28 Ağustos 2012 Salı

Atletizmde ne durumdayız? - 2

Bu yazının ilk bölümünde atletizmde erkeklerde ne durumda olduğumuzu Olimpiyat dereceleri ile kıyaslayarak özetlemeye çalışmıştım. Kadınlar erkeklerden farklı olarak pentatlon yerine heptatlon'da yarışıyorlar ve 50km yürüyüş yarışmaları yok. Bu 23 alanda ne durumda olduğumuza sırasıyla bakalım.
  • 100m: Türkiye rekoru 2001'de Nora Güler tarafından 11:25 ile kırılmış. Olimpiyat finalinde sekizinci olan atlet 11:01 koştu. Dünya rekoru 1988'de 10:49 koşan efsane sporcu Florence Griffith Joyner'a ait.
  • 200m: Türkiye rekoru 100m'de olduğu gibi Nora Güler'e ait. Bu rekor 2002'de kırılmış: 22:71. Final koşan tüm atletler daha iyi dereceler koşmuşlar. Dünya rekoru 100m'de olduğu gibi Florence Griffith Joyner'un Seul olimpiyatlarında koştuğu: 21:34.
  • 400m: Türkiye rekorunu Pınar Saka geçen yıl 51:53'e taşımış. Bu yıl olimpiyatta 52:38 koşabilen Pınar finale kalamadı. Finalde 51 saniyenin üzerinde koşan olmadı. Dünya rekoru 1985'te 47:60 koşan müthiş atlet Marita Koch'a ait.
  • 800m: Türkiye rekoru bu yıl 2:00:23 koşan Merve Aydın'ın oldu. Merve olimpiyat koşusunda sakatlanmasına rağmen yarışı ağlayarak tamamlamıştı ama en iyi derecesini yapması bile onun finalde kimseyi geçmesine yetmeyecekti. 1983 yılında Jarmila KRATOCHVILOVA tarafından kırılan dünya rekoru yaklaşık 30 yıldır geçilemiyor 1:53:28.
  • 1500m: Türkiye rekoru 2003'te Süreyya Ayhan'ın koştuğu 3:55:33. Türk atletizminde bir dönüm noktası olan Süreyya Ayhan'ın açtığı yoldan koşan iki kızımız Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut ilk iki sırayı aldılar olimpiyat finalinde. Dünya rekoru 3:50:46 ile Qu Yunxia'ya ait. Ülkemizdeki bir çok kızımızın hayatını değiştirebilecek bir model olarak kullanabileceğimiz Süreyya'yı hiç kullanamıyor olmamıza sanki kendi kızımmış gibi üzülüyorum.
  • 5000m: Türkiye rekoru 14:24:68 ile Elvan Abeylegesse'ye ait. Elvan bu derecesini 2004'te yapmıştı. 2000, 3000, 5000, 10000 ve yarı maraton rekorlarının sahibi elvan sakatlığı nedeniyle Londra olimpiyatlarına katılamadı. Bu mesafede koşan kızımız Dudu Karakaya ise 29. olabildi. Altın madalyayı alan Meseret Defar 15:04:25 koştuğundan eski formunda bir Elvan altın madalya alabilirdi. Dünya rekoru ise 14: 11:15 ile Tirunesh Dibaba'nın.
  • 10000m: Elvan'ın bu mesafedeki Türkiye rekoru aynı zamanda hala Avrupa rekoru olan dört yıl önce koştuğu 29:56:34. Birinci 30:20:75 ile Elvan'ın en iyi derecesine yakın koştu. Dünya rekoru ise 1993'te 29:31.78 koşan Junxia Wang'a ait.
