Orta Doğu Teknik Üniversitesinde olanlar hakkında uzunca yazılacak bir şey kalmadı ama hiç yazmamak da yanlış oluyor. Olayların ayrıntılarını, ODTÜ'yü kınayan üniversiteleri, o üniversiteleri protesto eden kendi öğretim elemanlarını, hatta o öğretim elemanlarını kınayan diğerlerini hepimiz detaylarıyla okuduk.
Ben Türkiyenin küçük bir şehrindeki bir üniversitenin öğretim elemanı olarak protestonun sadece öğrencilerimizin değil, hepimizin vazgeçilemez bir hakkı olduğuna inanıyorum. İnsanların başkalarına zarar vermedikleri sürece, kimseden izin almadan, hoşnut olmadıkları, düzeltilmesini istedikleri her konuyu protesto etmeye hakları olmalıdır. Protestolar sırasında olumsuz bir durum oluşursa kolluk kuvvetlerinin görevi buna engel olmak olmalıdır. Askerin, polisin kimseyi cezalandırmak gibi bir yetkisi olmadığı gibi, böyle bir görevi de yoktur.
Bu kısa yazının özeti olarak kimin tarafındasın sorusuna cevabım 'sadece bu olayda değil, her zaman; kimliğine bakmadan kim mazlumsa onun yanındayım' olacaktır.
27 Aralık 2012 Perşembe
20 Aralık 2012 Perşembe
IPv6’ya Geçiş Planında 3. aşamaya geçiyoruz
8 Aralık 2010'da çıkan Kamu Kurum ve Kuruluşları için IPv6'ya Geçiş Planı başlıklı Başbakanlık Genelgesinin ikinci aşaması 31 Aralık 2012'de bitecek. Genelgenin ikinci aşamasında "IPv6 bağlantısı ve adresi temin eden kamu kurum ve kuruluşları 31 Aralık 2012 tarihine kadar internet üzerinden verdikleri en az bir adet hizmeti pilot uygulama olarak IPv6 destekli hale getireceklerdir" deniyordu.
Türkiye'nin IPv6'ya geçişinin son aşaması olacak üçüncü aşama ise "Kamu kurum ve kuruluşları en geç 31 Ağustos 2013 tarihine kadar internet üzerinden verdikleri kamuya açık tüm hizmetleri IPv6’yı destekler hale getireceklerdir" şeklinde tarif ediliyor.
Kimileri hala kullanımının uzakta olduğunu düşünse de, ülke olarak IPv6'ya geçişimiz için çok az süre kaldı.
Türkiye'nin IPv6'ya geçişinin son aşaması olacak üçüncü aşama ise "Kamu kurum ve kuruluşları en geç 31 Ağustos 2013 tarihine kadar internet üzerinden verdikleri kamuya açık tüm hizmetleri IPv6’yı destekler hale getireceklerdir" şeklinde tarif ediliyor.
Kimileri hala kullanımının uzakta olduğunu düşünse de, ülke olarak IPv6'ya geçişimiz için çok az süre kaldı.
1 Aralık 2012 Cumartesi
Akademik Bilişim 2013 Konferans öncesi kursları
Her yıl olduğu gibi bu yıl da Akademik Bilişim Konferansı öncesinde 4 gün süren kurslar düzenlenecek. Konferans öncesinde, 19-22 ocak tarihlerinde 4 gün bir çok konuda yoğun,makine başında kurslar var. Kurslar üniversite ve kamu çalışanlarını hedeflemekle birlikte her yurttaşa açıktır ve ücretsizdir. Kursiyerler ve konferans katılımcıları üniversite yurtlarında makul ücretlerle kalabilecekler. Kursiyerlere mümkünse kendi bilgisayarlarını getirmelerini ve hazırlıklı gelmelerini öneriyoruz.
Kurs listesi şöyle:
Kurs listesi şöyle:
- Linux'a Giriş
- Güvenlik
- PostgreSQL
- Python
- Android
- Sanallaştırma
- Bilimsel Hesaplama
- PHP'ye Giriş
- E-posta Sistemleri
- Clojure-Lisp
- Ağ Yönetimi
- Yazılım için özgür araçlar
- LibreOffice/OpenOffice
16 Kasım 2012 Cuma
Sony Smartwatch hakkında
Yaklaşık bir ay kadar önce bir Sony Smartwatch aldım. Cihaz android'li bir telefonda çalışan uygulamaya bluetooth ile bağlanıyor. Bu bağlantıyı sağlayamadığında sadece saat olarak kullanılabiliyor. Tercihlerinize göre sms mesajlarınızı, twitter, facebook iletilerini, gelen aramaları veya hava durmunu görüntüleyebiliyor. Bu uygulamalar telefona kuruluyor, telefon uyarı mesajlarını saate gönderiyor, oradan görüntülüyorsunuz. İlk bakışta olmayan bir ihtiyaca cevap veriyor gibi görünse de ben telefonları tamamlayan bu tip cihazların ileride daha yaygın kullanılacaklarını tahmin ediyorum. Diğer pek çok cihaz gibi yurtiçinde satılmayan smartwatch'un yurtdışı fiyatı da (150$) bence çok pahalı. Pebble gibi alternatifleri piyasaya çıkana kadar kulvarında alternatifsiz olduğundan bu fiyatla satılabiliyor bence.
Benim cihazla ilgili izlenimlerim kısaca şöyle:
Artıları:
Eksileri:
Sonuç:
Cihazı alırken henüz olgunluk dönemine girmemiş bir ürün aldığınızı aklınızda tutun bence. İleride daha yaygın kullanılacak ve çok marifetler eklenmiş olacak bir cihazı ilk aşamalarında kullanacaksınız. Bunun keyfi de var, sevimsiz tarafı da.
Yukarıda üzeirnde durmadığım, açık olmayan bir konu varsa sorunuzu yorum olarak bırakın açıklamaya çalışayım.
Benim cihazla ilgili izlenimlerim kısaca şöyle:
Artıları:
- Cep telefonunuzu bir yerde unutup giderken, bluetooth bağlantısı koptuğunda titreyip uyarıyor. Benim gibi telefonunu sürekli arabasında unutanlar için pek faydalı oluyor bu.
- Hiç ses çıkartmıyor. Sadece bileğinizdeki titreme ile uyarıları farkediyorsunuz. O da ne az ne fazla; tam kararında.
- Telefonda sürekli bluetooth'un açık olması durumunda zaten az dayanan telefon şarjının durumunu merak ediyordum, şaşırtıcı şekilde ancak %3-4 kadarlık bir etkisi oldu. Telefonların en albenili tarafları ekranları ve maalesef şarjın %50'sini ekranı aydınlatması harcıyor. Yani telefonun şarjına önemli bir etkisi olmadan kullanabiliyorsunuz.
- Markette onlarca işe yarar uygulama var. Telefonu evin içinde nereye koyduğunuzu bulabilmeniz için bir uygulama var, saate tıklıyorsunuz telefon ötüyor. Sahte arama yapan benzer bir uygulama var. Bir toplantıdan, odadan ayrılmak için çok işe yarar.
- Dokunmatik ekranı oldukça başarılı. Ekran uykuya geçtiğinde çift tıklayarak uyandırıyorsunuz, nadiren ilk seferde uyanmıyor. iki parmakla ortaya doğru çektiğinizde bir üst menüye geçiyor. Burada da çok başarılı.
- Forumlarda ve değerlendirme yazılarında bahsedilen telefon ile smartwatch arasındaki bağlantının kopması mevzusunu yaşamadım ben. Telefondan uzaklaşırsanız bağlantı kopuyor, tekrar menzile girdiğinizde bağlantı kendiliğinden kuruluyor.
- Ders anlatırken, toplantı sırasında telefonun çalması veya titremesi rahatsızlık yaratırken kolunuzda sizden başkasının farkedemeyeceği şekilde titreyen saatinize bakıp ne yapacağınıza karar verebilmek güzel oluyor.
- Cep telefonunuza yakın durmanız gerekmiyor. En azından yan odaya geçtiğinizde bağlantı kopmuyor. Kolunuzda bluetooth bağlantı yapan bir cihaza razı olursanız cep telefonunun radyasyonunu biraz uzakta tutabiliyorsunuz. Evde çocuk uyurken telefonu sessize alınca duymam diyerek sürekli üzerinizde taşımanız gerekmiyor.
Eksileri:
- Uçakta saatiniz olmuyor. Cihazın bluetooth'u kapatılamadığından üzerinizde taşıdığınız iki saat; cep telefonunuz ve smartwatch'unuz kapalı oluyor.
- Başka bir cihazın şarj kablosunu kullanmanızın imkanı yok. Çok alengirli bir kablosu var. Kabloyu kaybederseniz kablo Türkiye'de satılmadığından smartwatch'u kullanamazsınız. Belki bir yedek şarj kablosu almak iyi fikir olabilir (17$).
- Saatin kordonu koparsa yine saati kullanamazsınız, renk renk kordonlardan bir tane yedek almak iyi olabilir (21$).
- Geceleri kapatırsanız şarjı 4-5 gün gittiğinden sürekli şarjını kontrol etmeniz gereken bir cihazınız ve yanınızda taşımanız gereken bir kablonuz daha oluyor.
- Smartwatch'tan arama yapabiliyorsunuz, gelen aramayı reddedebiliyorsunuz ama kabul edemiyorsunuz. Çok ucuz bluetooth kulaklıklarda bile yapılabilen bu basit işin saatten yapılamaması kötü.
- Ekran parlaklığı çok kötü. Havanın aydınlık olduğu bir yaz gününde dışarıda hiç birşey göremezsiniz. Bina içinde oldukça yeterli ama dışında kullanışsız. Elbette daha parlak aydınlatma daha çok şarj harcaması demek olacaktır ama akıllı bir aydınlatma ayarı olabilirmiş. En azından ayarlanabilir olmalıymış parlaklık.
- Tasarımı bence 150$'lık bir cihaz için çok kötü. Bir önceki nesil ipod nano ile kıyaslanamaz derecede kötü hem de. İkisi çok farklı cihazlar ama tasarım diye de birşey var. Smartwatch'un ikinci nesil ürününün bu olduğuna inanamıyorum gerçekten. Görenler ilk bakışta çok beğeniyorlar ama sürekli kolunuzda taşıdığınız bu cihazın aslında nasıl yapılabileceğini düşünüp duruyorsunuz.
- En azından kulaklık girişi olsa ve mp3 çalsa çok iyiymiş ama saat kendi başına hiçbirşey yapmadığı için bunu da yapmıyor.
Sonuç:
Cihazı alırken henüz olgunluk dönemine girmemiş bir ürün aldığınızı aklınızda tutun bence. İleride daha yaygın kullanılacak ve çok marifetler eklenmiş olacak bir cihazı ilk aşamalarında kullanacaksınız. Bunun keyfi de var, sevimsiz tarafı da.
Yukarıda üzeirnde durmadığım, açık olmayan bir konu varsa sorunuzu yorum olarak bırakın açıklamaya çalışayım.
14 Kasım 2012 Çarşamba
XVII. Türkiye'de İnternet Konferansının ardından
7-9 Kasım tarihlerinde Eskişehir'de Anadolu Üniversitesinde düzenlenen Türkiye'de İnternet Konferansının ilk iki gününe katıldım. Kısaca izlenimlerimi yazmak istiyorum.
Eskişehir hem kent olarak hem de üniversitesiyle çok etkileyici bir şehir olmuş. Eğitimini bilemem ama üniversite hayatına yeni başlayacak olsam tercihlerim arasına yazardım Anadolu Üniversitesini. Kampüsü ağaçlar arasında fazla yüksek olmayan binalardan oluşan pek güzel bir üniversite olarak göründü bana.
Konferansa gelince; benim bunca yıldır katıldıklarım arasında en az duyurulmuş olanı buydu herhalde. Kampüsün girişindeki görevliler bile konferanstan haberdar değildi. Konferansın yapıldığı binanın kapısındaki A3 afişi saymazsak kampüste veya şehirde hiç afiş görmedim ben. Facebook ve twitter adresleri ise hiç görmediğim kadar iyi yönetildiler. Hemen her salondan haberler yazıldı. Bence bu açıdan çok başarılı idiler. Duyuru çok az olunca şehrin katılımı çok sınırlı oldu. Hava da yağmurlu olduğundan katılım oldukça azdı maalesef.
Açılış konuşmaları genellikle çok sıkıcı olur ama ben çoğunlukla dinleyici olarak katılırım. Uzun ömrümde gördüğüm en gereksiz ve uzun açılış konuşmasını bu inet-tr'de dinledim desem yalan olmaz herhalde. Mustafa hocadan önce yarım saatten uzun süren bir açılış konuşması dinledik ama tarifi çok zor olduğundan ayrıntıya giremeyeceğim. Sabrı olanlar için büyük salondaki bütün sunumların videoları bu adresten yayınlanıyor.
Etkinliği canlı olarak yayınlamak katılamayanların en azından izlemesine yardımcı oldu ama ikinci bir perdeye #inettr2012 ile işaretlenen twitter mesajlarının yansıtılması etkileşimi de sağlayabilirdi. Kaç yıl önce yapılabilen şeyler çekinilmeden yapılmalı bence bu tip etkinliklerde.
LKD seminerlerine katılım son derece azdı. Bir elin parmakları kadar dinleyiciyle başladı veya bitti konuşmalar. İlgililere hitap edebildikten sonra az olmuş, çok olmuş farketmez elbette ama bir kaç ay sonra kariyer günlerine çağıracakları insanlar ayaklarına gelmişken koca üniversiteden bu kadar az öğrencinin gelmiş olmaması gerekirdi.
İkinci gün büyük salonda neredeyse bütün gün f@tih projesi konuşuldu. Onun da tamamı kaydedilmiş ve yukarıdaki bağlantıdan ulaşılabiliyor. Senin anladığın ne diye sorarsanız bir yıllık pilot çalışmanın öğrenime yönelik hiç bir ölçülmüş çıktısı yok. Sağlıkla ilgili de bir ölçüm yapılmamış. Tahtalar ve tabletler çalışıyormuş.
Bunların haricinde benim için konferans harikaydı. Sadece bu tip etkinliklerde görüşebildiğim arkadaşlarla görüştüm. Başka türlü tanışma, sohbet etme fırsatı bulamayacağım insanlarla tanıştım. Yerel organizasyon bizi çok iyi ağırladı. Aynı masada bulunmayı bile mutluluk saydığımız hocalarımızla iki dolu gün geçirdim.
Katılamayanlarla Antalya'da Akademik Bilişim Konferansında buluşmak üzere.
Eskişehir hem kent olarak hem de üniversitesiyle çok etkileyici bir şehir olmuş. Eğitimini bilemem ama üniversite hayatına yeni başlayacak olsam tercihlerim arasına yazardım Anadolu Üniversitesini. Kampüsü ağaçlar arasında fazla yüksek olmayan binalardan oluşan pek güzel bir üniversite olarak göründü bana.
Konferansa gelince; benim bunca yıldır katıldıklarım arasında en az duyurulmuş olanı buydu herhalde. Kampüsün girişindeki görevliler bile konferanstan haberdar değildi. Konferansın yapıldığı binanın kapısındaki A3 afişi saymazsak kampüste veya şehirde hiç afiş görmedim ben. Facebook ve twitter adresleri ise hiç görmediğim kadar iyi yönetildiler. Hemen her salondan haberler yazıldı. Bence bu açıdan çok başarılı idiler. Duyuru çok az olunca şehrin katılımı çok sınırlı oldu. Hava da yağmurlu olduğundan katılım oldukça azdı maalesef.
Açılış konuşmaları genellikle çok sıkıcı olur ama ben çoğunlukla dinleyici olarak katılırım. Uzun ömrümde gördüğüm en gereksiz ve uzun açılış konuşmasını bu inet-tr'de dinledim desem yalan olmaz herhalde. Mustafa hocadan önce yarım saatten uzun süren bir açılış konuşması dinledik ama tarifi çok zor olduğundan ayrıntıya giremeyeceğim. Sabrı olanlar için büyük salondaki bütün sunumların videoları bu adresten yayınlanıyor.
Etkinliği canlı olarak yayınlamak katılamayanların en azından izlemesine yardımcı oldu ama ikinci bir perdeye #inettr2012 ile işaretlenen twitter mesajlarının yansıtılması etkileşimi de sağlayabilirdi. Kaç yıl önce yapılabilen şeyler çekinilmeden yapılmalı bence bu tip etkinliklerde.
LKD seminerlerine katılım son derece azdı. Bir elin parmakları kadar dinleyiciyle başladı veya bitti konuşmalar. İlgililere hitap edebildikten sonra az olmuş, çok olmuş farketmez elbette ama bir kaç ay sonra kariyer günlerine çağıracakları insanlar ayaklarına gelmişken koca üniversiteden bu kadar az öğrencinin gelmiş olmaması gerekirdi.
İkinci gün büyük salonda neredeyse bütün gün f@tih projesi konuşuldu. Onun da tamamı kaydedilmiş ve yukarıdaki bağlantıdan ulaşılabiliyor. Senin anladığın ne diye sorarsanız bir yıllık pilot çalışmanın öğrenime yönelik hiç bir ölçülmüş çıktısı yok. Sağlıkla ilgili de bir ölçüm yapılmamış. Tahtalar ve tabletler çalışıyormuş.
Bunların haricinde benim için konferans harikaydı. Sadece bu tip etkinliklerde görüşebildiğim arkadaşlarla görüştüm. Başka türlü tanışma, sohbet etme fırsatı bulamayacağım insanlarla tanıştım. Yerel organizasyon bizi çok iyi ağırladı. Aynı masada bulunmayı bile mutluluk saydığımız hocalarımızla iki dolu gün geçirdim.
Katılamayanlarla Antalya'da Akademik Bilişim Konferansında buluşmak üzere.
22 Ekim 2012 Pazartesi
Özgür Web Teknolojileri Günleri 2012'nin ardından
Üç yıldır LKD ve Yeditepe Üniversitesi bilgisayar topluluğu tarafından ortaklaşa düzenlenen bu etkinliğe katılıp katılmamak konusunda pek kararsızdım. Etkinlik programı oldukça dolu olmasına rağmen cuma ve cumartesi gecelerini yolda geçirecek olmanın yorgunluğunun nasıl olacağını da biliyordum. Sonuçta gerçekten büyük yorgunluk oldu ama gittiğime çok memnunum.
Seminerlerin yapıldığı üç salon da oldukça doluydu. Sponsor olan firmaların sayısı bir üniversite etkinliği için iyi sayılırdı bence. Ben hiçbir semineri dinlemeye fırsat bulamadım ama benim gibi eşi dostu görmeye gelenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değildi. Eski öğrencilerimden ve arkadaşlardan oluşan oldukça kalabalık bir grubu görmek/gevezelik etmek için harika bir fırsat oldu.
