlatmak, anlattığını değerlendirmek için sınav yapmak, o sınavı değerlendirmek hepsi ayrı yeterlilikler gerektiren alanlar. Peki üniversitede ders anlatanlar bu yeterlilikleri nasıl elde ediyorlar? Akademik personel eğer eğitim fakültesi mezunu değilse, yukarıdaki başlıklardan sadece "kendi alanındaki konuyu bilmek" yeterliliğine sahip oluyor mesleğe başladığında. Ne yüksek lisansta, ne de doktora da bu bildiklerini nasıl aktarması gerektiği hakkında bir ders almıyor. Bir konferansta konuşmak, bölümde seminer vermek gibi şeyler de ders anlatmanın çok uzağında kalan tecrübeler bence.

Lisansüstü eğitim alanlardan araştırma görevlisi kadrosunda olanlar sorumlusu olmadıkları derslerin problem saatlerine, laboratuvar uygulamalarına giriyorlar. Bu mesleğe yeni başlangıç yapan arkadaşlara zamanında angarya gibi geliyor ama ders anlatmayı öğrenmek için önlerindeki tek fırsat bu oluyor aslında. Ders anlatmak sadece izleyerek öğrenilebilecek bir şey olmadığından mutlaka bir yerinden başlamak gerekiyor. Zaten öyle olmasa 12 yıl ders dinlemiş herkesin çok iyi hoca olması gerekirdi ama durumun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz sanırım.

Araştırma görevlilerinin pek azı bu uygulamalarda kendine rehberlik eden bir hoca ile çalışabiliyor. Çok büyük bir bölümüne git şu deneyleri yaptır, şu probleri çöz deniyor sadece. İşin doğrusu sosyal bilimlerdeki arkadaşlarda mekanizma nasıl işliyor çok da bilmiyorum. Kendisine rehberlik edecek, hatalarını görüp uyaracak biri olmadan insanın kendini geliştirmesi çok zor. Aslında anlatılacak şeyler genellikle o aşamayı geçmiş herkesin bilgisine sahip olduğu konular. Yani lisans eğitimini tamamlamış ve lisansüstü eğitimine devam eden herkesin kısa bir ön hazırlıkla dersi anlatabilecek bilgi seviyesine gelmesi beklenebilir. Ama bu bilgiyi aktarmak kısmı bilmekten çok farklı. Hele dersi 14 haftaya bölüp o programa uymak bir konunun anlatıldığı seminerlerden çok farklı. Seminere zaten istekli olanlar dinlemeye gelirken dersi çok az motivasyonu olan öğrenciler bile takip ediyorlar.

Ben mesleğin başında bu konuda çok şanslıydım. Uygulamalarına girdiğim hocam, dekan ve rektör yardımcısı olmasına rağmen, benimle çok ilgilenirdi. Her dersten önce hangi soruları çözeceğimi, nasıl çözeceğimi bana anlatırdı. Nerelerde hata yapıp sonra silip düzeltmem gerektiğini anlatırdı. Bu hataları kim farketti diye sorardı. Dersten çıkışta yine hocanın yanına gidip neler yaptığımı anlatırdım. Girdiğim dersin birinci sınıf dersi olması ve benim o konuları çok iyi bildiğimi bilmesine rağmen neden bu kadar vakit ayırdığını çok da anlayamıyordum doğrusu. Aslında iki saatlik ders için benim toplam altı saatim gidiyordu. Bir de hocanın odasının önünde onunla konuşmak için bekleyenler olurdu, bu beklemeler uzar giderdi. Hocanın da problem saatine kendi girse harcayacağı vaktin iki katını bana harcadığının farkındaydım ama gerçekten ne işe yaradığından emin değildim.

Şimdi ders anlatmanın başka türlü öğrenilemeyeceğini biliyorum. Elbette insan zaman içinde kendini çok geliştiriyor ama başlangıçta kendisiyle ilgilenen ve hatalarını söyleyen birinin olması çok önemli. Konuyla doğrudan ilgili değil ama bahsettiğim uygulama saatlerine giren araştırma görevlileri bu hizmetleri karşılığı ilave bir ücret almazken benim hocam anlattığım bu dersler için aldığı bütün ücreti benim hesabıma yatırtıyordu. Benzerini nerdeyse hiç duymadığım bir uygulamaydı bu.

Tek başına bir dersin sorumluluğunu almak hem heyecan verici, hem de çok korkutucu bir şey aslında. İnsan başlarda ne kadar çok anlatırsa o kadar çok öğrenme gerçekleştiğini sanıyor. Oysa gerçek bundan çok farklı oluyor. Dersleri 40-45 dakika ile sınırlandırmanın bir anlamı olduğunu öğrenmek benim yıllarımı aldı. Sınavda sorduğun her soruyu ayrıca değerlendirmek, nereleri iyi öğretemediğini anlayıp seneye güncellemek, anlattığın şeyleri doğru değerlendirebilmek her yıl yapılması gereken işler. Bu nedenle kendisi ders anlatmaya istekli ve çalışan bir hocadan en verim alınacak yıl maalesef onun son yılıdır. Bunu elbette genç ve yolun başındaki arkadaşları kırmak için söylemiyorum; onlar da zaman içinde kendilerini geliştirip mesleğe başladıklarından çok ileride olacaklar. Ders anlatmayı sevmeyen biri kendini bu alanlarda geliştirmezse hiçbir yılı verimli olmayacaktır.