  • Maraton: Kadınların en uzun pist yarışında Türkiye rekoru bu yıl 2:25:09 koşan Sultan Haydar'ın. Sultan bu derecesini olimpiyatta koşabilse 7. olabilirdi ama 2:38:26 koşunca 72. oldu. Bahar Doğan 63., Ümmü Kiraz 89. olarak yarışı tamamladılar. Bu mesafenin dünya rekoru 2003'te 2:15:25 koşan Paula Radcliffe'ye ait.
  • 3000m Engelli: Türkiye rekoru bu yıl 9:13:53'le Gülcan Mıngır'a ait. Gülcan olimpiyatta 9:47:35 koştuğundan 28. olabildi. Onunla beraber Özlem Kaya 40., Binnaz Uslu 44. olabildiler. Gülcan en iyi derecesini tekrarlayabilse 6. olabilirdi. Dünya rekoru 8:58:81.
  • 100m Engelli: Bu mesafe daha önce hiç sporcumuzun olmadığı bir alanken aynen Süreyya'nın 1500 metrede yaptığı gibi bireysel çabasıyla bir kızımız, Nevin Yanıt, beklenenin çok üzerinde bir başarı ivmesi yakaladı. Nevin olimpiyatta kendi en iyi derecesini ve Türkiye rekorunu yenileyerek 12:58 ile 5. oldu. Yrışta dördüncü ile aynı dereceyi yapmış bu sporcumuzdan madalya alamadığı için hiç bahsedilmemesi başarıyı sadece madalyaya indekslemenin açık göstergesiydi. Madalya elbette önemli ama rekabetin en yoğun olduğu kısa mesafe yarışlarında böyle bir başarıyı mümkün olduğunca takdir etmek ve onu örnek gösterip bir çok insanın hayatını değiştirmek mümkün iken bu fırsat da kaçırıldı. Bu mesafenin 12:21 olan dünya rekoru 1988'den bu yana kırılamıyor.
  • 400m Engelli: 55:09'luk derecesiyle Türkiye rekortmeni olan Nagehan Karadere olimpiyatta hatalı çıkış yüzünden diskalifiye edildi. Geçen yıl koştuğu en iyi derecesi onu olimpiyat 7.si yapabilirdi. Dünya rekoru 2003'te koşulan 52:34.
  • Yüksek Atlama: Türkiye rekorunu geçen yıl 1.94m yapan Burcu Ayhan hepimizi şaşırtarak olimpiyat finaline kaldı. Finalde 1.89 atladı ve 12. oldu. 1987'de 2.09m atlayan Stefka KOSTADINOVA'nın derecesi aradan geçen bunca yılda geçilemedi.
  • Sırıkla Atlama: Türkiye rekoru Tatiana Köstem'in 2000 yılında atladığı 4.20m. Bu branşta neredeyse hiç olmadığımız katılan hemen hemen bütün sporcuların ülke rekorumuzun üzerinde atlayış yapmasından belli olacaktır sanırım. Dünya rekoru ise bu alanın efsane kadını Elena Isınbaeva'ya ait: 5.06m.
  • Uzun Atlama: Türkiye rekorunu 2009'da 6.87m ile kıran Karin Melis Mey, bu derecesini yapsa 5. olabilecekken finalde geçerli atlayış yapamadı. Dünya rekoru 1987'de 7.52 atlayan Galina CHISTYAKOVA'ya ait.
  • Üç Adım Atlama: Çağdaş Aslan geçen yıl Türkiye rekorunu 13.69m ile egale etti. Bu derece olimpiyatta ancak 23. olabilirdi. Dünya rekoru 1995'te 15.50m atlayan Inessa KRAVETS'in.