Geceyi etkinlikten etkinliğe görüşebildiğimiz arkadaşlarla ve Yeditepe tarafında etkinliği hazırlayanlarla birlikte güzel bir mekanda çokça eğlenerek bitirdik. Velhasıl çok güzel bir etkinlik oldu, keşke siz de gelseydiniz.
29 Eylül 2012 Cumartesi
Nexus 7 tablet alayım mı?
İşin doğrusu 10" bir tabletim olduğundan 7" yeni bir tablete ihtiyacım olup olmadığına emin değildim. Daha önce Blackberry tablet kullanmış ve memnun kalmamıştım (aradan çok zaman geçti belki düzelmiştir bilemiyorum). Android'li bir tablet almak istediğimden güncellemeleri de Google'dan alacak diye düşünerek bir Nexus 7 aldım.
Bu tip cihazları ayrıca kılıflar, çantalar içinde taşımak, kullanmak bana mantıklı gelmiyor. En incesini alayım diye daha fazla ödeyip sonra kalın kılıflar içinde cihazları tuğlaya dönüştürmeyi en azından ekonomik olarak mantıksız buluyorum. Buna rağmen masada kullanmak istediğinizde sürekli elinizde tutmak da kolay olmadığından bir de kılıf aldım. Başkalarında gördüğüm tabletin ön tarafından bantlar geçen kılıflardan birini almadığıma ve kılıfı kapatınca cihazın uykuya geçmesine memnun olduğumu söyleyebilirim. Bir de mikro usb bağlantısı olan klavyeli bir kılıf daha aldım. Klavyesi nasıl çalışacak, birşey yapmam gerekecek mi diye düşünürken onun takınca çalışması pek güzel oldu. Bu ikinci kılıf tableti alttan ve üstten sıkıca tutuyor olmasına rağmen yanları boş ve buradan kolayca düşebilir, dikkat etmek lazım. Bu iki kılıfı da neredeyse hiç kullanmıyorum asında ;)
Nexus tabletle ilgili sol üst köşesinde bir temassızlık olduğu, dokunmatik ekranında sorunlar olduğunu okumuş olmama rağmen bana ulaşan cihazda bunların hiç biri yok. Bu şansımdan mı kaynaklanıyor yoksa Asus yeni ürettiği cihazlarda bu basit sorunları çözdü mü emin değilim.
Şarj süresi bu tip mobil cihazların temel sorunlarından biri. Nexus 7 oldukça ince olmasına rağmen, kullanıma bağlı olarak 6-10 saat arası kullanılabiliyor. Üzerinde hiç tuş olmamasına alışmak zaman alıyor ama bunun da ayrı bir rahatlığı var.
Bir olumsuz nokta olarak bu tableti tasarlayanların cihazı ellerine alıp hiç müzik dinlememiş olmalarından kaynaklanan ses çıkışının yerini yazmadan geçmek olmaz. Tabletin sesleri size ulaştıran çıkışı tam arkasında. Elinizde tuttuğunuzda ses karşınızdakine doğru gidiyor. Tableti masaya koyduğunuzda ise ses masa ile tablet arasında boğuluyor. Nexus'u tasarlayan arkadaşlar diğer tabletler ve telefonlarda ses çıkışı neden cihazların yan tarafında diye düşünmemişler ve bir saçmalığa imza atmışlar. Sesi kulaklıkla dinlediğinizde çok kaliteli gelmesine rağmen bu acayip durum insanı çıldırtıyor.
Nexus 7 iki farklı disk kapasitesiyle satılıyor: 8GB ve 16 GB. Kapasiteyi arttırmak için herhangi bir kart takılamadığından bulabilirseniz 16gb'lık modeli alın derim. Arada 50$ fark var ama değer bence. Cihazın 3G desteği olmadığını nasılsa okumuşsunuzdur ama ben yine de hatırlatmış olayım.
Cihazın üzerinde bulunan GPS benim gördüğüm ne başarılılardan biri. Bina içinde bile kolayca bağlanması daha önce kullandığım cihazların illa açık hava istemelerinden sonra büyük kolaylık oldu diyebilirim. Elbette gps'in en büyük şarj düşmanı olduğunu hatırlatmak da fayda var.
Sonuç olarak 200$ karşılığında alınabilecek çok başarılı bir cihaz Nexus 7.
Bu tip cihazları ayrıca kılıflar, çantalar içinde taşımak, kullanmak bana mantıklı gelmiyor. En incesini alayım diye daha fazla ödeyip sonra kalın kılıflar içinde cihazları tuğlaya dönüştürmeyi en azından ekonomik olarak mantıksız buluyorum. Buna rağmen masada kullanmak istediğinizde sürekli elinizde tutmak da kolay olmadığından bir de kılıf aldım. Başkalarında gördüğüm tabletin ön tarafından bantlar geçen kılıflardan birini almadığıma ve kılıfı kapatınca cihazın uykuya geçmesine memnun olduğumu söyleyebilirim. Bir de mikro usb bağlantısı olan klavyeli bir kılıf daha aldım. Klavyesi nasıl çalışacak, birşey yapmam gerekecek mi diye düşünürken onun takınca çalışması pek güzel oldu. Bu ikinci kılıf tableti alttan ve üstten sıkıca tutuyor olmasına rağmen yanları boş ve buradan kolayca düşebilir, dikkat etmek lazım. Bu iki kılıfı da neredeyse hiç kullanmıyorum asında ;)
Nexus tabletle ilgili sol üst köşesinde bir temassızlık olduğu, dokunmatik ekranında sorunlar olduğunu okumuş olmama rağmen bana ulaşan cihazda bunların hiç biri yok. Bu şansımdan mı kaynaklanıyor yoksa Asus yeni ürettiği cihazlarda bu basit sorunları çözdü mü emin değilim.
Şarj süresi bu tip mobil cihazların temel sorunlarından biri. Nexus 7 oldukça ince olmasına rağmen, kullanıma bağlı olarak 6-10 saat arası kullanılabiliyor. Üzerinde hiç tuş olmamasına alışmak zaman alıyor ama bunun da ayrı bir rahatlığı var.
Bir olumsuz nokta olarak bu tableti tasarlayanların cihazı ellerine alıp hiç müzik dinlememiş olmalarından kaynaklanan ses çıkışının yerini yazmadan geçmek olmaz. Tabletin sesleri size ulaştıran çıkışı tam arkasında. Elinizde tuttuğunuzda ses karşınızdakine doğru gidiyor. Tableti masaya koyduğunuzda ise ses masa ile tablet arasında boğuluyor. Nexus'u tasarlayan arkadaşlar diğer tabletler ve telefonlarda ses çıkışı neden cihazların yan tarafında diye düşünmemişler ve bir saçmalığa imza atmışlar. Sesi kulaklıkla dinlediğinizde çok kaliteli gelmesine rağmen bu acayip durum insanı çıldırtıyor.
Nexus 7 iki farklı disk kapasitesiyle satılıyor: 8GB ve 16 GB. Kapasiteyi arttırmak için herhangi bir kart takılamadığından bulabilirseniz 16gb'lık modeli alın derim. Arada 50$ fark var ama değer bence. Cihazın 3G desteği olmadığını nasılsa okumuşsunuzdur ama ben yine de hatırlatmış olayım.
Cihazın üzerinde bulunan GPS benim gördüğüm ne başarılılardan biri. Bina içinde bile kolayca bağlanması daha önce kullandığım cihazların illa açık hava istemelerinden sonra büyük kolaylık oldu diyebilirim. Elbette gps'in en büyük şarj düşmanı olduğunu hatırlatmak da fayda var.
Sonuç olarak 200$ karşılığında alınabilecek çok başarılı bir cihaz Nexus 7.
15 Eylül 2012 Cumartesi
Yazılım Özgürlüğü Günü Çanakkale buluşması
Eylül ayının üçüncü cumartesi günü kutlanan Yazılım Özgürlüğü Günü'nde Çanakkale'deki özgür yazılım insanları olarak kahvaltıda toplandık. Bu kahvaltıya yetişmek için memleketinden erken gelen öğrenciler, her toplantının sürekli müdavimleri, ilk kez tanıştığımız özgür yazılım insanları derken 26 kişi bir araya geldik, önümüzdeki yıl neler yapabileceğimizi, ne gibi fırsatlar olduğunu konuştuk. Yaklaşık 3 saat süren etkinliğin ardından bu yıl daha fazla çalışma planlarıyla ayrıldık. Katılan herkese teşekkürler.
14 Eylül 2012 Cuma
Uzaktan eğitim ve kurslar
Uzaktan eğitim denince benim aklıma okula gidilmeden sadece kitaplardan ve televizyondan dinlenilen derslerde çok az şeyin öğrenilebildiği bir eğitim yöntemi gelirdi. O zamanlar internet olmadığından (burası bazılarına inanılmaz gelebilir ama bir zamanlar internet yoktu ;)) ders kitabının tek tamamlayıcı unsuru televizyondan yayınlanan derslerdi. Onlar da o kadar uygunsuz saatlerde yayınlanırdı ki o seyredip birşey öğrenmek mümkün değilmiş gibi gelirdi bana. Bütün sınavları da çoktan seçmeli yapıldığından sorulara uzun cevaplar vermeleri gerekmez, pek rahatlar diye düşünürdüm.
Aradan yıllar geçip kendim üniversiteye başladığımda gördüm ki aslında derslerde yoklama alınmasa insan mutlaka uygulama gerektirmeyen her okulu uzaktan eğitimle okuyormuş gibi okuyabilir. Sonuçta dersin hocası da sizin ulaşabileceğiniz kaynaklardan faydalanarak anlatıyor o konuları. Nasıl kaçırdığınız dersleri arkadaşlarınızın notlarından, ders kitabından okuyup öğrenebiliyorsanız bütün bir dersi, hatta bütün dersleri de böyle öğrenmek mümkün aslında. Konu sınavlar olunca eğitim biliminde ölçme-değerlendirme diye bir alan var. Benzer eğitim geçmişine sahip biri okula giden diğeri sadece eğitim malzemelerine çalışan iki grubun başarılarının yaklaşık aynı olacağını düşünüyorum. Tabi bunu sadece ben düşünmüyorum ülkemizde ve dünyada milyonlarca kişiye uzaktan eğitimle okumuş olmalarına rağmen üniversitede ders dinleyen akranlarıyla aynı yeterliliklere sahip olduklarını gösteren diplomalar veriliyor.
Uzaktan eğitime yapılan itirazların başında dersi anlatan hocaya soru soramamak geliyor. Bu önce yerinde bir itiraz gibi görünse de uzaktan eğitimin uzun süredir televizyondan değil internet üzerinden verilmesiyle çoktan aşılmış sorundur aslında. Ayrıca kendi anlattığım derslerden ve uzun öğrencilik hayatımdan sınıflarda soru soran öğrenci sayısının ne kadar az olduğunu da biliyorum.
Vakti olanlar için burada Daphne Koller'in bir konuşmasıyla ara verelim.
https://www.ted.com/talks/daphne_koller_what_we_re_learning_from_online_education?language=tr
Üniversite eğitiminin pahalı olması, fiziki engelleri yüzünden herkesin bir sınıfa gidip ders dinleyemeyecek olması ve eğitimin her yerde aynı kalitede yapılamaması uzaktan eğitimin üzerinde daha fazla durulması için yeterli nedenler.
Online eğitim aracılığı ile bir konuyu öğrenmek isteyen bireyler bütün bir lisans eğitimine zorlanmadan sadece o konuda eğitilebiliyorlar. Bu konuda tek olmasa da çok başarılı olması nedeniyle Coursera'ya bakarsanız müzikten bilgisayar bilimlerine kadar çok çeşitli yelpazede kursların verildiğini görebilirsiniz. Bu kursların bazılarında sınavların ardından sertifika almak da mümkün.
Bir dersi dinlerken anlamadığınız yerde durdurup orasını öğrenip devam edebilmek, aynı bölümü tekrar tekrar dinleyebilmek, günün hangi saati isterseniz derse katılabilmek, sınava kendinizi hazır hissettiğiniz zaman girebilmek gibi harika avantajları var uzaktan eğitimin. Eğitimciler açısından bakıldığında ise notlar en fazla nerede duraklatılıyor, hangi noktalarda anlatım yeterince iyi değil gibi normal eğitimde elde edilmesi mümkün olmayan bilgileri toplamak ve eğitim malzemesinde iyileştirmeler yapmak mümkün.
Eğitimin yaygınlaştırılması ve kalitesinin arttırılmasında uzaktan eğitimin büyük faydası olacaktır ama birebir çalışmanın yerini tutacağını da düşünmüyorum. Yakından eğitim üzerinde uzunca konuşulması gereken bir konu olduğundan onu başka bir yazıya paslıyorum. Yazmaya gerek yok ama bazı eğitimlerin uzaktan verilmesi mümkün olmayacaktır ama onların da sayısı çok fazla değildir. Halıcılık, mobilya, tıp, otobüs şoförlüğü gibi alanları elbette geleneksel yöntemle öğretmek doğru olanıdır.
Dersin hocasının kim olduğunuzu, neler yaptığınızı bilmediği bir sınıfta konuyu tahtaya yazıp gitmesi veya slaytları okuyup geçmesi de zaten en kötüsünden uzaktan eğitim sayılmaz mı?
Aradan yıllar geçip kendim üniversiteye başladığımda gördüm ki aslında derslerde yoklama alınmasa insan mutlaka uygulama gerektirmeyen her okulu uzaktan eğitimle okuyormuş gibi okuyabilir. Sonuçta dersin hocası da sizin ulaşabileceğiniz kaynaklardan faydalanarak anlatıyor o konuları. Nasıl kaçırdığınız dersleri arkadaşlarınızın notlarından, ders kitabından okuyup öğrenebiliyorsanız bütün bir dersi, hatta bütün dersleri de böyle öğrenmek mümkün aslında. Konu sınavlar olunca eğitim biliminde ölçme-değerlendirme diye bir alan var. Benzer eğitim geçmişine sahip biri okula giden diğeri sadece eğitim malzemelerine çalışan iki grubun başarılarının yaklaşık aynı olacağını düşünüyorum. Tabi bunu sadece ben düşünmüyorum ülkemizde ve dünyada milyonlarca kişiye uzaktan eğitimle okumuş olmalarına rağmen üniversitede ders dinleyen akranlarıyla aynı yeterliliklere sahip olduklarını gösteren diplomalar veriliyor.
Uzaktan eğitime yapılan itirazların başında dersi anlatan hocaya soru soramamak geliyor. Bu önce yerinde bir itiraz gibi görünse de uzaktan eğitimin uzun süredir televizyondan değil internet üzerinden verilmesiyle çoktan aşılmış sorundur aslında. Ayrıca kendi anlattığım derslerden ve uzun öğrencilik hayatımdan sınıflarda soru soran öğrenci sayısının ne kadar az olduğunu da biliyorum.
Vakti olanlar için burada Daphne Koller'in bir konuşmasıyla ara verelim.
https://www.ted.com/talks/daphne_koller_what_we_re_learning_from_online_education?language=tr
Üniversite eğitiminin pahalı olması, fiziki engelleri yüzünden herkesin bir sınıfa gidip ders dinleyemeyecek olması ve eğitimin her yerde aynı kalitede yapılamaması uzaktan eğitimin üzerinde daha fazla durulması için yeterli nedenler.
Online eğitim aracılığı ile bir konuyu öğrenmek isteyen bireyler bütün bir lisans eğitimine zorlanmadan sadece o konuda eğitilebiliyorlar. Bu konuda tek olmasa da çok başarılı olması nedeniyle Coursera'ya bakarsanız müzikten bilgisayar bilimlerine kadar çok çeşitli yelpazede kursların verildiğini görebilirsiniz. Bu kursların bazılarında sınavların ardından sertifika almak da mümkün.
Bir dersi dinlerken anlamadığınız yerde durdurup orasını öğrenip devam edebilmek, aynı bölümü tekrar tekrar dinleyebilmek, günün hangi saati isterseniz derse katılabilmek, sınava kendinizi hazır hissettiğiniz zaman girebilmek gibi harika avantajları var uzaktan eğitimin. Eğitimciler açısından bakıldığında ise notlar en fazla nerede duraklatılıyor, hangi noktalarda anlatım yeterince iyi değil gibi normal eğitimde elde edilmesi mümkün olmayan bilgileri toplamak ve eğitim malzemesinde iyileştirmeler yapmak mümkün.
Eğitimin yaygınlaştırılması ve kalitesinin arttırılmasında uzaktan eğitimin büyük faydası olacaktır ama birebir çalışmanın yerini tutacağını da düşünmüyorum. Yakından eğitim üzerinde uzunca konuşulması gereken bir konu olduğundan onu başka bir yazıya paslıyorum. Yazmaya gerek yok ama bazı eğitimlerin uzaktan verilmesi mümkün olmayacaktır ama onların da sayısı çok fazla değildir. Halıcılık, mobilya, tıp, otobüs şoförlüğü gibi alanları elbette geleneksel yöntemle öğretmek doğru olanıdır.
Dersin hocasının kim olduğunuzu, neler yaptığınızı bilmediği bir sınıfta konuyu tahtaya yazıp gitmesi veya slaytları okuyup geçmesi de zaten en kötüsünden uzaktan eğitim sayılmaz mı?
12 Eylül 2012 Çarşamba
Bilgisayar Mühendisliği mi Bilgisayar Bilimleri mi?
Dünyanın geri kalanında nasılmış diye bakmayınca bir ülkenin kendi içinde isimlendirme yapması çok kolay. Ülkemizde Bilgisayar Mühendisliği adıyla okutulan bölümün dünyanın en iyi (bu da tartışmalı bir konu ama bizim konumuzun dışında) üniversitelerinde hangi isimle okutulduğuna bakalım.
Elbette üniversitede okutulan bir programı sadece adıyla değerlendirmek, derslerinin içeriğine ve yapılan araştırmalara bakmamak tam bir değerlendirme olamaz ama konuya yaklaşımın nasıl olduğunun bir göstergesi olan isimlendirmenin yurt dışında nasıl olduğunu da bilmek lazım. Günümüzün en gözde çalışma alanlarından biri olan bilişim sektörüne dünyanın geri kalanı Bilgisayar Bilimleri bölümüyle eleman yetiştirirken bizim "Mühendis" demekte ısrarlı olmamız bence ciddi bir hatadır.
Matematik mühendisliği, işletme mühendisliği varken sıra bilgisayar mühendislerine mi geldi diyenler de olabilir ama böyle düşününce ülkedeki hiçbir hatadan bahsetmek imkanı olmuyor.