Ders anlatma konusunu ne anlatana, ne onun hocasına bırakılmadan mutlaka ders olarak lisansüstü eğitimde verilmeli. Özellikle ölçme ve değerlendirme mutlaka öğretilmeli. Eğitim sistemimizde düzeltilecek çok şey var bu da çok önemli bence.

3 Ocak 2019 Perşembe

Dünden bugüne fen liseleri

2014 yılında fen liselerindeki başarının düşüşüyle ilgili bir yazı yazmış [1] ve "Bunca başarılı öğrenciyi bir araya getirip kendi haline bıraksalar bile daha yüksek başarı elde edilebilecekken bir de 4 yıl okutup yarı yarıya üniversiteye yerleştirmek muazzam bir başarısızlık öyküsü" demiştim. Aradan geçen 4 yılda başarı oranları daha da düşmüş durumda.

Ülkemizde 301'i özel olmak üzere toplam 536 fen lisesi mevcut [2]. Bu okullarda okuyan öğrencilerden üniversiteye giriş sınavına girenlerin sayısı 41.035. Bu öğrencilerden sadece 21.657'si bir lisans eğitimine yerleştirilmeye hak kazanmış. Bu oran olarak %52,78 demek oluyor. Önlisans için 442 ve açık öğretim fakültelerine kayıt yaptıran 148 kişi de ekleyince herhangi bir kuruma yerleşebilmiş fen lisesi öğrencilerinin oranı %54,21'e çıkıyor. En başarılı okul türünün fen liseleri olduğu söylemini bu oranlarla birlikte değerlendirmek faydalı olacaktır. Elbette okulları sadece üniversiteye yerleştirdiği öğrenci sayısı ile de değerlendirmemek gerekir.

Ben 1985'te Kayseri Fen Lisesi'ne gittiğimde bütün fen liseleri yatılı okullardı. Öğrencileri de çok büyük çoğunlukla orta sınıfın ve gariban ailelerin çocuklarıydı. Her gün kahvaltıdan önce, akşam dersten sonra ve akşam yemeğinden sonra toplam 3,5 saat etüdleri oluyordu. Benim okulumda ciddi fiziksel ve psikolojik şiddet uygulanıyordu. Öğretmenlerimizden dayak yemek çok sık yaşanan bir olaydı. Yemekler çok kötüydü, hiç sosyal ve sportif imkanımız yoktu. Okulun adı fen lisesi diye sanat, edebiyat ve spor ile ilgili dersler neredeyse sıfırdı. Yani adı vardı da hiç önemsenmiyordu. Ben bunlar olmadan bir hayatın çok manasız olduğunu çok ileri yaşlarımda öğrendim.

Şimdi oğlum bir özel fen lisesinde üçüncü sınıfta. Tabi aradan geçen 35 senede artık fiziksel şiddet kalmadı. Fen liseleri artık yatılı okullar olmadığından ve sayıları beş yüzü geçtiğinden hemen hepsi şehir merkezlerinde ve ailelerin ulaşabildiği konumlarda. Fiziksel şiddetin kalmaması öğretmenlerin iyileşmesinden değil velilerin ulaşabilir olmasından kaynaklanıyor. Hala sözel hiçbir ders önemsenmiyor. Çocuklara sanatın, edebiyatın güzelliklerinden hiç bahsedilmiyor. Felsefe zaten zaman kaybı biliyorsunuz. Onlardan beklenen iyi soru çözmeleri. Yazık yavrucaklar artık onu da çok iyi yapamıyor olmalılar ki üniversiteye girişteki durumları ortada. Kavramları öğretmek yerine dershaneler gibi çalışıyorlar ama başarısız dershaneler gibi.

Bu duruma çözüm olarak fen liselerinin sayısının azaltılmasını veya yeniden yatılı okullar haline getirilmesini önermiyorum elbette. Sorun eğitim sistemi sorunu. Öğretmenlerin çoğu kavramları öğretecek kadar donanımlı değil. Kendisi matematiğin, fiziğin, edebiyatın içindeki güzellikleri görmeyen biri bunu çocuklara nasıl aşılasın? Böyle donanımlı olanlar da müfredat baskısı altındalar. Üniversite sınavında çıkmayacak bir konuyu okulda anlatmak 10 büyük günahtan biri sayılıyor.

Öğretmenleri üniversitelerde nasıl yetiştiriyoruz, onları hangi şartlarda çalıştırıyoruz diye bakmadan eğitim sorunu elbette çözülemez. Peki her şey birbirine bağlıysa nereden başlanacak? Bu da çözülmez bir sorun değil aslında. Dünyada ilk eğitim sistemini biz kurmuyoruz ki! Üklemize uyarlanması gereken şeyler mi var? Bütün ihtiyacımızı karşılayacak kadar eğitim bilimcisi var üniversitelerimizde, dinleyelim onları. Eğitim sistemimizi düzeltmeden sadece fen liselerini düzeltmek mümkün değildir.