  • Gülle Atma: Türkiye rekoru 1999'da Svetla Sınırtaş tarafından 17.76 ile kırılmış. 13 yıl önce yapılmış bu derece olimpiyatta 19. olabilirdi. Dünya rekoru 1987'de 22.63m atan Natalya LISOVSKAYA'ya ait.
  • Disk Atma: Aynen gülle atmada olduğu gibi disk atma rekorumuz da 1999'dan kalma; Oksana Mert 64.25m. Bu kadar eski olmasına rağmen olimpiyatta 6. olabilecek bir derece olduğunu da hatırlatmakta fayda var. Dünya rekoru 1988'de 76.80m atan Gabriele REINSCH'e ait.
  • Çekiç Atma: Bu atma branşının rekoru bu yıl Tuğçe Şahinoğlu tarafından 74.17 ile yenilenmiş. Tuğçe bu atışı olimpiyatta yapsa 5. olabilirdi. Yarışmaya katılan kızımız Kıvılcım Kaya ise 69.50m ile 15. olabildi. Dünya rekoru 79.42m.
  • Cirit Atma: Bu branşta da 2000'de Aysel Taş'ın attığı 56.90'ın üzerine çıkılamamış. Olimpiyat finaline kalamayacak bir derece olduğunu da yazmış olayım. Dünya rekoru 72.28.
  • Heptatlon: Kadınların en zorlu yarışması olan yedili yarışmada en yüksek derecemiz 2000 yılında Anzhela Kinet tarafından yapılan 6076 puanın üzerinde derece yapılamamış. Bu derece olimpiyatta ilk 20'ye girecek bir derece değil. Dünya rekoru ise 1988'de hayranlıkla seyrettiğimiz Jackie JOYNER-KERSEE'nin 7291 puanı.
  • 20km Yürüyüş: Yol yürüyüşlerinin bütün mesafelerinin rekortmeni Yeliz Ay ike sadece 20km yürüyüş rekoru geçen yıl Semiha Mutlu tarafından 1:44:16 ile kırılmış. Olimpiyatta en iyi derecesini yapan Semiha 47. olabildi. Altın madalyayı alan sporcu aynı zamanda dünya rekorunu da 1:25:02'ya çekti.
  • 4x100: Türkiye rekoru geçen yıl koşulan 44:71. Bu derece olimpiyata katılan bütün ülkelerin derecelerinden daha kötü bir derece ama zaten 100m konusunda kötü olduğumuzdan kimseyi şaşırtan bir durum değil bu. Birinci olan Amerika 40:82 ile dünya rekoru kırdı.
  • 4x400: Geçen yıl 3:29:12 koşan milli takımın derecesi olimpiyata katılmaya yeterli olmamasına rağmen organizasyon komitesi tarafından davet edilen milli takımımız 3:34:71 koşarak sonuncu oldu. Sovyetler Birliğinin 1988 Seul olimpiyatlarında yaptığı 3:15:17'lik dereceye yaklaşmak hala çok kolay görünmüyor.
Olimpiyat gibi büyük bir yarışmada spocuların sınırlarını zorlamaları, en iyisini yapmaya çalışmaları onları her zaman başarıya götürmeyebiliyor. Hatalı çıkışlar, faullü atlayış ve atışlar bu yoğun istekten kaynaklanıyor çoğu kez. Bir de bu büyük arenada yarışmanın heyecanı hesaba katılınca zaten çok yarışa katılmayan sporcularımızın durumlarını anlamak daha kolay olur herhalde.