- Harward University: Bilgisayar Bilimleri
- Stanford University: Bilgisayar Bilimleri
- MIT: Elektrik Mühendisliği & Bilgisayar Bilimleri
- University of California: Elektrik Mühendisliği & Bilgisayar Bilimleri
- University of Cambridge: Bilgisayar Bilimleri
- Caltech: Bilgisayar Bilimleri
- Princeton University: Bilgisayar Bilimleri
- Columbia University: Bilgisayar Bilimleri
- University of Chicago:Bilgisayar Bilimleri
- University of Oxford: Bilgisayar Bilimleri
- University of Tokyo: Bilgisayar Bilimleri
Elbette üniversitede okutulan bir programı sadece adıyla değerlendirmek, derslerinin içeriğine ve yapılan araştırmalara bakmamak tam bir değerlendirme olamaz ama konuya yaklaşımın nasıl olduğunun bir göstergesi olan isimlendirmenin yurt dışında nasıl olduğunu da bilmek lazım. Günümüzün en gözde çalışma alanlarından biri olan bilişim sektörüne dünyanın geri kalanı Bilgisayar Bilimleri bölümüyle eleman yetiştirirken bizim "Mühendis" demekte ısrarlı olmamız bence ciddi bir hatadır.
Matematik mühendisliği, işletme mühendisliği varken sıra bilgisayar mühendislerine mi geldi diyenler de olabilir ama böyle düşününce ülkedeki hiçbir hatadan bahsetmek imkanı olmuyor.
11 Eylül 2012 Salı
Programlama Dillerini kimler geliştiriyor?
Piyasadaki bunca programlama dilini kimler, hangi mesleklerden insanlar geliştirmiş kısaca bir bakalım. Bütün dillere bakmak mümkün olmadığından adı çokça geçenlere bakalım birlikte:
- C - Dennis Ritchie tarafından tasarlanmış. Dennis Ritchie fizik ve uygulamalı matematik mezunu.
- C++ - Matematik ve bilgisayar bilimleri mezunu Bjarne Stroustrup tarafından tasarlanmış.
- C# - Microsoft tarafından geliştirilmiş olsan C#'ın mimarı üniversite mezunu olmayan Anders Hejlsberg.
- Fortran - IBM çalışanlarından çok maceralı bir hayat yaşamış olan matematikçi John Backus tarafından geliştirilmiş.
- Java - Artık esamesi okunmasa da bir zamanların büyük şirketi Sun'ın geliştirdiği Java'nın mimarı bilgisayar bilimleri mezunu James Gosling.
- Javascript - Netscape'ten matematik ve bilgisayar bilimleri mezunu Brendan Eich tarafından geliştirilmiş.
- Lisp - Bir matematikçi olan John McCarthy tarafından geliştirilmiş.
- Perl - Kimya, müzik, tıp okumuş, dogal ve yapay diller bölümünden mezun olmuş Larry Wall tarafından geliştirilmiş.
- PHP - Bir sistem tasarımı mühendisi olan Rasmus Lerdorf tarafından geliştirilmiş.
- Python - Matematik ve bilgisayar bilimleri mezunu Guido van Rossum tarafından geliştiriliyor.
- Ruby - Bilgisayar bilimleri mezunu Yukihiro Matsumoto tarafından geliştiriliyor.
3 Eylül 2012 Pazartesi
Libreoffice çevirilerinde benden bu kadar
Yaklaşık 5 ay önce LibreOffice için arayüzü %100, yardım içeriği de %40 Türkçe diye yazmıştım. Ofis paketinin en fazla lisans bedeli ödenen yazılımlardan biri olduğunu bildiğim için çeviri işini çok uzun zamandır kendisine bir görev bellemiş olan Zeki Bildiriciyle birlikte çalışacak bir ekip kurmaya çalıştık. Dönem dönem sayısı değişse de şimdilerde yaklaşık 5-6 kişilik bir ekip fırsat buldukça LibreOffice için çeviri yapıyor. Çeviri konusunda birbirimize danışmak, konuşmak, tanışmak için Çarşamba akşamları saat 21'de Çeviri Akşamları adı altında irc toplantıları düzenlemeye devam ediyoruz.
Eylül ayı başlangıcı itibariyle yardım içeriğinin Türkçe çeviri oranı %70'e ulaştı. Bu yaklaşık 130.000 yeni kelimenin çevrilmesi demek. Bir bu kadar daha çeviri yapılınca tamamlanacak ama ben yoruldum artık. Bir konuya bu kadar uzun süre çok fazla mesai harcayınca konu giderek sıkıcı gelmeye başlıyor insana. İşin doğrusu yardım içeriği çevirmek de gerçekten çok sıkıcı. Neredeyse hiç ofis programı kullanmadığımdan her çevirinin geçtiği yere bakıp ona göre çeviri yapmam gerçekten çok vakit alıyordu. Hiçbir karşılığı olmayan bir işte bu kadar uzun süre motivasyonu üst seviyede tutmak kolay olmadı.
Yapılacak işin gerekliliği ve önemi değişmedi ama 5 aylık sürede oldukça tempolu çalışarak elimden geleni yaptığımı düşünerek bana müsade diyorum. Yeni ders yılının başlamasıyla yapılacak yeni işler, birlikte çalışılacak yeni öğrenciler olacağından artık LibreOffice çevirilerine vakit ayıramayacağım. Fırsat bulduğumda çeviri akşamlarına yine katılırım ama o kadar. Bu süreçte birlikte çalıştığımız tüm ekibe ve özellikle Zeki Bildirici'ye teşekkür ediyor, kolaylıklar diliyorum.
Eylül ayı başlangıcı itibariyle yardım içeriğinin Türkçe çeviri oranı %70'e ulaştı. Bu yaklaşık 130.000 yeni kelimenin çevrilmesi demek. Bir bu kadar daha çeviri yapılınca tamamlanacak ama ben yoruldum artık. Bir konuya bu kadar uzun süre çok fazla mesai harcayınca konu giderek sıkıcı gelmeye başlıyor insana. İşin doğrusu yardım içeriği çevirmek de gerçekten çok sıkıcı. Neredeyse hiç ofis programı kullanmadığımdan her çevirinin geçtiği yere bakıp ona göre çeviri yapmam gerçekten çok vakit alıyordu. Hiçbir karşılığı olmayan bir işte bu kadar uzun süre motivasyonu üst seviyede tutmak kolay olmadı.
Yapılacak işin gerekliliği ve önemi değişmedi ama 5 aylık sürede oldukça tempolu çalışarak elimden geleni yaptığımı düşünerek bana müsade diyorum. Yeni ders yılının başlamasıyla yapılacak yeni işler, birlikte çalışılacak yeni öğrenciler olacağından artık LibreOffice çevirilerine vakit ayıramayacağım. Fırsat bulduğumda çeviri akşamlarına yine katılırım ama o kadar. Bu süreçte birlikte çalıştığımız tüm ekibe ve özellikle Zeki Bildirici'ye teşekkür ediyor, kolaylıklar diliyorum.
28 Ağustos 2012 Salı
Atletizmde ne durumdayız? - 2
Bu yazının ilk bölümünde atletizmde erkeklerde ne durumda olduğumuzu Olimpiyat dereceleri ile kıyaslayarak özetlemeye çalışmıştım. Kadınlar erkeklerden farklı olarak pentatlon yerine heptatlon'da yarışıyorlar ve 50km yürüyüş yarışmaları yok. Bu 23 alanda ne durumda olduğumuza sırasıyla bakalım.
Erkeklerde ve kadınlarda uluslararası bir büyük başarı elde etmeyen hiç bir sporcumuzun adını bilmiyor olmamız bence neden başarısız olduğumuz konusunda bize ışık tutabilir. Hiç uzun atlama Türkiye rekoru kırıldı diye bir haber duyan var mı? Sporcularımızın gelişimini sağlamak ve bunu duyurmak sadece o sporcular için değil onları örnek alacak gençlerin gelecekleri açısından da çok önemli olacaktır.
- 100m: Türkiye rekoru 2001'de Nora Güler tarafından 11:25 ile kırılmış. Olimpiyat finalinde sekizinci olan atlet 11:01 koştu. Dünya rekoru 1988'de 10:49 koşan efsane sporcu Florence Griffith Joyner'a ait.
- 200m: Türkiye rekoru 100m'de olduğu gibi Nora Güler'e ait. Bu rekor 2002'de kırılmış: 22:71. Final koşan tüm atletler daha iyi dereceler koşmuşlar. Dünya rekoru 100m'de olduğu gibi Florence Griffith Joyner'un Seul olimpiyatlarında koştuğu: 21:34.
- 400m: Türkiye rekorunu Pınar Saka geçen yıl 51:53'e taşımış. Bu yıl olimpiyatta 52:38 koşabilen Pınar finale kalamadı. Finalde 51 saniyenin üzerinde koşan olmadı. Dünya rekoru 1985'te 47:60 koşan müthiş atlet Marita Koch'a ait.
- 800m: Türkiye rekoru bu yıl 2:00:23 koşan Merve Aydın'ın oldu. Merve olimpiyat koşusunda sakatlanmasına rağmen yarışı ağlayarak tamamlamıştı ama en iyi derecesini yapması bile onun finalde kimseyi geçmesine yetmeyecekti. 1983 yılında Jarmila KRATOCHVILOVA tarafından kırılan dünya rekoru yaklaşık 30 yıldır geçilemiyor 1:53:28.
- 1500m: Türkiye rekoru 2003'te Süreyya Ayhan'ın koştuğu 3:55:33. Türk atletizminde bir dönüm noktası olan Süreyya Ayhan'ın açtığı yoldan koşan iki kızımız Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut ilk iki sırayı aldılar olimpiyat finalinde. Dünya rekoru 3:50:46 ile Qu Yunxia'ya ait. Ülkemizdeki bir çok kızımızın hayatını değiştirebilecek bir model olarak kullanabileceğimiz Süreyya'yı hiç kullanamıyor olmamıza sanki kendi kızımmış gibi üzülüyorum.
- 5000m: Türkiye rekoru 14:24:68 ile Elvan Abeylegesse'ye ait. Elvan bu derecesini 2004'te yapmıştı. 2000, 3000, 5000, 10000 ve yarı maraton rekorlarının sahibi elvan sakatlığı nedeniyle Londra olimpiyatlarına katılamadı. Bu mesafede koşan kızımız Dudu Karakaya ise 29. olabildi. Altın madalyayı alan Meseret Defar 15:04:25 koştuğundan eski formunda bir Elvan altın madalya alabilirdi. Dünya rekoru ise 14: 11:15 ile Tirunesh Dibaba'nın.
- 10000m: Elvan'ın bu mesafedeki Türkiye rekoru aynı zamanda hala Avrupa rekoru olan dört yıl önce koştuğu 29:56:34. Birinci 30:20:75 ile Elvan'ın en iyi derecesine yakın koştu. Dünya rekoru ise 1993'te 29:31.78 koşan Junxia Wang'a ait.
- Maraton: Kadınların en uzun pist yarışında Türkiye rekoru bu yıl 2:25:09 koşan Sultan Haydar'ın. Sultan bu derecesini olimpiyatta koşabilse 7. olabilirdi ama 2:38:26 koşunca 72. oldu. Bahar Doğan 63., Ümmü Kiraz 89. olarak yarışı tamamladılar. Bu mesafenin dünya rekoru 2003'te 2:15:25 koşan Paula Radcliffe'ye ait.
- 3000m Engelli: Türkiye rekoru bu yıl 9:13:53'le Gülcan Mıngır'a ait. Gülcan olimpiyatta 9:47:35 koştuğundan 28. olabildi. Onunla beraber Özlem Kaya 40., Binnaz Uslu 44. olabildiler. Gülcan en iyi derecesini tekrarlayabilse 6. olabilirdi. Dünya rekoru 8:58:81.
- 100m Engelli: Bu mesafe daha önce hiç sporcumuzun olmadığı bir alanken aynen Süreyya'nın 1500 metrede yaptığı gibi bireysel çabasıyla bir kızımız, Nevin Yanıt, beklenenin çok üzerinde bir başarı ivmesi yakaladı. Nevin olimpiyatta kendi en iyi derecesini ve Türkiye rekorunu yenileyerek 12:58 ile 5. oldu. Yrışta dördüncü ile aynı dereceyi yapmış bu sporcumuzdan madalya alamadığı için hiç bahsedilmemesi başarıyı sadece madalyaya indekslemenin açık göstergesiydi. Madalya elbette önemli ama rekabetin en yoğun olduğu kısa mesafe yarışlarında böyle bir başarıyı mümkün olduğunca takdir etmek ve onu örnek gösterip bir çok insanın hayatını değiştirmek mümkün iken bu fırsat da kaçırıldı. Bu mesafenin 12:21 olan dünya rekoru 1988'den bu yana kırılamıyor.
- 400m Engelli: 55:09'luk derecesiyle Türkiye rekortmeni olan Nagehan Karadere olimpiyatta hatalı çıkış yüzünden diskalifiye edildi. Geçen yıl koştuğu en iyi derecesi onu olimpiyat 7.si yapabilirdi. Dünya rekoru 2003'te koşulan 52:34.
- Yüksek Atlama: Türkiye rekorunu geçen yıl 1.94m yapan Burcu Ayhan hepimizi şaşırtarak olimpiyat finaline kaldı. Finalde 1.89 atladı ve 12. oldu. 1987'de 2.09m atlayan Stefka KOSTADINOVA'nın derecesi aradan geçen bunca yılda geçilemedi.
- Sırıkla Atlama: Türkiye rekoru Tatiana Köstem'in 2000 yılında atladığı 4.20m. Bu branşta neredeyse hiç olmadığımız katılan hemen hemen bütün sporcuların ülke rekorumuzun üzerinde atlayış yapmasından belli olacaktır sanırım. Dünya rekoru ise bu alanın efsane kadını Elena Isınbaeva'ya ait: 5.06m.
- Uzun Atlama: Türkiye rekorunu 2009'da 6.87m ile kıran Karin Melis Mey, bu derecesini yapsa 5. olabilecekken finalde geçerli atlayış yapamadı. Dünya rekoru 1987'de 7.52 atlayan Galina CHISTYAKOVA'ya ait.
- Üç Adım Atlama: Çağdaş Aslan geçen yıl Türkiye rekorunu 13.69m ile egale etti. Bu derece olimpiyatta ancak 23. olabilirdi. Dünya rekoru 1995'te 15.50m atlayan Inessa KRAVETS'in.
- Gülle Atma: Türkiye rekoru 1999'da Svetla Sınırtaş tarafından 17.76 ile kırılmış. 13 yıl önce yapılmış bu derece olimpiyatta 19. olabilirdi. Dünya rekoru 1987'de 22.63m atan Natalya LISOVSKAYA'ya ait.
- Disk Atma: Aynen gülle atmada olduğu gibi disk atma rekorumuz da 1999'dan kalma; Oksana Mert 64.25m. Bu kadar eski olmasına rağmen olimpiyatta 6. olabilecek bir derece olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Dünya rekoru 1988'de 76.80m atan Gabriele REINSCH'e ait.
- Çekiç Atma: Bu atma branşının rekoru bu yıl Tuğçe Şahinoğlu tarafından 74.17 ile yenilenmiş. Tuğçe bu atışı olimpiyatta yapsa 5. olabilirdi. Yarışmaya katılan kızımız Kıvılcım Kaya ise 69.50m ile 15. olabildi. Dünya rekoru 79.42m.
- Cirit Atma: Bu branşta da 2000'de Aysel Taş'ın attığı 56.90'ın üzerine çıkılamamış. Olimpiyat finaline kalamayacak bir derece olduğunu da yazmış olayım. Dünya rekoru 72.28.
- Heptatlon: Kadınların en zorlu yarışması olan yedili yarışmada en yüksek derecemiz 2000 yılında Anzhela Kinet tarafından yapılan 6076 puanın üzerinde derece yapılamamış. Bu derece olimpiyatta ilk 20'ye girecek bir derece değil. Dünya rekoru ise 1988'de hayranlıkla seyrettiğimiz Jackie JOYNER-KERSEE'nin 7291 puanı.
- 20km Yürüyüş: Yol yürüyüşlerinin bütün mesafelerinin rekortmeni Yeliz Ay ike sadece 20km yürüyüş rekoru geçen yıl Semiha Mutlu tarafından 1:44:16 ile kırılmış. Olimpiyatta en iyi derecesini yapan Semiha 47. olabildi. Altın madalyayı alan sporcu aynı zamanda dünya rekorunu da 1:25:02'ya çekti.
- 4x100: Türkiye rekoru geçen yıl koşulan 44:71. Bu derece olimpiyata katılan bütün ülkelerin derecelerinden daha kötü bir derece ama zaten 100m konusunda kötü olduğumuzdan kimseyi şaşırtan bir durum değil bu. Birinci olan Amerika 40:82 ile dünya rekoru kırdı.
- 4x400: Geçen yıl 3:29:12 koşan milli takımın derecesi olimpiyata katılmaya yeterli olmamasına rağmen organizasyon komitesi tarafından davet edilen milli takımımız 3:34:71 koşarak sonuncu oldu. Sovyetler Birliğinin 1988 Seul olimpiyatlarında yaptığı 3:15:17'lik dereceye yaklaşmak hala çok kolay görünmüyor.
Erkeklerde ve kadınlarda uluslararası bir büyük başarı elde etmeyen hiç bir sporcumuzun adını bilmiyor olmamız bence neden başarısız olduğumuz konusunda bize ışık tutabilir. Hiç uzun atlama Türkiye rekoru kırıldı diye bir haber duyan var mı? Sporcularımızın gelişimini sağlamak ve bunu duyurmak sadece o sporcular için değil onları örnek alacak gençlerin gelecekleri açısından da çok önemli olacaktır.
Atletizmde ne durumdayız?
Olimpiyatlarda erkek sporcularımızın atletizmde hiç madalya alamamış olması kanıksadığımız bir şey olsa da acaba bu ülkede yapılmış en iyi dereceler olimpiyatta tekrarlansa bile madalya alamayacak mıydık diye düşünmeden edemiyor insan. Olimpiyatlar sırasında konuştuğum arkadaşlarım Murat Soysal ve Fatih Özavcı'nın da meraklarını gidermek için Atletizm Federasyonunun verilerini Olimpiyat dereceleri ile karşılaştırmaya karar verdim. Erkekler 24 farklı alanda yarışıyorlar.
- 100m: Bütün atletizm yarışmaları arasında en çok ilgi çeken, dünyanın en hızlı adamlarının yarışında Türkiye rekoru İzzet Safer'e ait: 10:37. Olimpiyat finalinde 10 sakatlanan Asapa Powell haricinde 10 saniyenin üzerinde koşan olmadı.
- 200m: Türkiye rekoru İzzet Safer'e ait: 20:86. 100 ve 200m rekorlarının bu yıl içinde kırılmış olması sevindirici olsa da final yarışındaki tüm sporcular bizim rekorun altında koşmuşlar.
- 400m: Türkiye rekoru geçen yıl Mehmet Güzel tarafından kırılmış: 46:18. Olimpiyat finalinde 45 saniyenin üzerinde sadece bir kişi koştu, o da bizim rekordan bir saniye daha iyi.
- 800m: Türkiye rekoru 2004'te Selahattin Çobanoğlu tarafından 1:46:92 ile kırılmış. Müthiş bir dünya rekoru kırıldığı final yarışında 1:44'ün üzerinde koşan atlet olmadı.
