20 Aralık 2018 Perşembe

Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?

“sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
işin kolayına kaçmadan ama
gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil
ne de ak örtüde elmaların
ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini
sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin
çok şükür çok şükür bugünü de gördüm ölsem de gam yemem gayrının
resmini yapabilir misin üstat
yazık yazık Havana’da bu sabah doğmak varmışın resmini yapabilir misin
Yukarıda alıntıladığım kısım Nazım Hikmet'in Saman Sarısı şiirinin en bilinen bölümünü sanırım. Aslında çoğunluk sadece "sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin" mısrasını biliyor. Şiirde geçen Abidin'in ünlü ressamımız Abidin Dino olduğunu bile bilmeyenlerce çokça paylaşıldığını hepimiz görüyoruz. Okuyucu paylaştığı mısranın bir altındaki mısrayı okusa dahi ilk anda aklına gelenden farklı bir şey kast edildiğini anlaması zor olmayacaktır.
“Şiir yazanın değil, ihtiyacı olanındır.”
Ben de yukarıdaki sözün doğruluğuna inananlardanım ama biraz olsun anlam üzerinde düşününce Nazım'ın Abidin Dino'dan istediği şeyin "mutlu birinin" resmi olmadığını anlaşılacaktır. Aslında Nazım "mutlu"nun da resmini istememektedir. Onun istediği ve Abidin Dino'nun "Buna da ne tual yeterdi, ne boya" dediği şey "mutluluk" kavramının kendisidir. Bir kavramın resmini yapmak mümkün müdür, resmi yapılınca o da bir simgeye, hatta imgeye dönüşür mü gibi soruların üzerinde büyük kalabalıkların düşünmesini elbette beklemiyorum ama Nazım gibi derinlikli bir şairin bu kadar açık söylediği bir şeyin dahi anlaşılmıyor olmasına da şaşıyorum.

Bu konuyu İbrahim Balaban'ın Mapushane Kapısı tablosu üzerine Nazım Hikmet'in yazdığı şiirle tersine çevirip öyle bağlamak istiyorum.


Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Beşi toprağa oturmuş, ayakta biri;

Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde.
Besbelli henüz öğrenmemişler gülmeyi.

Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Ayakları sabırlı, ellerinde keder,

Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
Cin gibi bakıyor kundaktakiler.

Altı kadın vardı demir kapının önünde,
Sımsıkı gizlemişler saçlarını,

Sekiz çocuk vardı demir kapının önünde,
Biri kavuşturmuş avuçlarını.

Bir jandarma vardı demir kapının önünde.
Ne dost ne düşman, nöbet uzun, hava sıcak.

Bir beygir vardı demir kapının önünde,
Nerdeyse ağlayacak.

Bir köpek vardı demir kapının önünde.
Burnu kara, tüyü sarı,

Kamış sepetlerde yeşil biber vardı,
Torbalarda kömür, heybelerde soğan sarmısak.

Altı kadın vardı demir kapının önünde
Ve demir kapının ardında beş yüz erkek vardı efendim;
Altı kadından biri sen değildin, ama
Beş yüz erkekten biri bendim.
Son dörtlüğe gelene kadar şair tabloda bizim de gördüklerimizi sıralıyor gibiyken sonunda bambaşka bir duyguyu hissettirir bize. Nazım Hikmet "sanatçı sözcüklerle söylenemeyecek olanla uğraşır" sözünün ne kadar haklı olduğunu gösterir. Nazım tablodaki imgelerden, simgelerden yola çıkarak bizim göremediğimiz bir derinlik, bir başka anlam çıkartır.

Velhasıl mutluluğun resmi yapılsa bile onu anlayabilmek, kavrayabilmek o kadar da kolay olmayabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...