Erkeklerde ve kadınlarda uluslararası bir büyük başarı elde etmeyen hiç bir sporcumuzun adını bilmiyor olmamız bence neden başarısız olduğumuz konusunda bize ışık tutabilir. Hiç uzun atlama Türkiye rekoru kırıldı diye bir haber duyan var mı? Sporcularımızın gelişimini sağlamak ve bunu duyurmak sadece o sporcular için değil onları örnek alacak gençlerin gelecekleri açısından da çok önemli olacaktır.

Atletizmde ne durumdayız?

Olimpiyatlarda erkek sporcularımızın atletizmde hiç madalya alamamış olması kanıksadığımız bir şey olsa da acaba bu ülkede yapılmış en iyi dereceler olimpiyatta tekrarlansa bile madalya alamayacak mıydık diye düşünmeden edemiyor insan. Olimpiyatlar sırasında konuştuğum arkadaşlarım Murat Soysal ve Fatih Özavcı'nın da meraklarını gidermek için Atletizm Federasyonunun verilerini Olimpiyat dereceleri ile karşılaştırmaya karar verdim. Erkekler 24 farklı alanda yarışıyorlar.
  • 100m: Bütün atletizm yarışmaları arasında en çok ilgi çeken, dünyanın en hızlı adamlarının yarışında Türkiye rekoru İzzet Safer'e ait: 10:37. Olimpiyat finalinde 10 sakatlanan Asapa Powell haricinde 10 saniyenin üzerinde koşan olmadı.
  • 200m: Türkiye rekoru İzzet Safer'e ait: 20:86. 100 ve 200m rekorlarının bu yıl içinde kırılmış olması sevindirici olsa da final yarışındaki tüm sporcular bizim rekorun altında koşmuşlar.
  • 400m: Türkiye rekoru geçen yıl Mehmet Güzel tarafından kırılmış: 46:18. Olimpiyat finalinde 45 saniyenin üzerinde sadece bir kişi koştu, o da bizim rekordan bir saniye daha iyi.
  • 800m: Türkiye rekoru 2004'te Selahattin Çobanoğlu tarafından 1:46:92 ile kırılmış. Müthiş bir dünya rekoru kırıldığı final yarışında 1:44'ün üzerinde koşan atlet olmadı.
  • 1500m: Türkiye rekoru İlham Tanui Özbilen tarafından bu yıl kırılmış 3:33:32. İlham Olimpiyatta finalde de koştu ve 8. oldu. Altın madalyayı alan atletin 3:34:08 koştuğu düşünülünce İlham'ın derecesi daha iyi değerlendirilebilir. Dünya rekoru bu mesafede çok uzaklarda 3:26:00.
  • 10000m: Türkiye rekoru geçen olimpiyatta Selim Bayrak tarafından kırılmıştı: 27:29:33. Olimpiyatlarda en iyi derecesini koşan Polat Kemboi Arıkan 27:38:81 ile 9. oldu. Eğer Selim bu yarışta koşmuş ve en iyi derecesini tekrarlamış olsaydı altın madalyayı alabilirdi. Kenenisa Bekele'nin 26:17:53'ü ise çok uzaklarda.
  • Maraton: Türkiye rekoru 1987'de şimdi Atletizm Federasyonu başkanı olan Mehmet Terzi tarafından 2:10:25 ile kırılmış. 25 yıldır geçilemeyen bu derece bu yıl tekrarlanabilse dördüncü olabilirdi. Dünya rekoru 2:03:38 ile geçen yıl yenilenmişti.
  • 3000m Engelli: Türkiye rekoru bu yıl Tarık Langat Akdağ tarafından 8:17:85'e geliştirildi. Tarık olimpiyatlarda da final koştu ve 9. oldu. Altın madalya 8:18:56 ile alındı. Dünya rekoru ise 2004'te koşulan 7:53:63.
  • 110m Engelli: Türkiye rekoru 14:03 ile Çağlar Kahramanoğlu'na ait. Olimpiyat finalinde 14 saniyenin üzerinde koşan atlet olmadı. Dünya rekoru 4 yıl önce 12:87 ile kırılmıştı.
  • 400m Engelli: Türkiye rekoru 2 yıl önce 50:13 koşan Tuncay Örs'e ait. Olimpiyat finalinde 50 saniyenin üzerinde koşan atlet olmadı. Dünya rekoru 20 yıldır geçilemeyen 46:78.
  • Yüksek Atlama: Türkiye rekoru 10 yıl önce 2.26m atlayan Metin Durmuşoğlu'na ait. On yıldır tekrarlanamayan bu atlayış olimpiyat finalinde gerçekleştirilmiş olsa 9. olabilirdi. Olimpiyat şampiyonu 2.38m atladı. Bu dalın efsanevi atleti Kübalı Javier Sotomayor 19 yıl önce 2.45m atlamıştı ve hala geçilemedi.