- 1500m: Türkiye rekoru İlham Tanui Özbilen tarafından bu yıl kırılmış 3:33:32. İlham Olimpiyatta finalde de koştu ve 8. oldu. Altın madalyayı alan atletin 3:34:08 koştuğu düşünülünce İlham'ın derecesi daha iyi değerlendirilebilir. Dünya rekoru bu mesafede çok uzaklarda 3:26:00.
- 10000m: Türkiye rekoru geçen olimpiyatta Selim Bayrak tarafından kırılmıştı: 27:29:33. Olimpiyatlarda en iyi derecesini koşan Polat Kemboi Arıkan 27:38:81 ile 9. oldu. Eğer Selim bu yarışta koşmuş ve en iyi derecesini tekrarlamış olsaydı altın madalyayı alabilirdi. Kenenisa Bekele'nin 26:17:53'ü ise çok uzaklarda.
- Maraton: Türkiye rekoru 1987'de şimdi Atletizm Federasyonu başkanı olan Mehmet Terzi tarafından 2:10:25 ile kırılmış. 25 yıldır geçilemeyen bu derece bu yıl tekrarlanabilse dördüncü olabilirdi. Dünya rekoru 2:03:38 ile geçen yıl yenilenmişti.
- 3000m Engelli: Türkiye rekoru bu yıl Tarık Langat Akdağ tarafından 8:17:85'e geliştirildi. Tarık olimpiyatlarda da final koştu ve 9. oldu. Altın madalya 8:18:56 ile alındı. Dünya rekoru ise 2004'te koşulan 7:53:63.
- 110m Engelli: Türkiye rekoru 14:03 ile Çağlar Kahramanoğlu'na ait. Olimpiyat finalinde 14 saniyenin üzerinde koşan atlet olmadı. Dünya rekoru 4 yıl önce 12:87 ile kırılmıştı.
- 400m Engelli: Türkiye rekoru 2 yıl önce 50:13 koşan Tuncay Örs'e ait. Olimpiyat finalinde 50 saniyenin üzerinde koşan atlet olmadı. Dünya rekoru 20 yıldır geçilemeyen 46:78.
- Yüksek Atlama: Türkiye rekoru 10 yıl önce 2.26m atlayan Metin Durmuşoğlu'na ait. On yıldır tekrarlanamayan bu atlayış olimpiyat finalinde gerçekleştirilmiş olsa 9. olabilirdi. Olimpiyat şampiyonu 2.38m atladı. Bu dalın efsanevi atleti Kübalı Javier Sotomayor 19 yıl önce 2.45m atlamıştı ve hala geçilemedi.
- Sırıkla Atlama: Türkiye rekoru 2000 yılında altadığı 5.70m ile Ruhan Işım'a ait.Bu atlayışın yedinci olabileceği bu olimpiyat finalinde 6 metre geçilemedi ve 5.97m ile olimpiyat rekoru kırıldı. Dünya rekoru ise sırıkla atlama diyince akla gelen ilk isim olan Sergey Bubka'ya ait: 6.14m. Bu rekor da 18 yıldır yenilenemiyor.
- Uzun Atlama: Türkiye rekoru 2000'de 8.08 atlayan Mesut Yavaş'a ait. Bu derece olimpiyat finalinde altıncı olabilirdi. Altın madalyayı 8.31m'lik atlayış alırken dünya rekoru 21 yıl önce 8.95m atlayan Mike Powell'in.
- Üç Adım Atlama: Türkiye rekoru 2003'te Berk Tuna tarafından 16.67m ile kırılmış. Bu derece olimpiyat finalinde 11. sırada olabilirdi. Birinci 17.81m atladı, dünya rekoru ise 1995'te 18.29 atlayan Jonathan Edwards'ın.
- Gülle Atma: Türkiye rekoru bu yıl 20.42 ile Hüseyin Atıcı'nın oldu. Bu derece 11. olabilirdi, birinci olan sporcu 21.89 attı. Dünya rekoru 1990'da 23.12 atan Randy barnes'a ait.
- Disk Atma: Türkiye rekoru olimpiyatlara da katılan Ercüment Olgundeniz'in derecesi: 67.50. Ercüment finale kalamadı ama en iyi derecesini tekrarlasa 4. olabilirdi. Altın madalya 68.27m'lik atışla alındı. Bu dalın dünya rekoru en uzun süredir kırılamayan rekorlardan biri; 1986'da 74.04m atan Jurgen Schult'a ait.
- Çekiç Atma: Türkiye rekoru 81.45m ile Atina olimpiyatlarında bronz madalya alan Eşref Apak'ın 2005'deki derecesi. Eşref bu olimpiyatta finale kalamadı ama altın madalya 80.59'la kazanıldı. Eşref en iyi derecesini tekrarlayabilseydi birinci olabilirdi. Dünya rekoru 1986'da 86.74m atan Yuriy Sedykh'nin.
- Cirit Atma: Türkiye rekoru bu yıl 85.60m atan Fatih Avan'a ait. Altın madalya 84.58m ile alındı, yani Fatih bu yıl içinde attığı dereceyi burada tekrarlasa altın madalyanın sahibi olabilirdi. Dünya rekoru çok uzaklarda: 1996'da 98.48m atan efsane atlet Jan Zelezny'ye ait.
- Dekatlon: En zorlu yarışmala olan bu dalda Türkiye rekoru 7757 puan'la Alper Kasapoğlu'na ait. Rekorun 1996'dan bu yana kırılamadığını da not düşmüş olayım. 16 yıldır geçilemeyen bu derece olimpiyat finalinde 26 sporcu arasında ancak 22. olabilirdi. Dünya rekoru bu olimpiyatı da kazanan Ashton Eaton'a ait: 9039 puan.
- 20km Yürüyüş: Türkiye rekoru son dönemlerin en iyi yürüyüşçüsü olan Recep Çelik'in 1.22.31'lik derecesi. Bu derece olimpiyat finalinde ancak 23. olabilirdi. Dünya rekoru 2007'de Viladamir Kanaykin tarafından 1:17:16 ile kırılmış.
- 50km Yürüyüş: En uzun mesafeli atletizm yarışması olan bu dalda Türkiye rekoru 10 yıl önce 4:51:49 ile Hakan Çalışkan tarafından yürünmüş. Olimpiyatta 4:15'in üzerinde bir derceyle yarışı bitiren olmadığı gibi dünya rekoru da 3:34:14.
- 4x100: İki bayrak yarışından biri olan 4x100'de Türkiye rekoru geçen yıl 39:81'e geliştirilmiş. 100m yarışlarındaki sporcularımızın dereceleriyle orantılı olarak bu alanda hiç yokuz denebilir. Olimpiyat finalini bitiren son takım 38:43 koştu. Birinci olan Jamaika takımı ise müthiş bir yarış koşarak 36:84 ile dünya rekoru kırdı.
- 4x400: Türkiye rekoru geçen yl koşulan 3:03:92. Bu olimpiyatta yedinci olan Küba'nın derecesine oldukça yakın. Dünya rekoru 1993'te 2:54:29'la Amerika takımı tarafından kırılmış.
27 Ağustos 2012 Pazartesi
Nasıl bir Bilgisayar Mühendisleri Odası?
Hep örgütlülükten yana olmuşumdur. İster Türk Tabipleri Birliği gibi meslek örgütü, isterse Salihli Kanarya Sevenler Derneği gibi hobi amaçlı olsun insanların bir araya gelmelerinde büyük faydalar olduğunu düşünüyorum. Örgütlülük sevilen şeylerden daha fazla keyif almayı sağladığı gibi sorunları birlikte çözmeye çalışmak da bireysel hareket etmekten daha verimli olacaktır.
Aynı mesleği yapan insanların bir araya gelmelerinde, çalışma şartlarını iyileştirmeye çalışmalarında, yaptıkları işlere standart getirmelerinde, meslek içi eğitimlerle gelişmeleri takip etmelerinde, mesleğin eğitiminin daha kaliteli verilmesi için baskı oluşturmalarında ciddi faydalar olduğu herkesçe açıktır sanırım. Bir mesleğin mensuplarının sorunlarını çözmeye çalışmak yerine başkalarının bunu yapmasını beklemeleri akıllıca olmaz elbette.
Ülkemizde çokça meslek örgütü var ve bunlara üyelik çoğu durumda zorunlu. Örneğin bir berber dükkanı açacak olusanız Usta belgesine sahip olmanız ve Berberler Odasına üye olmanız bir zorunluluk. Ama bir eczane açacaksanız Türk Tücaret Kanununa göre eczanelerin ticari işletme, eczacıların ise tacir niteliğinde olduklarından eczanelerin ticaret odalarına kayıt olma zorunluluğu bulunmuyor. Tabi bu eczane açmak için neden 5 yıl üniversite okumak gerektiği sorusunu beraberinde getiriyor ama o konuda daha önce yazdığımdan tekrar etmek istemiyorum. Hepimizin bildiği gibi tıp fakültesini bitirmeden doktorluk yapmak mümkün olmadığı gibi bir makine mühendisinin denetiminden geçirmeden doğal gaz hattı çektirmek veya hukuk fakültesinden mezun olmadan avukatlık yapmak da mümkün değil.
Aynı meslek kolunda çalışanların farklı örgütlenme modelleri var. Yaygın ve etkin oluşumlardan biri sendikalar. Bir sendikaya üye olmak için sendikanın faaliyet alanındaki iş kolunda çalışmak yeterli oluyor. Örneğin ziraat fakültesinden mezun ama sınıf öğretmenliği yapıyorsanız eğitim sendikalarından herhangi birine üye olmanızda bir problem olmadığı gibi istediğiniz zaman ayrılmanız da mümkün. Diğer bir örgütlenme modeli olan oda ise sendikadan oldukça farklı. Örneğin yeni kurulan Bilgisayar Mühendisleri Odasına ancak Bilgisayar Mühendisliği, Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği, Bilgisayar ve Enformasyon Mühendisliği, Bilişim Sistemleri Mühendisliği, Kontrol ve Bilgisayar Mühendisliği ve Yazılım Mühendisliği lisans mezunları üye olabiliyor. Diğer odalarda olduğu gibi BMO'dan da istifa etmek mümkün değil.
Bilgisayar mühendisleri yakın zamana kadar EMO'nun altında Meslek Dalı Komisyonunda temsil ediliyorlardı. Bir odaları olmaması hiç bir işlerini yapmalarına engel olmuyor olsa bile sürekli odalarının olmadığından dert yandıklarını katıldığım her toplantılarında görüyordum. Son dönemde iki ayrı grup BMO'nun kuruluşu için çaba gösterdi. Bunlardan ilki EMO'nun içinde örgütlenmiş olan ve onun kültürünün devamı olacağını gösteren bir ekipti ve sonunda onların EMO içinde sürdürdükleri hareketle bilgisayar mühendisleri EMO'dan ayrıldı ve BMO kuruldu. Bir de Facebook ve kendi sitelerinde bir araya gelen 15K'dan fazla mühendisin oluşturduğu dinamik bir grup daha mevcut. Akademik Bilişim, Linux ve Özgür Yazılım Günleri gibi organizasyonlardaki toplantılara EMO'nun desteğiyle katılan ilk grubun yanında/karşısında her zaman kendi insiyatifleriyle gelen ikinci gruptan katılımcılar da oluyordu.
Sonuçta Mart ayında EMO'nun aldığı kararla BMO'nun kurulmasına karar verildi. Peki BMO hangi derde derman olsun diye kuruldu? Bunun için birlikte Bilgisayar Mühendisleri Odası Kuruluş Raporuna bakalım. Bu raporu hazırlayanlar yukarıda bahsettiğim ilk grubun üyeleriydi. İyi niyetlerinde şüphe etmesem de doğru problemleri teşhis etmediklerinden doğru çözümleri bulamayacaklarını düşünüyorum.BMO'nun kurulmasına gerekçe olarak gösterilen 5 ana madde var:
Aynı mesleği yapan insanların bir araya gelmelerinde, çalışma şartlarını iyileştirmeye çalışmalarında, yaptıkları işlere standart getirmelerinde, meslek içi eğitimlerle gelişmeleri takip etmelerinde, mesleğin eğitiminin daha kaliteli verilmesi için baskı oluşturmalarında ciddi faydalar olduğu herkesçe açıktır sanırım. Bir mesleğin mensuplarının sorunlarını çözmeye çalışmak yerine başkalarının bunu yapmasını beklemeleri akıllıca olmaz elbette.
Ülkemizde çokça meslek örgütü var ve bunlara üyelik çoğu durumda zorunlu. Örneğin bir berber dükkanı açacak olusanız Usta belgesine sahip olmanız ve Berberler Odasına üye olmanız bir zorunluluk. Ama bir eczane açacaksanız Türk Tücaret Kanununa göre eczanelerin ticari işletme, eczacıların ise tacir niteliğinde olduklarından eczanelerin ticaret odalarına kayıt olma zorunluluğu bulunmuyor. Tabi bu eczane açmak için neden 5 yıl üniversite okumak gerektiği sorusunu beraberinde getiriyor ama o konuda daha önce yazdığımdan tekrar etmek istemiyorum. Hepimizin bildiği gibi tıp fakültesini bitirmeden doktorluk yapmak mümkün olmadığı gibi bir makine mühendisinin denetiminden geçirmeden doğal gaz hattı çektirmek veya hukuk fakültesinden mezun olmadan avukatlık yapmak da mümkün değil.
Aynı meslek kolunda çalışanların farklı örgütlenme modelleri var. Yaygın ve etkin oluşumlardan biri sendikalar. Bir sendikaya üye olmak için sendikanın faaliyet alanındaki iş kolunda çalışmak yeterli oluyor. Örneğin ziraat fakültesinden mezun ama sınıf öğretmenliği yapıyorsanız eğitim sendikalarından herhangi birine üye olmanızda bir problem olmadığı gibi istediğiniz zaman ayrılmanız da mümkün. Diğer bir örgütlenme modeli olan oda ise sendikadan oldukça farklı. Örneğin yeni kurulan Bilgisayar Mühendisleri Odasına ancak Bilgisayar Mühendisliği, Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği, Bilgisayar ve Enformasyon Mühendisliği, Bilişim Sistemleri Mühendisliği, Kontrol ve Bilgisayar Mühendisliği ve Yazılım Mühendisliği lisans mezunları üye olabiliyor. Diğer odalarda olduğu gibi BMO'dan da istifa etmek mümkün değil.
Bilgisayar mühendisleri yakın zamana kadar EMO'nun altında Meslek Dalı Komisyonunda temsil ediliyorlardı. Bir odaları olmaması hiç bir işlerini yapmalarına engel olmuyor olsa bile sürekli odalarının olmadığından dert yandıklarını katıldığım her toplantılarında görüyordum. Son dönemde iki ayrı grup BMO'nun kuruluşu için çaba gösterdi. Bunlardan ilki EMO'nun içinde örgütlenmiş olan ve onun kültürünün devamı olacağını gösteren bir ekipti ve sonunda onların EMO içinde sürdürdükleri hareketle bilgisayar mühendisleri EMO'dan ayrıldı ve BMO kuruldu. Bir de Facebook ve kendi sitelerinde bir araya gelen 15K'dan fazla mühendisin oluşturduğu dinamik bir grup daha mevcut. Akademik Bilişim, Linux ve Özgür Yazılım Günleri gibi organizasyonlardaki toplantılara EMO'nun desteğiyle katılan ilk grubun yanında/karşısında her zaman kendi insiyatifleriyle gelen ikinci gruptan katılımcılar da oluyordu.
Sonuçta Mart ayında EMO'nun aldığı kararla BMO'nun kurulmasına karar verildi. Peki BMO hangi derde derman olsun diye kuruldu? Bunun için birlikte Bilgisayar Mühendisleri Odası Kuruluş Raporuna bakalım. Bu raporu hazırlayanlar yukarıda bahsettiğim ilk grubun üyeleriydi. İyi niyetlerinde şüphe etmesem de doğru problemleri teşhis etmediklerinden doğru çözümleri bulamayacaklarını düşünüyorum.BMO'nun kurulmasına gerekçe olarak gösterilen 5 ana madde var:
- Meslek haklarında yaşanan tahribat
Bu şikayetleri bir ara çok konuşulan 'mankenler şarkı söylemesin/oyunculuk yapmasın' serzenişlerine benzetiyorum ben. Bilişim sektörü çok geniş bir yelpazeden oluştuğundan bilgisayar mühendisliği eğitiminde her konuyu derinlemesine öğretmek mümkün değil. Zaten sektördeki değişim o kadar hızlı ki 4 yıllık eğitimde öğrendiklerinizin 1/3'ü mezun olduğunuzda geçerliliğini yitirmiş oluyor. Hal böyle olunca üniversite dışında/sonrasında eğitimler olması ve bu eğitimlere bilgisayar mühendisliğinde lisans okumamış olanların da katılması çok normal. Aslında belgede geçen 'bilgisayar mühendislerinin meslek alanı'nın ne olduğu tarif edilmiş olsa buraya söylenecek çok şey var ama tarifi yok bu alanın. Katıldığım toplantılarda aldığım cevaplarında tatmin edici olmadığını söyleyebilirim.
Yaklaşık 15 yıldır bilgisayar mühendisliği bölümünde öğretim elemanı olarak çalışıyorum. Matematik bölümünden mezunum. Bilgisayar mühendisliğinde yüksek lisans yaptım (devamı da var ama konuyla ilgisiz). Bu süre içinde sadece bilgisayar mühendisliği okumuş birinin yapabileceği/ yapması gereken bir iş duymadım, görmedim. Bilen, duyan varsa yorum olarak yazarsa sevinirim. Günümüz bilişim dünyasında bir işi kim iyi yapabiliyorsa onun işe alınmasında ne problem var ben anlamıyorum. Üniversite yaşına gelmemiş gençlerin bile neler yapabildikleri ortadayken, kendini alanında yetiştirmiş bir hekim, iktisatçı, öğretmen veya müzisyen bilişim alanındaki hangi işi yapmaya yeterli görülmeyecek? Yukarıdaki maddeyi yazan arkadaşlar Linux çekirdeğini geliştirenlerin mesleklerine baksalar fikirleri değişebilir diye düşünüyorum.
Esnek/fazla mesai ise bizim mesleğin doğasında var. Özellikle canlı sistemlerde çalışanlar değişiklikleri sistemlerin en az kullanıldığı zamanlarda yapmak zorunda kalıyorlar, bu da normal mesai saatlerinin dışına taşıyor ister istemez. Bütün bilişim camiasının böyle sıkı bir disiplinle çalıştığını söylemek de doğru olmaz bence. Bilişim camiası için sorun fazla mesai/esnek çalışma saatleri değil bunun karşılığını alamamak olmalı.
- Meslek alanında yaşanan tahribat
Ülkemizin bir çok konuda olduğu gibi bir bilişim politikasının da olmadığı bir gerçek ama bu konuda neden bilişim sektöründe çalışanların örgütlenmesinin değil de sadece bilgisayar mühendislerinin örgütlenmesinin söz sahibi olması gerektiği belirsiz.