Eğitim sorununu çözmeden ne sağlığı, ne adaleti, ne de ekonomiyi düzeltmek imkanı bulunmadığını anlamamız lazım.

[1] https://www.nyucel.com/2014/08/fen-lisesi-says-artyor-ama-basar-dusuyor.html
[2] https://dokuman.osym.gov.tr/pdfdokuman/2018/GENEL/YKSDegrapor06082018.pdf

1 Ocak 2019 Salı

Bir umuda tutunmak

Milli Piyango gibi çekilişlere katılmanın matematik bilmeyenlerden alınan bir vergi olduğu konusunda yaygın bir kanı var. İşin doğrusu yedi rakam içeren bir bilete büyük ikramiye çıkma olasılığı oldukça düşük. Bütün biletler satılmışsa yaklaşık on milyonda bir ihtimali neredeyse hiç olmayacak bir şey gibi kabul edebiliriz matematiksel olarak. Kullandığımız bütün ulaşım araçları bundan daha yüksek ihtimalle ölüm riski içeriyor ve biz bunun başımıza gelmeyeceğini düşünüp yola çıkıyoruz. Ben hiç büyük ikramiye çıkmış birini tanımadım. Büyük ikramiye çıkmış birini tanıyan bir arkadaşım da olmadı. Hatta bir tanıdığına büyük ikramiye çıkan birinin arkadaşı olan bir arkadaşım dahi olmadı. Çevremi bu kadar genişlettiğimde, yani üçüncü dereceden tanıdıklarıma çıktığımda oldukça olanaksız görünebilecek şeyleri yapan, başına gelen birilerine ulaşabiliyorum. Peki neden olmayacağını düşündüğümüz bir ihtimal için 70tl verip bilet alıyoruz?

Bunun nedeninin sadece hesap yapmayı bilmemek olarak açıklanamayacağını düşünüyorum. İnsanların önemli bir kısmı kendi elinde olmayan şeyler için bir mucize bekliyor. Örneğin bir sınava girdiğinde salladığı soruların hepsinin birden tutmayacağını bildiği halde öyle bir ümidi oluyor insanın. Geçmeyeceğini bildiği bir hastalığı varken tahlil sonuçlarında hastalığının geçmiş, en azından gerilemiş olmasını umuyor. Hasta yakını doktorun "tedaviye cevap veriyor" demesinden iyileşecek anlamını kolayca çıkarıyor, bir sonraki sözünün "sizi ümitlendirmek istemiyorum" olduğunu duyduğu halde. Çünkü insanın elinden bir şey gelmemesini kabullenmesi çok zor bir durum.
Tarihsel, sosyal, ekonomik şartların zaruri neticesi bu.
DEME...
Bilirim
O dediğin nesnenin önünde kafamla eğilirim.
Ama bu yürek
O bu dilden anlamaz pek.
O "Hey gidi kanbur felek, hey gidi kahpe devran hey", der.
Bazen nedenini bilmek bile sonucu kabullenmeyi kolaylaştırmıyor diyor Nazım da. Onun elinden bir şey gelmediğini düşündüğü şey ölüm. Yığınları piyango bileti almaya yönelten ise fakirlik. Piyango bileti alanların hepsinin böyle dramatik durumlarda olduğunu söylemiyorum elbette ama ne kadar çalışırsa çalışsın refah seviyesinin artmayacağını bilen birinin 20tl verip bu umudun dörtte birini satın almasını anlayabiliyorum. İki kısa örnekle bitireyim istiyorum.

İlki Mevlana ile ilgili dinlediğim ama kendim okumadığım bir alıntı. Şems'in kaybolmasından sonra Mevlana ondan bir haber almaya o kadar istekli ki biri yalan da olsa Şem'ten bir haber verdiğini söylese ona üstünde başında ne varsa hediye olarak veriyor. Yine bir gün biri "Şems'i Şam'da gördüm" dediğinde ona üstündekileri veriyor. Yanındakiler "o adam sana yalan söyledi, ne Şam'a gitti ne de Şems'i gördü" dediklerinde "verdiklerimi onun yalan haberi için verdim; doğru haber verseydi ona canımı verirdim" diyor.

İkinci olarak çok yakınımdan dinlediğim bir hatırayı aktarayım. Hastanede annesiyle birlikte kalıyorlar. Yan odada bir refakatçi oldukça ağır bir hastanın yanında kalıyor ve arada bir yüksek sesle "yetiş ya Muhammed, yetiş ya Ali" diye bağırıyor. Bunu bana anlatan bir gün canından can koparılıyormuş gibi bağıran kadına "böyle bağırarak kendi hastana iyilik yapmadığın gibi benim yanında durduğum hastayı da uyandırıyorsun" dediğinde kadın "gücüm buna yetiyor" diyor.

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...