  • Sırıkla Atlama: Türkiye rekoru 2000 yılında altadığı 5.70m ile Ruhan Işım'a ait.Bu atlayışın yedinci olabileceği bu olimpiyat finalinde 6 metre geçilemedi ve 5.97m ile olimpiyat rekoru kırıldı. Dünya rekoru ise sırıkla atlama diyince akla gelen ilk isim olan Sergey Bubka'ya ait: 6.14m. Bu rekor da 18 yıldır yenilenemiyor.
  • Uzun Atlama: Türkiye rekoru 2000'de 8.08 atlayan Mesut Yavaş'a ait. Bu derece olimpiyat finalinde altıncı olabilirdi. Altın madalyayı 8.31m'lik atlayış alırken dünya rekoru 21 yıl önce 8.95m atlayan Mike Powell'in.
  • Üç Adım Atlama: Türkiye rekoru 2003'te Berk Tuna tarafından 16.67m ile kırılmış. Bu derece olimpiyat finalinde 11. sırada olabilirdi. Birinci 17.81m atladı, dünya rekoru ise 1995'te 18.29 atlayan Jonathan Edwards'ın.
  • Gülle Atma: Türkiye rekoru bu yıl 20.42 ile Hüseyin Atıcı'nın oldu. Bu derece 11. olabilirdi, birinci olan sporcu 21.89 attı. Dünya rekoru 1990'da 23.12 atan Randy barnes'a ait.
  • Disk Atma: Türkiye rekoru olimpiyatlara da katılan Ercüment Olgundeniz'in derecesi: 67.50. Ercüment finale kalamadı ama en iyi derecesini tekrarlasa 4. olabilirdi. Altın madalya 68.27m'lik atışla alındı. Bu dalın dünya rekoru en uzun süredir kırılamayan rekorlardan biri; 1986'da 74.04m atan Jurgen Schult'a ait.
  • Çekiç Atma: Türkiye rekoru 81.45m ile Atina olimpiyatlarında bronz madalya alan Eşref Apak'ın 2005'deki derecesi. Eşref bu olimpiyatta finale kalamadı ama altın madalya 80.59'la kazanıldı. Eşref en iyi derecesini tekrarlayabilseydi birinci olabilirdi. Dünya rekoru 1986'da 86.74m atan Yuriy Sedykh'nin.
  • Cirit Atma: Türkiye rekoru bu yıl 85.60m atan Fatih Avan'a ait. Altın madalya 84.58m ile alındı, yani Fatih bu yıl içinde attığı dereceyi burada tekrarlasa altın madalyanın sahibi olabilirdi. Dünya rekoru çok uzaklarda: 1996'da 98.48m atan efsane atlet Jan Zelezny'ye ait.
  • Dekatlon: En zorlu yarışmala olan bu dalda Türkiye rekoru 7757 puan'la Alper Kasapoğlu'na ait. Rekorun 1996'dan bu yana kırılamadığını da not düşmüş olayım. 16 yıldır geçilemeyen bu derece olimpiyat finalinde 26 sporcu arasında ancak 22. olabilirdi. Dünya rekoru bu olimpiyatı da kazanan Ashton Eaton'a ait: 9039 puan.
  • 20km Yürüyüş: Türkiye rekoru son dönemlerin en iyi yürüyüşçüsü olan Recep Çelik'in 1.22.31'lik derecesi. Bu derece olimpiyat finalinde ancak 23. olabilirdi. Dünya rekoru 2007'de Viladamir Kanaykin tarafından 1:17:16 ile kırılmış.
  • 50km Yürüyüş: En uzun mesafeli atletizm yarışması olan bu dalda Türkiye rekoru 10 yıl önce 4:51:49 ile Hakan Çalışkan tarafından yürünmüş. Olimpiyatta 4:15'in üzerinde bir derceyle yarışı bitiren olmadığı gibi dünya rekoru da 3:34:14.
  • 4x100: İki bayrak yarışından biri olan 4x100'de Türkiye rekoru geçen yıl 39:81'e geliştirilmiş. 100m yarışlarındaki sporcularımızın dereceleriyle orantılı olarak bu alanda hiç yokuz denebilir. Olimpiyat finalini bitiren son takım 38:43 koştu. Birinci olan Jamaika takımı ise müthiş bir yarış koşarak 36:84 ile dünya rekoru kırdı.
  • 4x400: Türkiye rekoru geçen yl koşulan 3:03:92. Bu olimpiyatta yedinci olan Küba'nın derecesine oldukça yakın. Dünya rekoru 1993'te 2:54:29'la Amerika takımı tarafından kırılmış.