- Mesleki denetim ve mühendislik yetkisi
Burada istenilen şey de maalesef gıda sektörünün gıda mühendisi çalıştırması veya akvaryumcuların veterinerlerle anlaşması olması gibi bir durum. İmza yetkisinin cazibesine kapılanların bilişim camiasının büyük resmini göremediklerini düşünüyorum. Şu an zaten yaptıkları işin altına isimlerini yazabiliyorlar ama onların istediği sadece onların bunu yapabiliyor olması.
Sektörde yanyana çalıştıkları bilgisayar mühendisi olmayan meslektaşlarının yapamayacakları, sadece kendilerinin yapabilecekleri bir şey olmadığının aslında onlar da farkında olmalılar ama o vakit akıllarını kurcalayan 'biz boşuna mı okuduk peki?' sorusuna cevap bulamıyorlar. Hatalı soru sorup doğru yanıtı bulmak mümkün olmadığı için bu soruda takılıyorlar bence. Örneğin piyasadaki edebi eserleri sadece Türk Dili ve Edebiyatı mezunları mı yazıyor? Yazmıyorlarsa en azından onlardan biri denetliyor mu? Yayınevlerinin veya gazetelerin bir Türk Dili ve Edebiyatı mezunu çalıştırma zorunlulukları var mı? O zaman boşuna mı okuyor bu insanlar? Bir inşaat mühendisi roman yazabiliyor (Oğuz Atay), olimpiyat anlatabiliyor (Nejat Kök) ama bilişim sektöründe iş yapamasın deniyor.
Üniversite eğitimi ile alanlarında donanımlı bireyler olacaklarını ama başkalarının da dışarıdan bu işi yapabilecekleri gerçeğini kabul ettiklerinde hayat onlar için daha kolaylaşacak gibi geliyor bana.
- Mühendislik eğitimi ve meslek içi eğitim
Yaklaşık 15 yıldır üniversitede çalışan biri olarak üzerinde konuştuğumuz belgeyi yazan arkadaşları üniversitelerdeki sorunlar hakkında fazlasıyla destekliyorum. Sorunları doğru formüle edemediklerini düşünsem de üniversitelerin ciddi problemleri olması konusuna birşey demem mümkün değil. Bütün üniversitelerde geçerli bilgisayar mühendisi olmak için başarıyla geçilmesi gereken dersler diye bir kriter yok. Üniversitelerin ders programları ortada, merak eden açıp bakar. Bütün bilgisayar mühendisliği programlarında ortak anlatılan ders miktarı bir mesleği tanımlamaya yeterli değil bence. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir yazı hazırlıyorum.
Akademik kadro yetersizliği konusunda da haklılar. Bunun sorumlusunun üniversitelerdeki çalışma şartları olduğunu söylemeden de geçmek istemiyorum. Hangi üniversiteden mezun olursa olsun yeni mezun bir bilgisayar mühendisine 7 yıl boyunca (2 yıl yüksek lisans + 5 yıl doktora) ayda 2000tl maaşla bir iş önerirseniz kabul eder mi? Dikkat edin bu başlangıç maaşı değil, 7 yılda ortalama alacağı maaş. Üniversitelerdeki çalışma şartlarının düzeltilmediği sürece akademik kadroların iyileştirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum.
Uzaktan eğitim konusunda da birşeyler söylemeden geçmeyeyim. Ben örgün eğitimlerde yapılan eğitimin bile uzaktan eğitim olduğunu düşünüyorum. Eğer mümkün olsa eğitimin bir nevi usta çırak ilişkisi ile yürütülmesinin, kodu yazan adamın/kadının omuzunun üzerinden bakıp onu yönlendirmenin muazzam bir fark yaratacağını düşünüyorum. Şimdilik bu konu hakkında fikir çalışması aşamasında olduğumuzu söylemiş olayım. Ama ortada da uzaktan eğitim diye bir gerçek var. Dünyanın en iyi üniversitelerinden hocaların seçilmiş derslerini internetten izlemek, hatta sınavlarına girip sertifikalarını almak mümkün. Eğer uzaktan eğitim konusunu tümden reddetmiyorsanız sadece bilgisayar mühendisliği özelinde olmaz demek bence anlamlı değil. Sonuçta mezun olduğunuzda yenilikleri nereden takip edip öğreniyorsunuz? İşimiz (bakın ben işimiz diyorum ama BMO'dakiler beni kendilerinden görmüyorlar orası ayrı) çoğunlukla internet üzerinden yapılan bir iş, sürekli oradan öğreniyoruz, diplomasını da pekala oradan alabiliriz. Uzaktan eğitimle yapılan bilgisayar mühendisliği eğitiminin kalitesinde sorun varsa bunun üzerine birlikte gidelim ama toptan olmasın demek uygun değil. Pdf'den veya video'dan apandisit almayı öğrenmiyoruz sonuçta.
Yeni kurulan BMO'nun bilişim sektörünün doğasında olmayan bir tekelleşme/imza yetkisi peşine düşmemesini dilerim. Binlerce, onbinlerce bilgisayar mühendisinin bir araya gelip ülke için, kendileri için yapacak olumlu işler bulabileceğine inanıyorum. Ülkemizin bilişim sektöründe aktif ve yararlı bir oyuncu olmak yerine sektördeki diğer herkesi dışlayan bir tavır içine girmeleri onlara destek olabilecek büyük bir kalabalığı da dışlamaları anlamına gelir. Umarım öyle olmaz.
Son söz: Eğer BMO üyesi olsam ve 1 Eylül seçimlerinde oy kullanacak olsaydım oyumu yukarıda bahsettiğim tbmo grubuna verirdim.
Akademik kadro yetersizliği konusunda da haklılar. Bunun sorumlusunun üniversitelerdeki çalışma şartları olduğunu söylemeden de geçmek istemiyorum. Hangi üniversiteden mezun olursa olsun yeni mezun bir bilgisayar mühendisine 7 yıl boyunca (2 yıl yüksek lisans + 5 yıl doktora) ayda 2000tl maaşla bir iş önerirseniz kabul eder mi? Dikkat edin bu başlangıç maaşı değil, 7 yılda ortalama alacağı maaş. Üniversitelerdeki çalışma şartlarının düzeltilmediği sürece akademik kadroların iyileştirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum.
Uzaktan eğitim konusunda da birşeyler söylemeden geçmeyeyim. Ben örgün eğitimlerde yapılan eğitimin bile uzaktan eğitim olduğunu düşünüyorum. Eğer mümkün olsa eğitimin bir nevi usta çırak ilişkisi ile yürütülmesinin, kodu yazan adamın/kadının omuzunun üzerinden bakıp onu yönlendirmenin muazzam bir fark yaratacağını düşünüyorum. Şimdilik bu konu hakkında fikir çalışması aşamasında olduğumuzu söylemiş olayım. Ama ortada da uzaktan eğitim diye bir gerçek var. Dünyanın en iyi üniversitelerinden hocaların seçilmiş derslerini internetten izlemek, hatta sınavlarına girip sertifikalarını almak mümkün. Eğer uzaktan eğitim konusunu tümden reddetmiyorsanız sadece bilgisayar mühendisliği özelinde olmaz demek bence anlamlı değil. Sonuçta mezun olduğunuzda yenilikleri nereden takip edip öğreniyorsunuz? İşimiz (bakın ben işimiz diyorum ama BMO'dakiler beni kendilerinden görmüyorlar orası ayrı) çoğunlukla internet üzerinden yapılan bir iş, sürekli oradan öğreniyoruz, diplomasını da pekala oradan alabiliriz. Uzaktan eğitimle yapılan bilgisayar mühendisliği eğitiminin kalitesinde sorun varsa bunun üzerine birlikte gidelim ama toptan olmasın demek uygun değil. Pdf'den veya video'dan apandisit almayı öğrenmiyoruz sonuçta.
- Örgütlenme
Yeni kurulan BMO'nun bilişim sektörünün doğasında olmayan bir tekelleşme/imza yetkisi peşine düşmemesini dilerim. Binlerce, onbinlerce bilgisayar mühendisinin bir araya gelip ülke için, kendileri için yapacak olumlu işler bulabileceğine inanıyorum. Ülkemizin bilişim sektöründe aktif ve yararlı bir oyuncu olmak yerine sektördeki diğer herkesi dışlayan bir tavır içine girmeleri onlara destek olabilecek büyük bir kalabalığı da dışlamaları anlamına gelir. Umarım öyle olmaz.
Son söz: Eğer BMO üyesi olsam ve 1 Eylül seçimlerinde oy kullanacak olsaydım oyumu yukarıda bahsettiğim tbmo grubuna verirdim.
24 Ağustos 2012 Cuma
What about Pardus?
Bir süredir benim de merak ettiğim konulardan biri Pardus. Konuyu baştan takip etmeyenler için kısa bir özetle başlayayım:
- Yeni TÜBİTAK yönetimiyle birlikte önce proje yöneticisi değiştirildi. Erkan Tekman'ın Pardus projesinden alındığını duyduğumuzda yerine kimin getirildiğini uzun süre öğrenemedik.
- Geliştiricilerin tek tek ayrıldıkları uzun sayılacak bir belirsizlik dönemi oldu. Kimileri durumundan memnun olmadığından ayrıldı, bazıları ayrılmaya zorlandı, küçük bir grup ise TÜBİTAK içinde başka projelere geçti.
- Pardus'un geliştirilen tek sürümü olan Pardus 2011'in güncellemesinin yapılmayacağı duyuruldu.
- Bu toz duman içinde TÜBİTAK Gebze yerleşkesinde "Pardus'un Yarını Çalıştayı" düzenlendi [1], [2], [3]. Bir buçuk gün boyunca konuşuldu ve sonuç olarak bir danışma kurulunun oluşturulmasına ve kararların onun tarafından alınmasına karar verildi.
- Geliştirici ekipten ayrılmamış son bir kaç kişinin de ayrılmasıyla Pardus geliştiricisi TÜBİTAK çalışanı kalmadı. Eski yönetim zamanında da TÜBİTAK çalışanı olmayan geliştiricilerin neredeyse tamamı ayrılmış olduğundan Pardus hiç geliştiricisi olmayan bir proje haline geldi.
- Çoğunluğu Pardus Kullanıcıları Derneği etrafında toplanan gönüllülerden oluşan bir ekip geliştirilmesi durdurulmuş olan Pardus 2011 sürümünü geliştirmeye devam etmeye karar verdi. Hazırlamaya çalıştıkları ürünün kod adı Anka. 30 Ağustos'a kurulabilir bir sürüm yetiştirmeye çalışıyorlar.
- Türkiye'nin yakın gelecekteki bütün eğitim sistemini değiştirecek olan F@tih Projesinde Pardus kullanılacağı açıklandı. TÜBİTAK yaptığı toplantıda hazırlanacak bütün projelerin Pardus ve Windows üzerinde çalışacak şekilde hazırlanması gerektiğini özellikle belirtti.
- Pardus'un yarını çalıştayında en fazla konuşulan konulardan biri olan paket yöneticisinin değiştirilmesi konusunun hayata geçirildiği bir süredir konuşuluyor olunca ben Çanakkale'deki bir okula gidip etkileşimli tahtalara baktım. Şaşırarak gördüm ki etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian var.
- Bir gün sonra (29 Haziran) Ankara'da Pardus Danışma Kurulunun ilk toplantısı olduğunu düşündüğüm bir toplantıya katıldım. Toplantıda, bahsi geçen danışma kurulunun hala kurulmamış olduğunu öğrendik ve bu kurulun yetki ve sorumluluklarına yazışarak karar vermek üzere ayrıldık.
- Danışma kurulu toplantısının hemen ardından konuyu hızlıca sonuçlandırmak için eposta yazdım. Bir hafta cevap alamayınca tekrar yazdık, sonra tekrar ve tekrar. Bizi toplantıya çağıranlar postalarımızı okumuyor veya okumuyor gibi davranıyorlar. Bu kurulu artık istemiyoruz, kurulu istiyoruz ama bu üyelerle istemiyoruz dahi birer cevap olabilecekken hiç cevap vermiyor olmalarına gerçekten şaşırdığımı söylemek isterim. Henüz ortada resmileşmiş bir kurul olmadığı için bu kurula temsilci olarak gidenlerin istifa etmeleri gibi bir mekanizma da söz konusu değil.
- Bizim epostalarımızı okuyup cevap yazamayan yöneticiler Ankara'da ODTÜ ve Bilkent'te teknoparklarda Pardus'u tanıtan toplantılar yaptılar.
- Kimin geliştirdiği açıklanmamış olsa da 15 Ağustos itibariyle Pardus 2011.3, Pardus-fatih, Pardus-kurumsal ve Pardus-sunucu iso'ları ftp sunucusuna yerleştirildi. İsimlendirmenin geliştirilmesi durdurulmuş olan 2011 sürümünden devam ediyor olmasının garipliğinin yanısıra fatih için kullanılan iso kalıbının yayınlanmış olması sevindirici bir gelişme. ftp adresine bakınca tüm iso kalıplarının hem Türkçe hem de İngilizce olması, kde ve gnome için ayrı kalıpların bulunması ve 32bit ve 64bit için bu çeşitliliğin devam etmesi sizi şaşırtmasın çünkü bu dağıtılanlar aslında Debian kalıpları. Yani aslında isteseler sparc veya arm için ayrı kalıplar da yayınlayabilirlerdi. Bu gelişmelerin hiç birinin Pardus ana sayfasından duyurulmaması insanda acaba kazara mı konuldu bu isolar ftp'ye diye de düşündürtüyor.
- Yaklaşık bir hafta sonra kurulabilir bir Anka sürümü ile karşılaşabiliriz. Bir miktar gecikme olması tamamen gönüllülerden oluşan bir topluluk için ayıplanacak bir durum olmaz bence. Son derece iyi niyetli ve özverili çalışan arkadaşlar oduğunu biliyorum ama bir dağıtımı, hele ki sadece kendisinin kullandığı bir paket yöneticisine sahip olan bir dağıtımı, sürdürmenin son derece zor olduğunu da biliyorum.
- Pardus'un yarını çalıştayında sözü geçen MSB'nin Pardus anlaşmasının yapılmış olduğunu ve göç sürecinin başladığını duydum. Sonuçta kullanılacak işletim sistemi bir şekilde Debian dahi olsa Winxx kullanılmasıyla kıyaslanmayacak bir gelişme olduğundan sevindim bu habere. İşin çok zor olduğu su götürmez ama onu işi üstlenenler düşünsün artık.
23 Ağustos 2012 Perşembe
Pardus Kullanıcıları Derneği davası sonuçlandı
Yaklaşık 5 ay önce TÜBİTAK'ın Pardus Kullanıcıları Derneğine açtığı davanın Yargıtay'da incelenmeyi beklendiğini yazmıştım. TÜBİTAK açtığı davada derneğin adındaki Pardus ifadesinin ve derneğin logosunun sol yarısının Pardus logosu olduğundan kaldırılmasını istemişti. Mahkeme PKD'nin Pardus kelimesini kullanmasına izin vermiş ama logosunun sol yarısının değiştirilmesine karar vermişti. Her iki taraf da temyize gittiğinden dava son aşama olarak Yargıtay'da bekliyordu.
Yeni TÜBİTAK yönetimi aradan geçen 6 ayda davayı düşürmek için bir hareket yapmadığından Yargıtay karar verdi ve mahalli mahkemenin kararlarını onadı ama yayınlama konusunda kararı bozdu. Kararı yayınlama konusunda yeniden duruşma yapılacak. Eğer mahkeme Yargıtaya uyarsa davanın sonucu ulusal bir gazetede yayınlanacak. Yani davanın sonucunun ulusal bir gazetede yayınlanıp yayınlanmasına karar verilmesi kaldı son olarak.
Yeni Pardus yönetimi diğer pek çok fırsatı olduğu gibi bu fırsatı da kaçırdı. Yukarıdaki logonun sol tarafını ben boyadım, derneğin yeni logosu henüz belli değil.
Yeni TÜBİTAK yönetimi aradan geçen 6 ayda davayı düşürmek için bir hareket yapmadığından Yargıtay karar verdi ve mahalli mahkemenin kararlarını onadı ama yayınlama konusunda kararı bozdu. Kararı yayınlama konusunda yeniden duruşma yapılacak. Eğer mahkeme Yargıtaya uyarsa davanın sonucu ulusal bir gazetede yayınlanacak. Yani davanın sonucunun ulusal bir gazetede yayınlanıp yayınlanmasına karar verilmesi kaldı son olarak.
Yeni Pardus yönetimi diğer pek çok fırsatı olduğu gibi bu fırsatı da kaçırdı. Yukarıdaki logonun sol tarafını ben boyadım, derneğin yeni logosu henüz belli değil.
8 Ağustos 2012 Çarşamba
Olimpiyatlarda Halterde en iyi derecelerimizi yapsaydık
Seksenlerin ikinci yarısından itibaren Naim Süleymanoğlu sayesinde hayatımıza giren, onun ve ardından Halil Mutlu'nun büyük başarılarıyla hepimizi ekran başına toplayan halterde 2012 Londra Olimpiytalarında eski günleri çok aradık. Naim'in ve Halil'in üçer olimpiyat şampiyonluklarını ve kırdıkları rekorları hatırlayanlar neredeyse hiç sporcumuzun olmadığı bir yarışma seyrettiler.
Peki ya sporcularımız bütün sikletlere katılıp hepsinde birden Türkiye rekorları kırsalardı nasıl dereceler elde edebilirlerdi? Bunun için iki adrese bakmak yeterli: Olimpiyat dereceleri ve Halter Federasyonu sayfası. Erkeklerde halter yarışmaları 8 farklı siklette yapılıyor. Kısaca her birinde neredeyiz bakalım.
Eğer memleketin neresi doğru ki demiyorlarsa halter federasyonunun yapacak çok işi var.
Peki ya sporcularımız bütün sikletlere katılıp hepsinde birden Türkiye rekorları kırsalardı nasıl dereceler elde edebilirlerdi? Bunun için iki adrese bakmak yeterli: Olimpiyat dereceleri ve Halter Federasyonu sayfası. Erkeklerde halter yarışmaları 8 farklı siklette yapılıyor. Kısaca her birinde neredeyiz bakalım.
- 56 kg: Türkiye rekoru 305kg ile Halil Mutlu'ya ait. Rekor 2000 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu toplamda 293 kg kaldırdı. Aradan geçen 12 yılda Halil'in hala açık ara önde olması şaşırtıcı.
- 62 kg: Türkiye rekoru 322.5kg ile yine Halil Mutlu'ya ait. Rekor 2003 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 327kg kaldırdı. Halil'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
- 69 kg: Türkiye rekoru 337.5kg ile Ekrem Celil'e ait. Rekor 2004 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 344kg kaldırdı. Ekrem'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
- 77 kg: Türkiye rekoru 375kg ile Taner Sağır'a ait. Rekor 2004 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 379kg ile Taner'in dünya rekorunu yeniledi. Taner'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
- 85 kg: Türkiye rekoru 380kg ile Mehmet Yılmaz'a ait. Rekor 2001 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 385kg kaldırdı. Mehmet'in derecesi burada tekrarlansa üçüncülüğü paylaşabilirdi.
- 94 kg: Türkiye rekoru 400kg ile Hakan Yılmaz'a ait. Rekor 2009 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu dünya rekoru kırarak 418kg kaldırdı. Hakan'ın derecesi burada tekrarlansa altıncı olabilirdi.
- 105 kg: Türkiye rekoru 420kg ile Bünyamin Sudaş'a ait. Rekor 2001 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 412kg kaldırdı. Bünyamin'in derecesi burada tekrarlansa birinci olabilirdi.
- 105+ kg: Türkiye rekoru 417.5kg ile Bünyamin Sudaş'a ait. Rekor 2005 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 455kg kaldırdı. Bünyamin'in derecesi burada tekrarlansa ancak onbirinci olabilirdi.
Eğer memleketin neresi doğru ki demiyorlarsa halter federasyonunun yapacak çok işi var.
7 Ağustos 2012 Salı
Ian Millar kahraman ama Derya Büyükuncu değil!
Her dört yılda bir olduğu gibi Londra olimpiyatlarını da büyük bir keyifle seyrediyorum. Bizim gibi kalabalık bir ülkeden bu kadar az sporcunun olimpiyatlara katılıyor olması çok üzüntü verici ama katılanlara yapılan muamele de kendi başına üzerinde durulması gereken bir durum. Örneğin yarı finale kalamadan elenen bir atletimiz için anlatıcı 'yakında evlenecek, burada bulamadığı başarıyı orada bulsun' dedi.
Piste çıkan sporculara kendi alanlarında dünyanın en iyi 30-50 sporcusu arasına giren başarılı atletler olarak bakmak yerine başarıyı sadece madalya almayla ilişkilendirmek yaygın olarak yapılan bir hata. Örneğin ülkemizden 1-2 üniversitenin dünyanın en başarılı 500 üniversitesi arasına girmesine sevinenler bir sporcumuzun 20. olmasını kahredici bulabiliyorlar. Dünyanın geri kalanında ise durum çok farklı. Dramatik bir örnek olarak kısaca Ian Millar ve Derya Büyükuncu'dan bahsetmek istiyorum.
Derya Büyükunucu bu yıl altıncı olimpiyatına katılarak dünyada yüzmede en fazla olimpiyata katılan sporcu oldu. Yüzmede olimpiyatlara katılmak için belli sürenin altında derece yapmış olmak gerektiğinden Derya bu olimpiyatların hepsine kimse onu seçmeden yaptığı derecelerle katılmış bir sporcu. Başarıyı sadece madalya almak olarak anladığımız için katıldığı olimpiyatlarda hiç madalya almamış olan Derya'ya hep bir burun kıvırma ile bakılıyor.
Derya yüzme alanında en fazla olimpiyatlara katılmış sporcu ama diğer branşlar da işin içine katıldığında rekor çok daha yukarılarda. Kanada'lı binici Ian Millar tam 10 defa katılmış olimpiyatlara. Tahmin edebileceğiniz gibi ülkesinde çok seviliyor, lakabı "Captain Canada". Peki bu 10 olimpiyata katılmış da ne olmuş, çuvalla madalyası mı var derseniz durum sizi şaşırtabilir. İlk 8 olimpiyatında madalya alamamış, 9. defa yarıştığında gümüş madalya almış ve bu yıl da madalya alamadı. 1972'den bu yana olimpiyatlara katılan ve sadece bir defa ikincilik kürsüsüne çıkan Ian Millar ülkesinin bayrağını taşıyacak kadar çok sevilirken bizim çok nadir yetiştirdiğimiz (aslında bir ülke politikası olmadığından kendiliğinden yetişen demek daha doğru olur) Derya'yı, Ercüment'i, Eşref'i yere göğe koyamamamız gerekmez miydi?
Piste çıkan sporculara kendi alanlarında dünyanın en iyi 30-50 sporcusu arasına giren başarılı atletler olarak bakmak yerine başarıyı sadece madalya almayla ilişkilendirmek yaygın olarak yapılan bir hata. Örneğin ülkemizden 1-2 üniversitenin dünyanın en başarılı 500 üniversitesi arasına girmesine sevinenler bir sporcumuzun 20. olmasını kahredici bulabiliyorlar. Dünyanın geri kalanında ise durum çok farklı. Dramatik bir örnek olarak kısaca Ian Millar ve Derya Büyükuncu'dan bahsetmek istiyorum.
Derya Büyükunucu bu yıl altıncı olimpiyatına katılarak dünyada yüzmede en fazla olimpiyata katılan sporcu oldu. Yüzmede olimpiyatlara katılmak için belli sürenin altında derece yapmış olmak gerektiğinden Derya bu olimpiyatların hepsine kimse onu seçmeden yaptığı derecelerle katılmış bir sporcu. Başarıyı sadece madalya almak olarak anladığımız için katıldığı olimpiyatlarda hiç madalya almamış olan Derya'ya hep bir burun kıvırma ile bakılıyor.
Derya yüzme alanında en fazla olimpiyatlara katılmış sporcu ama diğer branşlar da işin içine katıldığında rekor çok daha yukarılarda. Kanada'lı binici Ian Millar tam 10 defa katılmış olimpiyatlara. Tahmin edebileceğiniz gibi ülkesinde çok seviliyor, lakabı "Captain Canada". Peki bu 10 olimpiyata katılmış da ne olmuş, çuvalla madalyası mı var derseniz durum sizi şaşırtabilir. İlk 8 olimpiyatında madalya alamamış, 9. defa yarıştığında gümüş madalya almış ve bu yıl da madalya alamadı. 1972'den bu yana olimpiyatlara katılan ve sadece bir defa ikincilik kürsüsüne çıkan Ian Millar ülkesinin bayrağını taşıyacak kadar çok sevilirken bizim çok nadir yetiştirdiğimiz (aslında bir ülke politikası olmadığından kendiliğinden yetişen demek daha doğru olur) Derya'yı, Ercüment'i, Eşref'i yere göğe koyamamamız gerekmez miydi?
27 Temmuz 2012 Cuma
Fatih projesinde kullanılacak işletim sistemi neden önemli?
F@tih projesinde iki farklı ama ilişkili cihaz çok yaygın olarak kullanılacak; etkileşimli tahta (yaklaşık 600.000 sınıfta) ve tablet (yaklaşık 10.000.000). Her ikisinde de kullanılacak işletim sistemleri üzerinde çokça yazıldı çizildi. Pardus özelinde ben de daha önce bu konuda bir kaç yazı yazdım [1], [2], [3].
Her iki cihaz da kişisel kullanımdan farklı yeneteklere sahip olacaklar ve eğitim amaçlı kısıtlamalara tabi tutulacaklar. Örneğin tahtalara program kurma, kaldırma işlerini öğretmenler yapmayacak, kimse yetkili kullanıcı parolasını bilmiyor okullarda. Bu nedenle tahtalara kurulacak işletim sistemlerinin üzerinde kaç programın çalışabilir olduğunun, eğer linux olacaksa deposunda kaç paketin bulunduğunun bir önemi yok. Tabletlerde ise internet erişimi bile kısıtlı olacak. Onaylayıp onaylamamak başka bir konu ama durum bu. Lafı dolandırmadan bu donanımlar üzerinde özgür yazılımların koşmasının neden çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
Ölçek bu kadar büyük olunca çoğunlukla ilk akla gelen şey olan toplam sahip olma maliyeti avantajı oluyor. Bütün bir eğitim sisteminde öğrencilerin karşılarında duracak tahtada bulunmanın nasıl getirileri olduğunu gören MS için işletim sistemi lisans bedelinden vazgeçmek kabul edilebilir bir konu. Bununla ilgili dramatik bir örnek için Bedava mı Özgür mü? yazıma bakabilirsiniz. Öğrencilerin dördüncü sınıftan onikinci sınıfa kadar etkileşimde bulunacakları cihazlarda koşacak yazılımların hayatlarında ne kadar yer kaplayacağını tahmin etmek zor değil. MS potansiyel müşterilerini kaybetmemek için işletim sistemlerini bedava verebileceği gibi üste para bile verebilir. Böyle bile olsa F@tih'te özgür yazılımlar kullanmanın ülkenin geneli düşünüldüğünde toplam sahip olma maliyeti daha düşük olacaktır. Ülkenin geleceğinde kullanacağı yazılımların ve bunların ihtiyaç duyacakları donanımların toplam bedellerine bakılırsa MS'in tahta başına vereceği 5$'dan çok daha karlı olacaktır özgür yazılımlar kullanmak.
Bir kısmı hayatlarındaki ilk bilgisayarı görecek olan çocukların karşısına özgür olmayan bir işletim sistemi çıkarmak ve bütün eğitim hayatları boyunca onu karşılarında tutmak onları "lisans bedeli, krekli yazılım, kırılmış yazılım, izinsiz kullanım, virüs, antivirüs" kavramlarıyla büyütmek demek olacaktır. Debian, Pardus veya Android ise sunacağı teknik olanakların yanında çocuklarımızın "özgürlük, sınırsız kullanım, özelleştirebilme, paylaşım" gibi kavramlarla büyümelerine imkan verecektir.
Özgür yazılım MS'in lisans bedelinden veya üste vereceği paradan çok daha önemlidir. Umarım bu konu hesaba katılmadan MS'in kucağına itilmeyiz.
Her iki cihaz da kişisel kullanımdan farklı yeneteklere sahip olacaklar ve eğitim amaçlı kısıtlamalara tabi tutulacaklar. Örneğin tahtalara program kurma, kaldırma işlerini öğretmenler yapmayacak, kimse yetkili kullanıcı parolasını bilmiyor okullarda. Bu nedenle tahtalara kurulacak işletim sistemlerinin üzerinde kaç programın çalışabilir olduğunun, eğer linux olacaksa deposunda kaç paketin bulunduğunun bir önemi yok. Tabletlerde ise internet erişimi bile kısıtlı olacak. Onaylayıp onaylamamak başka bir konu ama durum bu. Lafı dolandırmadan bu donanımlar üzerinde özgür yazılımların koşmasının neden çok önemli olduğunu vurgulamak istiyorum.
Ölçek bu kadar büyük olunca çoğunlukla ilk akla gelen şey olan toplam sahip olma maliyeti avantajı oluyor. Bütün bir eğitim sisteminde öğrencilerin karşılarında duracak tahtada bulunmanın nasıl getirileri olduğunu gören MS için işletim sistemi lisans bedelinden vazgeçmek kabul edilebilir bir konu. Bununla ilgili dramatik bir örnek için Bedava mı Özgür mü? yazıma bakabilirsiniz. Öğrencilerin dördüncü sınıftan onikinci sınıfa kadar etkileşimde bulunacakları cihazlarda koşacak yazılımların hayatlarında ne kadar yer kaplayacağını tahmin etmek zor değil. MS potansiyel müşterilerini kaybetmemek için işletim sistemlerini bedava verebileceği gibi üste para bile verebilir. Böyle bile olsa F@tih'te özgür yazılımlar kullanmanın ülkenin geneli düşünüldüğünde toplam sahip olma maliyeti daha düşük olacaktır. Ülkenin geleceğinde kullanacağı yazılımların ve bunların ihtiyaç duyacakları donanımların toplam bedellerine bakılırsa MS'in tahta başına vereceği 5$'dan çok daha karlı olacaktır özgür yazılımlar kullanmak.
Bir kısmı hayatlarındaki ilk bilgisayarı görecek olan çocukların karşısına özgür olmayan bir işletim sistemi çıkarmak ve bütün eğitim hayatları boyunca onu karşılarında tutmak onları "lisans bedeli, krekli yazılım, kırılmış yazılım, izinsiz kullanım, virüs, antivirüs" kavramlarıyla büyütmek demek olacaktır. Debian, Pardus veya Android ise sunacağı teknik olanakların yanında çocuklarımızın "özgürlük, sınırsız kullanım, özelleştirebilme, paylaşım" gibi kavramlarla büyümelerine imkan verecektir.
Özgür yazılım MS'in lisans bedelinden veya üste vereceği paradan çok daha önemlidir. Umarım bu konu hesaba katılmadan MS'in kucağına itilmeyiz.
24 Temmuz 2012 Salı
Microsoft Türkiye’nin yükselişi
Önce haberi alıntılayayım:
Yazılım konusundaki bütçe açığı için tek çözümün özgür yazılımdan geçtiğini farkettiğimizde her şey başka türlü olabilir ama ne zaman?
BRIC olarak adlandırılan (Brasil- Brezilya, Russia - Rusya, India- Hindistan ve China-Çin) hızlı büyüyen ülkeleri geride bırakan Microsoft Türkiye, Microsoft içinde ikinci kez “Yılın Ülkesi” ünvanının sahibi oldu. Microsoft Türkiye Genel Müdürü Tamer Özmen, “Şampiyonluk Kupası”nı Microsoft CEO’su Steve Ballmer’ın elinden aldı.Nisan ayında Micrososft'un Üniversitelerle Savaşı başlıklı bir yazıda Microsoft'un üniversiteleri nasıl avukatları aracılığıyla sıkıştırdığını anlatmıştım. Bu baskı işe yaramış ki "2012 Mali yılında Microsoft Türkiye yüzde 17 büyümüş". Herkesin çalıştığı şirketin durumunun daha iyi olmasını istediği gibi MS Türkiye genel müdürü de "Bu başarı hepimizin" demiş.
Yazılım konusundaki bütçe açığı için tek çözümün özgür yazılımdan geçtiğini farkettiğimizde her şey başka türlü olabilir ama ne zaman?
21 Temmuz 2012 Cumartesi
62'den LibreOffice tavşanı yapmak
Daha geçen hafta LibreOffice yardım içeriğinin %56'ını çevirdiğimizi ve daha çevrilecek 193.000 kelime olduğunu yazmıştım. Aradan geçen bir haftada çeviri ekibi çok yoğun çalışarak çeviri oranını %62'ye getirdi. Şimdi baktığımda yaklaşık 168.000 kelimenin beklediğini görüyorum. Bir haftada 25.000'den fazla kelime çevirilmiş.
İçinde bulunmaktan mutluluk duyduğum bu ekibi tebrik ediyorum.
İçinde bulunmaktan mutluluk duyduğum bu ekibi tebrik ediyorum.
13 Temmuz 2012 Cuma
Libreoffice çevirileri ne durumda?
Nisan ayının sonuna doğru iki yazı yazmış ve LibreOffice'in Türkçe çevirisi için üniversiteler olarak çalışacağımızdan bahsetmiştim [1], [2]. Lisans bedeli milyonlarca doları bulan ofis paketleri kullanmak yerine bir özgür yazılım olan LibreOffice'in kullanılmasının ülke açısından önemi ortadayken ve herkes bu konu üzerinde uzlaşmışken çok hızlı ilerleme kaydedeceğimizi düşünmüştüm. Ama öyle olmadı. Hepimizin işi olan bir konu bireyler açıcından bakınca "başkasının da işi" olduğundan çok kısıtlı bir katılım oldu üniversitelerden. Bu kadar büyük bir potansiyeli kullanamamak yazık oldu.
Neredeydik nereye geldik diye kısaca bakalım. LibreOffice 3.6 henüz duyurulmamasına rağmen arayüzü tamemen Türkçeleşmiş durumda. Yardım içeriği için Mayıs ayının başında %46 oranını yakaladığımızı yazmıştım. Bugün %56'dayız. Dört haftadır Çarşamba akşamları 21-22 arasında irc'de toplanıp birbirimize danışmak istediğimiz şeyler üzerinde konuşarak çeviri yapıyoruz. 2 ayda %10 artış gözünüze az görünebilir diyerek çevrilecek metnin büyüklüğü hakkında bir fikir vermek isterim size. Yaklaşık 700 sayfa olan Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar kitabı yaklaşık olarak 170.000 kelimeden oluşuyor. Çevrilecek bütün LibreOffice yardım içeriği ise 440.000 kelime kadar. İki buçuk tane Tutunamayanlar kadar içeriği çevirmek elbette kolayca olmuyor. Bu yazıyı yazarken 193.000'in biraz üzerinde kelime çevirilmeyi bekliyor durumda. Yani yapılacak çok fazla iş var.
Bu yazıyı bitirmeden bir de insanlar neden LibreOffice çevirisi yapıyorlar konusunda yazmak istiyorum. Bir maddi karşılığı olmayan böyle büyük bir iş için neden uğraşılıyor? Özgür yazılım işlerinde temel motivasyon o işi yapanlar arasında görünmek oluyor. LibreOffice çevirilerinde bu söz konusu değil. Program çalıştırıldığında görülebilen katkıcılara web sayfasından da ulaşılabiliyor ve çevirmenler burada görüntülenmiyor. Buradan bakınca iyilik yapıp denize atmak gibi görünen bu işi diğerleri neden yapıyor tam bilemiyorum ama ben camiadan aldığımın birazını olsun geri verme çabası olarak görüyorum. Özgür yazılım insanları olarak bunu farklı yollarla yapmaya çalışıyoruz, çeviri de o yöntemlerden biri.
Neredeydik nereye geldik diye kısaca bakalım. LibreOffice 3.6 henüz duyurulmamasına rağmen arayüzü tamemen Türkçeleşmiş durumda. Yardım içeriği için Mayıs ayının başında %46 oranını yakaladığımızı yazmıştım. Bugün %56'dayız. Dört haftadır Çarşamba akşamları 21-22 arasında irc'de toplanıp birbirimize danışmak istediğimiz şeyler üzerinde konuşarak çeviri yapıyoruz. 2 ayda %10 artış gözünüze az görünebilir diyerek çevrilecek metnin büyüklüğü hakkında bir fikir vermek isterim size. Yaklaşık 700 sayfa olan Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar kitabı yaklaşık olarak 170.000 kelimeden oluşuyor. Çevrilecek bütün LibreOffice yardım içeriği ise 440.000 kelime kadar. İki buçuk tane Tutunamayanlar kadar içeriği çevirmek elbette kolayca olmuyor. Bu yazıyı yazarken 193.000'in biraz üzerinde kelime çevirilmeyi bekliyor durumda. Yani yapılacak çok fazla iş var.
Bu yazıyı bitirmeden bir de insanlar neden LibreOffice çevirisi yapıyorlar konusunda yazmak istiyorum. Bir maddi karşılığı olmayan böyle büyük bir iş için neden uğraşılıyor? Özgür yazılım işlerinde temel motivasyon o işi yapanlar arasında görünmek oluyor. LibreOffice çevirilerinde bu söz konusu değil. Program çalıştırıldığında görülebilen katkıcılara web sayfasından da ulaşılabiliyor ve çevirmenler burada görüntülenmiyor. Buradan bakınca iyilik yapıp denize atmak gibi görünen bu işi diğerleri neden yapıyor tam bilemiyorum ama ben camiadan aldığımın birazını olsun geri verme çabası olarak görüyorum. Özgür yazılım insanları olarak bunu farklı yollarla yapmaya çalışıyoruz, çeviri de o yöntemlerden biri.
9 Temmuz 2012 Pazartesi
Kamu kurumlarının IPv6 adresi temin etmeleri için zamanları azalıyor
8 Aralık 2010 tarihinde yayınlanan 'Kamu Kurum ve Kuruluşları için IPv6'ya Geçiş Planı'nın birinci aşaması sonlanmak üzere. Buna göre kamu kurumlarının IPv6 adresi ve IPv6 bağlantılarını temin etmiş olmaları için son tarih 31 Ağustos 2012. Bu tarihten sonra kamuda IPv6’yı desteklemeyen hiçbir ağ donanım ve yazılımına yatırım yapılmayacak.
İkinci aşama için verilen süre de 31 Aralıkta bitecek. Bu tarihe kadar kamu kurumlarının internet üzerinden verdikleri en az bir adet hizmeti pilot uygulama olarak IPv6 destekli hale getirmeleri zorunlu.
31 Ağustos 2013'den itibaren ise kamu kurum ve kuruluşları internet üzerinden verdikleri kamuya açık tüm hizmetleri IPv6’yı destekler hale getirecekler.
Çok kısa bir süre sonra IPv6 hayatımızın bir parçası haline gelecek.
İkinci aşama için verilen süre de 31 Aralıkta bitecek. Bu tarihe kadar kamu kurumlarının internet üzerinden verdikleri en az bir adet hizmeti pilot uygulama olarak IPv6 destekli hale getirmeleri zorunlu.
31 Ağustos 2013'den itibaren ise kamu kurum ve kuruluşları internet üzerinden verdikleri kamuya açık tüm hizmetleri IPv6’yı destekler hale getirecekler.
Çok kısa bir süre sonra IPv6 hayatımızın bir parçası haline gelecek.
8 Temmuz 2012 Pazar
Bedava mı Özgür mü?
Yıllar yıllar önce, okuduğum üniversitede ders kitaplarının hepsi yurt dışında basılmış ingilizce kitaplardı. Haliyle hepsi çok pahalıydı. Her dönem başında ciddi bir masraf kalemiydi bu kitaplar. Zaman şimdiki gibi internetten kitap indirme, kindle'dan okuma zamanı olmadığından (seksenlerin sonu, doksanların başı) kitaptan başka çalışma kaynağı yok gibiydi. Üst sınıflardan kullanılmış kitap almak bir çözümdü ama o keratalar da kitapları çok hor kullandıklarından (nasılsa paraları biz değil, anne babamız veriyordu) pek istenen bir şey olmuyordu kitapları onlardan almak. Kitaplar pahalıydı ama fotokopi ucuzdu yine de. Ama onu da ciltletmek gerekiyordu yoksa rüzgarda dağılıp gitme tehlikesi vardı.
Bir diğer alternatif de orjinalinin aynı gibi olan korsan baskılardan almaktı. Korsan dediysem bunları çoğaltan yine bir üniversite öğrencisiydi. Bütün üniversite genelinde okutulan matematik, fizik gibi derslerden tutun da pek az öğrencisi olan bölümlerin yine az sayıda öğrencisi olan derslerine varana kadar hemen hemen her dersin kitabının aslıyla neredeyse aynı kalitede ofset baskı kopyası elemanda bulunuyordu. Fiyatlar da orjinalleriyle kıyaslanamayacak kadar ucuz oluyordu. Bir şehir efsanesi olarak bu işi yapan çocuğun okuldan isteyerek mezun olmadığı, spor arabalarla gezdiği, çok para kazandığı konuşuluyordu hep.
20.000 civarında öğrencisi olan bir okulda pazar da oldukça büyük olduğundan bu işe heveslenen başka biri daha çıktı ben üçüncü sınıftayken. O tabi bütün kitaplarla birden giremedi piyasaya. İlk olarak bütün birinci sınıfların okumak zorunda olduklar matematik (Calculus) kitabının daha ucuz bir kopyasıyle girdi bu işe. Kitabın aslı 5 birim ise kopya kitap pazarının büyük oyuncusu 2 birime satıyordu onu. Sonradan oyuna dahil olan ise 1 birim fiyatla sürdü onu piyasaya (aradan yıllar geçtiğinden birimlerde biraz oynama olabilir ama hikayenin ruhunu etkilemiyor bu).
Benim bu konudan haberim şöyle oldu: Hemen her köşe başında ellerinde çuvallarla calculus kitabı dağıtan birilerini görmeye başladım. Ben birinci sınıf değilim, ne yapacağım calculus'ü dememe rağmen zorla bedava kitap vermeyi deniyorlardı. Neyse lafı uzatmayayım; zaten birçok kitabı korsan çoğaltan kişi bir rakiple uğraşmak yerine bir dönemliğine sadece bir kitabının karından vazgeçerek rakibini batırdı. Calculus kitabını 1 birime satıp iyi para kazanırım diyenin elinde belki binden fazla kitap kaldı. Muhtemelen ticari hayatının sonu oldu.
Şimdi Ozan Çağlayan'ın blog'unda yazdığı Pardus Macerası yazısının bir bölümüne kulak verelim:
Bir diğer alternatif de orjinalinin aynı gibi olan korsan baskılardan almaktı. Korsan dediysem bunları çoğaltan yine bir üniversite öğrencisiydi. Bütün üniversite genelinde okutulan matematik, fizik gibi derslerden tutun da pek az öğrencisi olan bölümlerin yine az sayıda öğrencisi olan derslerine varana kadar hemen hemen her dersin kitabının aslıyla neredeyse aynı kalitede ofset baskı kopyası elemanda bulunuyordu. Fiyatlar da orjinalleriyle kıyaslanamayacak kadar ucuz oluyordu. Bir şehir efsanesi olarak bu işi yapan çocuğun okuldan isteyerek mezun olmadığı, spor arabalarla gezdiği, çok para kazandığı konuşuluyordu hep.
20.000 civarında öğrencisi olan bir okulda pazar da oldukça büyük olduğundan bu işe heveslenen başka biri daha çıktı ben üçüncü sınıftayken. O tabi bütün kitaplarla birden giremedi piyasaya. İlk olarak bütün birinci sınıfların okumak zorunda olduklar matematik (Calculus) kitabının daha ucuz bir kopyasıyle girdi bu işe. Kitabın aslı 5 birim ise kopya kitap pazarının büyük oyuncusu 2 birime satıyordu onu. Sonradan oyuna dahil olan ise 1 birim fiyatla sürdü onu piyasaya (aradan yıllar geçtiğinden birimlerde biraz oynama olabilir ama hikayenin ruhunu etkilemiyor bu).
Benim bu konudan haberim şöyle oldu: Hemen her köşe başında ellerinde çuvallarla calculus kitabı dağıtan birilerini görmeye başladım. Ben birinci sınıf değilim, ne yapacağım calculus'ü dememe rağmen zorla bedava kitap vermeyi deniyorlardı. Neyse lafı uzatmayayım; zaten birçok kitabı korsan çoğaltan kişi bir rakiple uğraşmak yerine bir dönemliğine sadece bir kitabının karından vazgeçerek rakibini batırdı. Calculus kitabını 1 birime satıp iyi para kazanırım diyenin elinde belki binden fazla kitap kaldı. Muhtemelen ticari hayatının sonu oldu.
Şimdi Ozan Çağlayan'ın blog'unda yazdığı Pardus Macerası yazısının bir bölümüne kulak verelim:
FATİH hakkında hiçbir umut ve gelecek görülmüyorken Pardus Projesi Ekim 2011 sonunda UEKAE’den BTE’ye geçirilip “Fatih için Pardus” olarak yeniden adlandırıldı. Acaba? dedik.Eğer özgür yazılım sadece kapalı kaynak kodlu yazılımların lisans bedeli olmayan alternatifi gibi görülürse tekelci konumunu kaybetmek istemeyen kapalı kaynak kodlu yazılımların lisans bedeli istenmeden, hatta üste para verilerek ortaya çıkması durumunda oynanacak koz kalmamış oluyor maalesef. Özgür yazılım bedavadır evet ama sadece buraya vurgu yapmak özgür yazılım felsefesinin geri kalanından bahsetmemek/anlamamak savaşa girerken en önemli silahları yanına almamak gibi büyük bir hata oluyor.
Birkaç gün sonra ise üst düzey bir yönetici enstitü çalışanları önünde “Microsoft bilgisayar başına 5TL lisans indirimi yapmış, zaten Ulaştırma Bakanı da geçen gün projeyi Microsoft’a vereceğiz dedi bana” gibi profesyonelliğe pek yakışmayan açıklamalarda bulundu.
6 Temmuz 2012 Cuma
Şelaleyi boyamak
Arkadaşım, meslektaşım Enis Karaarslan'ın sitesinde de yayınladığı sorulara verdiğim cevapları buraya da koyayım istedim. Hep bildiğiniz şeyler, yeni birşey yok.
5 Temmuz 2012 Perşembe
Türkiye Debian konusunda ne durumda
Pardus'un paket yönetim sistemi olan pisi yerine Debian'ın paketleme aracı olan dpkg'nin kullanılmasının çokça konuşulduğu bu günlerde ne durumda olduğumuzu bir özetleyeyim istiyorum.
Debian en fazla paketi olan, en fazla çatallanan ve en geniş geliştirici kitlesine sahip dağıtımların en başında geliyor. Bunda bir şüphe yok. Pardus ise sadece sadece kendisinin kullandığı bir paket yönetim sistemi olan pisi'yi kullanıyor. Pisi de bir süredir geliştirilmiyor. İki paket yönetim sistemi pek çok açıdan karşılaştırılabilir ama onu başka bir yazıya bırakarak sıkça seslendirilen Debian konusundaki bilgi birikiminin Pardus'tan çok fazla olduğu söylemi için bir karşılaştırma kriteri sağlayabilmeye çalışacağım. Konu kullanmak değil, geliştirmek ve destek vermek olunca iki kriter var bu karşılaştırma için: geliştirici sayısı ve resmi danışman şirket sayısı.
Konu Pardus'un paket yönetim sistemine karar vermek olunca her iki dağıtımın da resmi deposuna yazma yetkisi olan resmi geliştiricileri karşılaştırmak gerekli. Kaba bir hesapla Pardus svn depolarına başlangıcından bu yana yazma yetkisi almış geliştirici sayısını 200 kabul edebiliriz. Sayının üç aşağı beş yukarı buralarda olduğunu biliyorum. Peki kaç Debian geliştiricisi var ülkemizde? Sadece iki (2). Bunlardan biri Samsun'da öğretim üyesi olan Recai Oktaş, diğeri Yeni Hayat Bilişim Teknolojilerinden Murat Demirten. Bütün dünyada 920 debian geliştiricisi var, bunların sadece 2'si Türkiyede.
Ülkemizde debian developer bolluğu olmadığını gördüğümüze göre bir de destek alınabilecek şirket sayısını karşılaştıralım. Pardus'un sitesinde Pardus Göç Ortakları olarak listelenen sekiz (8) firma mevcut. Debian'ın sitesinde Danışmanlar olarak listelenen firma sayısı ise dört (4). Hem Pardus göç ortağı hem de Debian danışmanı olan tek firma var.
Bu karşılaştırmadan açıkça görülebileceği gibi Pardus'un ve pisi'nin eleştirilebileceği çok alan mevcuttur ama bunlar Türkiye'de Debian'dan daha az geliştiricisinin olduğu veya resmi destek verebilen firma sayısının Debian'dan az olması değildir.
Debian en fazla paketi olan, en fazla çatallanan ve en geniş geliştirici kitlesine sahip dağıtımların en başında geliyor. Bunda bir şüphe yok. Pardus ise sadece sadece kendisinin kullandığı bir paket yönetim sistemi olan pisi'yi kullanıyor. Pisi de bir süredir geliştirilmiyor. İki paket yönetim sistemi pek çok açıdan karşılaştırılabilir ama onu başka bir yazıya bırakarak sıkça seslendirilen Debian konusundaki bilgi birikiminin Pardus'tan çok fazla olduğu söylemi için bir karşılaştırma kriteri sağlayabilmeye çalışacağım. Konu kullanmak değil, geliştirmek ve destek vermek olunca iki kriter var bu karşılaştırma için: geliştirici sayısı ve resmi danışman şirket sayısı.
Konu Pardus'un paket yönetim sistemine karar vermek olunca her iki dağıtımın da resmi deposuna yazma yetkisi olan resmi geliştiricileri karşılaştırmak gerekli. Kaba bir hesapla Pardus svn depolarına başlangıcından bu yana yazma yetkisi almış geliştirici sayısını 200 kabul edebiliriz. Sayının üç aşağı beş yukarı buralarda olduğunu biliyorum. Peki kaç Debian geliştiricisi var ülkemizde? Sadece iki (2). Bunlardan biri Samsun'da öğretim üyesi olan Recai Oktaş, diğeri Yeni Hayat Bilişim Teknolojilerinden Murat Demirten. Bütün dünyada 920 debian geliştiricisi var, bunların sadece 2'si Türkiyede.
Ülkemizde debian developer bolluğu olmadığını gördüğümüze göre bir de destek alınabilecek şirket sayısını karşılaştıralım. Pardus'un sitesinde Pardus Göç Ortakları olarak listelenen sekiz (8) firma mevcut. Debian'ın sitesinde Danışmanlar olarak listelenen firma sayısı ise dört (4). Hem Pardus göç ortağı hem de Debian danışmanı olan tek firma var.
Bu karşılaştırmadan açıkça görülebileceği gibi Pardus'un ve pisi'nin eleştirilebileceği çok alan mevcuttur ama bunlar Türkiye'de Debian'dan daha az geliştiricisinin olduğu veya resmi destek verebilen firma sayısının Debian'dan az olması değildir.
Etkileşimli tahtalarda pratikte sadece Windows var
Geçen hafta bir hışımla gidip F@tih için liselere kurulan etkileşimli tahtalara bakıp Etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian var diye yazmıştım. O zaman amacım Pardus'un paket yönetim sisteminin değişip değişmediğine bakmaktı. Aradan geçen bir haftada bu konuda çokça yazılıp çizildi. Aslında olaya Pardus açısından bakılmadığı zaman 600.000'den fazla sınıfta bir özgür işletim sisteminin çalışması sevinilecek bir şey. Ama eğer gerçekten çalışacaksa!
Pardus'la ilgili getirilen eleştirilerden biri de etkileşimli tahtada boot ekranında (grub ekranında) dokunmatik ekranın çalışmadığı ve sadece öntanımlı işletim sisteminin açıldığı yönündeydi. Bana geçen hafta Pardus'un yeni halini gösteren arkadaş işletim sisteminin kullanılmasına yardımcı olur diye klavye taktığında boot kısmını nasıl geçtiğine dikkat etmemiştim. Pardus'un yapamadığı söylenen işletim sistemi önyükleyicisinde dokunmatik ekranı çalıştırma işini Windows'un o berbat önyükleyicisinin nasıl yaptığına bakmak için bugün tekrar gittim aynı okula.
Sonuç; tam bir hayal kırıklılığı oldu. Etkileşimli tahtalarda Windows'un önyükleyicisinde Pardus'u seçbilmek için mutlaka bir klavye gerekiyor, dokunmatik ekran çalışmıyor o aşamada. Öğretmenlerin yanlarında birer klavye taşımaları mümkün olmayacağından (klavye takılan bölüm de kilitli ayrıca) aslında pratikte Windows'tan başka bir işletim sistemiyle hiç açılmayan tahtaların sayısı hiç de az olmayacak. Benim konuştuğum öğretmenler tahtaları sadece Windows ile açmışlardı.
Bence etkileşimli tahtalarda iki işletim sistemi birden bulundurmanın pratikte hiç faydası yok. İlk sırada hangisi varsa o kullanılıyorsa, ikinciyi açmak için mutlaka kilitli kasayı açıp klavye takmak gerekiyorsa ikinci işletim sisteminin diskte yer kaplamasının ne anlamı var?
Çocuklarımızın üniversiteye kadar bütün eğitim hayatlarında karşılarında duracak tahtada Windows'u görmek zorunda olmaları berbat bir durum bence. Bu tahtalarda tek işletim sistemi olacaksa o Linux olmalı (hangisi olursa olsun windowstan iyidir), iki işletim sistemi olacaksa mutlaka varsayılan olarak Linux'tan açılmalıdır.
Pardus'la ilgili getirilen eleştirilerden biri de etkileşimli tahtada boot ekranında (grub ekranında) dokunmatik ekranın çalışmadığı ve sadece öntanımlı işletim sisteminin açıldığı yönündeydi. Bana geçen hafta Pardus'un yeni halini gösteren arkadaş işletim sisteminin kullanılmasına yardımcı olur diye klavye taktığında boot kısmını nasıl geçtiğine dikkat etmemiştim. Pardus'un yapamadığı söylenen işletim sistemi önyükleyicisinde dokunmatik ekranı çalıştırma işini Windows'un o berbat önyükleyicisinin nasıl yaptığına bakmak için bugün tekrar gittim aynı okula.
Sonuç; tam bir hayal kırıklılığı oldu. Etkileşimli tahtalarda Windows'un önyükleyicisinde Pardus'u seçbilmek için mutlaka bir klavye gerekiyor, dokunmatik ekran çalışmıyor o aşamada. Öğretmenlerin yanlarında birer klavye taşımaları mümkün olmayacağından (klavye takılan bölüm de kilitli ayrıca) aslında pratikte Windows'tan başka bir işletim sistemiyle hiç açılmayan tahtaların sayısı hiç de az olmayacak. Benim konuştuğum öğretmenler tahtaları sadece Windows ile açmışlardı.
Bence etkileşimli tahtalarda iki işletim sistemi birden bulundurmanın pratikte hiç faydası yok. İlk sırada hangisi varsa o kullanılıyorsa, ikinciyi açmak için mutlaka kilitli kasayı açıp klavye takmak gerekiyorsa ikinci işletim sisteminin diskte yer kaplamasının ne anlamı var?
Çocuklarımızın üniversiteye kadar bütün eğitim hayatlarında karşılarında duracak tahtada Windows'u görmek zorunda olmaları berbat bir durum bence. Bu tahtalarda tek işletim sistemi olacaksa o Linux olmalı (hangisi olursa olsun windowstan iyidir), iki işletim sistemi olacaksa mutlaka varsayılan olarak Linux'tan açılmalıdır.
1 Temmuz 2012 Pazar
Pardus Danışma Kurulu ilk toplantısı
29 Haziran'da ULAKBİM'de Pardus Danışma Kurulu toplantısı yapıldı. Toplantıya Mustafa Akgül (STK temsilcisi), Doruk Fişek (çözüm ortakları temsilcisi), Sezai Yeniay (topluluk temsilcisi), Abdullah Arslan (kamu kurumları temsilcisi) ve ben (üniversite temsilcisi) olarak katıldık. Ahmet Kaplan ve Abdullah Erol TÜBİTAK'ı temsilen oradaydılar. Geliştirici temsilciliği konusunda oluşan anlaşmazlık yüzünden bu toplantıya mahsus geliştirici temsilcisinin masada olmamasına karar verildi. Nihat Karslı, Türker Gülüm, Cavit Vural ve Erdinç Gültekin dinleyici olarak salonda bulundular.
Toplantı ULAKBİM müdürü Ahmet Kaplan'ın yaptığı konuşmayla başladı. Ahmet hoca özgürlükiçin forumlarını yakından takip ettiklerini söyledi. Benim toplantıdan bir gün önce yazdığım Pardus'ta pisi yerine deb paketleri kullanılmasını şöyle açıkladı: Vestel ile yapılan çalışmalar sonunda etkileşimli tahtalara kurulan Pardus'larda donma ve çakılma sorunları yaşanmış. Bir buçuk ay kadar uğraşılmasına rağmen sorunların hepsinin üzerinden gelinememiş. Tahtaların bu halleriyle dağıtılması mümkün olmadığından son bir çare olarak debian kurulmuş. Debian zaten her platformda çalıştığı için tahtada yaşanan sorunlar da çözülmüş doğal olarak. Daha sonra Pardus araçlarından taşınabilecek olanları taşımışlar.Yaklaşık 85000 tahta bu şekilde okullara dağıtılmış. Toplam sayının 650000 olması planlanıyormuş. Bundan sonra yapılacak ihalelerde sadece bu yeni Pardus'un kullanılması planlanıyormuş. Bir büyük haber olarak da MSB ile 3 yıllık bakım sözleşmesi yapıldığını ve bir kaç ay içinde Kurumsal 3'ün bütün MSB bünyesinde kullanılmaya başlanacağını söyledi. Ayrıca SGK'nın da Pardus'a geçmek yönünde bir talebi olduğunu söyledi.
Bu açıklamaları Mustafa hoca, Doruk, Sezai ve ben yeterli bulmadık elbette. Bir sorun eğer debian üzerinde çözülebiliyorsa mutlaka Pardus üzerinde de çözülebilirdi diye özetlenebilecek itirazlarımız oldu. Hatta benim 'bu sorunlu tahtalardan birini verin 1 ayda sorununu çözüp getireyim' dememin ardından Doruk'ta benzer bir teklif yaptı. Ama hepimizin bildiği gibi tahtalar memleketin her tarafına dağıtılmış durumda. Hatta MSB ile yapılan anlaşma da bu yeni Pardus üzerinden yapılmış.
Toplantının bundan sonraki kısmında pisi mi deb mi diye konuşmak yerine TÜBİTAK bilim kurulunda görüşülmesinin ardından resmileşecek olan Danışma Kurulu'nun yetki ve sorumlulukları hakkında konuştuk. Yukarıda adı geçen grubun isteği özetle şöyle: 'TÜBİTAK'ın yürürlükte olan anlaşmalarına ters düşmemek kaydıyla Pardus'un tüm sürümleri üzerinde nihai kararları Danışma Kurulu alır.' Eğer TÜBİTAK danışma kuruluna bu yetkiyi vermeyecekse kararları kendi alacak demektir, bizim onayımıza da ihtiyacı olmadığından kurulun bir anlamı olmayacaktır. Bu yetkiyi kullanacağımız belli olduktan sonra Pardus'un devamı ile ilgili konuşmak işe yarayacaktır. İşin doğrusu katılımcıların itiraz edecekleri çokça nokta olmasına rağmen bunları konuşmayı kurulun çerçevesinin belirlenmesinin arkasına bırakmak kolay olmadı.
Madem bir sorunun üzerinden Pardus'la gelinemedi ve Debian kuruldu (bu konudaki itirazımı yukarı yazmıştım), keşke Pardus'un geleceğini ve yapısını etkileyen paket yönetim sistemini değiştirecek karar alınmasaydı da (ben bunun da yapılabileceğini düşünüyorum ama bu haliyle değil elbette) 'F@tih Projesinde Debian kullanılacak' denseydi gibi itirazları konuşmak için bu konuşulacakların bir etkisinin olması lazım diye düşünerek gündemi kurulun yapısıyla sınırlı tutmaya çalıştık.
Pardus'un yarını çalıştayında alınan kararların ardında durması TÜBİTAK için en iyisi olacaktır. TÜBİTAK'ın neredeyse tüm paydaşların temsilcilerinden oluşacak Danışma Kuruluna gerekli yetkiyi cesaretle vermesini ve ortak aklı kullanmasını diliyorum.
Toplantı ULAKBİM müdürü Ahmet Kaplan'ın yaptığı konuşmayla başladı. Ahmet hoca özgürlükiçin forumlarını yakından takip ettiklerini söyledi. Benim toplantıdan bir gün önce yazdığım Pardus'ta pisi yerine deb paketleri kullanılmasını şöyle açıkladı: Vestel ile yapılan çalışmalar sonunda etkileşimli tahtalara kurulan Pardus'larda donma ve çakılma sorunları yaşanmış. Bir buçuk ay kadar uğraşılmasına rağmen sorunların hepsinin üzerinden gelinememiş. Tahtaların bu halleriyle dağıtılması mümkün olmadığından son bir çare olarak debian kurulmuş. Debian zaten her platformda çalıştığı için tahtada yaşanan sorunlar da çözülmüş doğal olarak. Daha sonra Pardus araçlarından taşınabilecek olanları taşımışlar.Yaklaşık 85000 tahta bu şekilde okullara dağıtılmış. Toplam sayının 650000 olması planlanıyormuş. Bundan sonra yapılacak ihalelerde sadece bu yeni Pardus'un kullanılması planlanıyormuş. Bir büyük haber olarak da MSB ile 3 yıllık bakım sözleşmesi yapıldığını ve bir kaç ay içinde Kurumsal 3'ün bütün MSB bünyesinde kullanılmaya başlanacağını söyledi. Ayrıca SGK'nın da Pardus'a geçmek yönünde bir talebi olduğunu söyledi.
Bu açıklamaları Mustafa hoca, Doruk, Sezai ve ben yeterli bulmadık elbette. Bir sorun eğer debian üzerinde çözülebiliyorsa mutlaka Pardus üzerinde de çözülebilirdi diye özetlenebilecek itirazlarımız oldu. Hatta benim 'bu sorunlu tahtalardan birini verin 1 ayda sorununu çözüp getireyim' dememin ardından Doruk'ta benzer bir teklif yaptı. Ama hepimizin bildiği gibi tahtalar memleketin her tarafına dağıtılmış durumda. Hatta MSB ile yapılan anlaşma da bu yeni Pardus üzerinden yapılmış.
Toplantının bundan sonraki kısmında pisi mi deb mi diye konuşmak yerine TÜBİTAK bilim kurulunda görüşülmesinin ardından resmileşecek olan Danışma Kurulu'nun yetki ve sorumlulukları hakkında konuştuk. Yukarıda adı geçen grubun isteği özetle şöyle: 'TÜBİTAK'ın yürürlükte olan anlaşmalarına ters düşmemek kaydıyla Pardus'un tüm sürümleri üzerinde nihai kararları Danışma Kurulu alır.' Eğer TÜBİTAK danışma kuruluna bu yetkiyi vermeyecekse kararları kendi alacak demektir, bizim onayımıza da ihtiyacı olmadığından kurulun bir anlamı olmayacaktır. Bu yetkiyi kullanacağımız belli olduktan sonra Pardus'un devamı ile ilgili konuşmak işe yarayacaktır. İşin doğrusu katılımcıların itiraz edecekleri çokça nokta olmasına rağmen bunları konuşmayı kurulun çerçevesinin belirlenmesinin arkasına bırakmak kolay olmadı.
Madem bir sorunun üzerinden Pardus'la gelinemedi ve Debian kuruldu (bu konudaki itirazımı yukarı yazmıştım), keşke Pardus'un geleceğini ve yapısını etkileyen paket yönetim sistemini değiştirecek karar alınmasaydı da (ben bunun da yapılabileceğini düşünüyorum ama bu haliyle değil elbette) 'F@tih Projesinde Debian kullanılacak' denseydi gibi itirazları konuşmak için bu konuşulacakların bir etkisinin olması lazım diye düşünerek gündemi kurulun yapısıyla sınırlı tutmaya çalıştık.
Pardus'un yarını çalıştayında alınan kararların ardında durması TÜBİTAK için en iyisi olacaktır. TÜBİTAK'ın neredeyse tüm paydaşların temsilcilerinden oluşacak Danışma Kuruluna gerekli yetkiyi cesaretle vermesini ve ortak aklı kullanmasını diliyorum.
28 Haziran 2012 Perşembe
Etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian var
Dün özgürlükiçin forumlarında okuduğum konu doğru mu diye gidip yerinde gördüm. Çanakkale'ye bir buçuk ay önce gönderilmiş olan etkileşimli tahtalardan birine gidip kendim baktım.
Tahtalardaki bilgisayarlar Windows'un önyükleyicisiyle açılıyor. Ardından gelen grub menüsünde Pardus var. Grafik ekranı ilk gördüğümde konuşulanların doğru olduğunu anladım. Firefox yerine Debian'dan tanıdığımız iceweasel vardı. Yine de sizlere göstermek için yukarıdaki ekran görüntüsünü aldım. Masaüstünde Pardus logosunun dışında bir değişiklik yapılmadan doğrudan debian alınmış gibiydi. O nedenle yapılan çalışmaların kodları nerede diye sormak mantıklı gelmiyor bana. Yapılan bir çalışma yok denebilir, logoyu eklemek sayılmazsa tabi.
Pardus'tan pisi'yi ve dolayısıyla comar'ı çıkarınca onları kullanan diğer yönetici ailesinin de kullanılması mümkün olmuyor. Bunların dışında devam ettirilebilecek bir şey var mı, yoksa bu kendi başına bir problem değil mi sorularının cevapları üzerinde de düşünülmesi lazım.
Yarın Pardus danışma kurulu ilk toplantısını yapmadan hepimizin bunu öğrendiği iyi oldu diye düşünüyorum.
Tahtalardaki bilgisayarlar Windows'un önyükleyicisiyle açılıyor. Ardından gelen grub menüsünde Pardus var. Grafik ekranı ilk gördüğümde konuşulanların doğru olduğunu anladım. Firefox yerine Debian'dan tanıdığımız iceweasel vardı. Yine de sizlere göstermek için yukarıdaki ekran görüntüsünü aldım. Masaüstünde Pardus logosunun dışında bir değişiklik yapılmadan doğrudan debian alınmış gibiydi. O nedenle yapılan çalışmaların kodları nerede diye sormak mantıklı gelmiyor bana. Yapılan bir çalışma yok denebilir, logoyu eklemek sayılmazsa tabi.
Pardus'tan pisi'yi ve dolayısıyla comar'ı çıkarınca onları kullanan diğer yönetici ailesinin de kullanılması mümkün olmuyor. Bunların dışında devam ettirilebilecek bir şey var mı, yoksa bu kendi başına bir problem değil mi sorularının cevapları üzerinde de düşünülmesi lazım.
Yarın Pardus danışma kurulu ilk toplantısını yapmadan hepimizin bunu öğrendiği iyi oldu diye düşünüyorum.
27 Haziran 2012 Çarşamba
9 yılın ardından ilk sigara
Yaklaşık dokuz yıl önce (19.07.2003) bırakmıştım sigarayı. Onbir yıla yakın zaman günde bir paketten fazla içtiğim sigarayı bırakmak çok zorlu bir süreç oldu benim için. Ağzımın içi yara oldu, çok zor zamanlardı.
Aradan kısa bir süre geçtikten sonra sigara içme isteği duyduğumu hatırlamıyorum. Belki ilk bir iki ay zor geçti ama ardından sigarasız hayat alıştım kolayca. Sürekli sigarayla oynamaya alışkın bünyenin yeni bir hale uyum sağlaması elbette zor ama nelere alışmıyor ki insan?
Bir şehir efsanesi olarak 'şu kadar zamandır sigara içmiyormuş, bir tane içtikten sonra tekrar başlamış' hikayeleri dinlediğimden dokuz yılda bir tane bile sigara içmemiştim. Geçen haftasonu Bozcaada Özgür Yazılım Günlerinde içtiğimiz kahvenin yanında gelen sigaralardan birini içip kendimi deneyeyim istedim. Eski bir tanıdığa sarılır gibi mi olacak, başımı mı döndürecek merak ediyordum. Elbette severek içtiğim günleri hatırlatacak ve hayatı zorlaştıracak gibi bir endişe vardı ama hep merakla da yaşanmıyor ;)
Sonuç tam bir zafer oldu benim açımdan: sigaranın tadı berbattı, içime çekmeye çalıştığım duman boğazıma bir top gibi oturdu, o berbat kokusu bir gün ağzımdan gitmedi. Sigarayı bıraktım mı, yoka yıllar sürecek bir ara mı verdim sorusunun cevabını bulmuş oldum bu sayede.
FATİH Projesi Bilgi ve İletişim Teknolojileri Çağrı Programı
Bugüne kadar TÜBİTAK proje desteklerinde bir genel çerçeve belirliyor (araştırma projesi, kamu projesi gibi) ve araştırmacıların kendi fikirleriyle başvurmasını istiyordu. Gelen başvurular hakemlerce değerlendiriliyor ve belli miktarlarda destekler veriliyordu. Öncelikli Alanlar Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı ile birlikte başka bir yol denenenmeye çalışılıyor; TÜBİTAK öncelikli gördüğü alanları ve bu alanlar üzerinde hangi konularda projeleri destekleyeceğini açıklayarak doğrudan bu konularda gelecek projeleri destekleyecek.
Bu yazıyı yazarken açık olduğu görülen proje konuları enerji, bor, gıda ve bilgi teknolojileri idi. 25 haziran günü Ankara TÜBİTAK merkez binada bu proje çağrıları hakkında bir bilgilendirme günü düzenlendi. Ben bilgi teknolojileri kapsamında proje çağrısına çıkılan Fatih Projesi hakkında neler istendiğini dinlemek için Ankara'ya gittim. F@tih Projesi ülkemizin geleceğini temelden etkileyecek, değiştirecek bir ulusal proje olduğundan hem proje kapsamında neler yapıldığını hem de 1003 projeleri kapsamında nasıl projeler beklendiğini öğrenmek istedim.
Ülkemizin tüm eğitim sistemini değiştirecek bir proje olan F@tih hakkında herkesin olduğu gibi benim de aklıma takılan, uygun görmediğim taraflar mevcut ama bu yazıyı kendi eleştirilerim yerine proje bilgilendirme gününe ışık tutsun diye yazıyorum. Detaylar yukarıdaki bağlantılarda ayrıntılı olarak mevcut ama ben kendi aldığım notlardan bağlantıda bulunmayanları buraya aktarayım belki katılamayanlar için fikir verir.
Bu yazıyı yazarken açık olduğu görülen proje konuları enerji, bor, gıda ve bilgi teknolojileri idi. 25 haziran günü Ankara TÜBİTAK merkez binada bu proje çağrıları hakkında bir bilgilendirme günü düzenlendi. Ben bilgi teknolojileri kapsamında proje çağrısına çıkılan Fatih Projesi hakkında neler istendiğini dinlemek için Ankara'ya gittim. F@tih Projesi ülkemizin geleceğini temelden etkileyecek, değiştirecek bir ulusal proje olduğundan hem proje kapsamında neler yapıldığını hem de 1003 projeleri kapsamında nasıl projeler beklendiğini öğrenmek istedim.
Ülkemizin tüm eğitim sistemini değiştirecek bir proje olan F@tih hakkında herkesin olduğu gibi benim de aklıma takılan, uygun görmediğim taraflar mevcut ama bu yazıyı kendi eleştirilerim yerine proje bilgilendirme gününe ışık tutsun diye yazıyorum. Detaylar yukarıdaki bağlantılarda ayrıntılı olarak mevcut ama ben kendi aldığım notlardan bağlantıda bulunmayanları buraya aktarayım belki katılamayanlar için fikir verir.
- TÜBİTAK bu proje çağrısında kurumların birlikte çalışmasına büyük önem veriyor. Üniversitelerin firmalarla işbirliği yapması ve ortaya mutlaka ürün çıkması isteniyor.
- Yeni kurulan üniversitelere öncelik verilmesi planlanıyor.
- Proje çağrısı kapsamında hazırlanacak tekliflerde iki önemli kriter olduğu altı çizilerek vurgulandı. Yüksek bantgenişliği isteyen proje tekliflerine ve okulların WAN bağımlılığını arttıran uygulamalara sıcak bakılmadığı söylendi.
- Fatih kapsamında satın alınacak tabletlerin yerli üretim olmasını istedikleri ve sonuçta 2 firmadan tablet alımı yapılacağı söylendi.
- Tablet alımının bu yıl kısıtlı miktarda yapılacağı, gelecek yıl tüm ülkeyi kapsayacak ihalenin gerçekleştirileceği söylendi.
- Özel eğitim gerektiren öğrencilere yönelik uygulamalara duyulan ihtiyaç vurgulandı.
- Fatih kapsamında arama motorlarına duyulan ihtiyaç anlatıldı. Yapılan aramaların mümkün olduğunca dikey (önce okulda, sonra bölge merkezinde, daha sonra merkezde) arama yapmasını istediklerini söylediler.
- Kablosuz erişim noktaları için yönetim yazılımı isteniyor.
- Tabletlerde ve etkileşimli tahtalarda kamera olmayacak. Öğretmenlerin tabletlerinde kamera olacak. Yazılacak uygulamalarda buna dikkat edilmesi lazım.
- Ben tahta ve tabletlerde hangi işletim sistemleri olacağını sordum. Etkileşimli tahtada mutlaka Pardus olacağı, Windows'un belki olabileceği söylendi. "Yazacağınız uygulamalar mutlaka bu iki işletim sisteminde de çalışmalı" diye özellikle vurgulandı.
- Tabletler üzerinde deneme süresince Android ve Windows olacağı, daha pardus'un tablet sürümü hazırlanınca onun da tabletler üzerinde koşmasını planladıklarını söylediler.
- Proje çağrısında başvurulacak alanların sınırları çok katı çizilmiş gibi görünse de bunların dışında gelecek parlak fikirlere de açık olduklarını söylediler.
- Tabletlerde 3G modemler olması konusunda görüşmelerin olacağından bahsedildi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Ahmet Göksu - Native Graphics Backend for FreeType Demos on macOS Ali Haydar - Implementation of a g-k ...
-
İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...
-
Bu yıl kabul edilen bizim çocuklar: Bora Sabuncu - Remote Control Emre Çelikten - Web Data Collection for Language Modeling Gökçen Eras...