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Nasıl bir Bilgisayar Mühendisleri Odası?

Hep örgütlülükten yana olmuşumdur. İster Türk Tabipleri Birliği gibi meslek örgütü, isterse Salihli Kanarya Sevenler Derneği gibi hobi amaçlı olsun insanların bir araya gelmelerinde büyük faydalar olduğunu düşünüyorum. Örgütlülük sevilen şeylerden daha fazla keyif almayı sağladığı gibi sorunları birlikte çözmeye çalışmak da bireysel hareket etmekten daha verimli olacaktır.

Aynı mesleği yapan insanların bir araya gelmelerinde, çalışma şartlarını iyileştirmeye çalışmalarında, yaptıkları işlere standart getirmelerinde, meslek içi eğitimlerle gelişmeleri takip etmelerinde, mesleğin eğitiminin daha kaliteli verilmesi için baskı oluşturmalarında ciddi faydalar olduğu herkesçe açıktır sanırım. Bir mesleğin mensuplarının sorunlarını çözmeye çalışmak yerine başkalarının bunu yapmasını beklemeleri akıllıca olmaz elbette.

Ülkemizde çokça meslek örgütü var ve bunlara üyelik çoğu durumda zorunlu. Örneğin bir berber dükkanı açacak olusanız Usta belgesine sahip olmanız ve Berberler Odasına üye olmanız bir zorunluluk. Ama bir eczane açacaksanız Türk Tücaret Kanununa göre eczanelerin ticari işletme, eczacıların ise tacir niteliğinde olduklarından eczanelerin ticaret odalarına kayıt olma zorunluluğu bulunmuyor. Tabi bu eczane açmak için neden 5 yıl üniversite okumak gerektiği sorusunu beraberinde getiriyor ama o konuda daha önce yazdığımdan tekrar etmek istemiyorum. Hepimizin bildiği gibi tıp fakültesini bitirmeden doktorluk yapmak mümkün olmadığı gibi bir makine mühendisinin denetiminden geçirmeden doğal gaz hattı çektirmek veya hukuk fakültesinden mezun olmadan avukatlık yapmak da mümkün değil.

Aynı meslek kolunda çalışanların farklı örgütlenme modelleri var. Yaygın ve etkin oluşumlardan biri sendikalar. Bir sendikaya üye olmak için sendikanın faaliyet alanındaki iş kolunda çalışmak yeterli oluyor. Örneğin ziraat fakültesinden mezun ama sınıf öğretmenliği yapıyorsanız eğitim sendikalarından herhangi birine üye olmanızda bir problem olmadığı gibi istediğiniz zaman ayrılmanız da mümkün. Diğer bir örgütlenme modeli olan oda ise sendikadan oldukça farklı. Örneğin yeni kurulan Bilgisayar Mühendisleri Odasına ancak Bilgisayar Mühendisliği, Bilgisayar Bilimleri Mühendisliği, Bilgisayar ve Enformasyon Mühendisliği, Bilişim Sistemleri Mühendisliği, Kontrol ve Bilgisayar Mühendisliği ve Yazılım Mühendisliği lisans mezunları üye olabiliyor. Diğer odalarda olduğu gibi BMO'dan da istifa etmek mümkün değil.

Bilgisayar mühendisleri yakın zamana kadar EMO'nun altında Meslek Dalı Komisyonunda temsil ediliyorlardı. Bir odaları olmaması hiç bir işlerini yapmalarına engel olmuyor olsa bile sürekli odalarının olmadığından dert yandıklarını katıldığım her toplantılarında görüyordum. Son dönemde iki ayrı grup BMO'nun kuruluşu için çaba gösterdi. Bunlardan ilki EMO'nun içinde örgütlenmiş olan ve onun kültürünün devamı olacağını gösteren bir ekipti ve sonunda onların EMO içinde sürdürdükleri hareketle bilgisayar mühendisleri EMO'dan ayrıldı ve BMO kuruldu. Bir de Facebook ve kendi sitelerinde bir araya gelen 15K'dan fazla mühendisin oluşturduğu dinamik bir grup daha mevcut. Akademik Bilişim, Linux ve Özgür Yazılım Günleri gibi organizasyonlardaki toplantılara EMO'nun desteğiyle katılan ilk grubun yanında/karşısında her zaman kendi insiyatifleriyle gelen ikinci gruptan katılımcılar da oluyordu.

Sonuçta Mart ayında EMO'nun aldığı kararla BMO'nun kurulmasına karar verildi. Peki BMO hangi derde derman olsun diye kuruldu? Bunun için birlikte Bilgisayar Mühendisleri Odası Kuruluş Raporuna bakalım. Bu raporu hazırlayanlar yukarıda bahsettiğim ilk grubun üyeleriydi. İyi niyetlerinde şüphe etmesem de doğru problemleri teşhis etmediklerinden doğru çözümleri bulamayacaklarını düşünüyorum.BMO'nun kurulmasına gerekçe olarak gösterilen 5 ana madde var:

  • Meslek haklarında yaşanan tahribat
Dört yıllık mühendislik eğitimine karşılık sertifikalar sunuluyor, bunun sonucu olarak bilgisayar mühendislerinin meslek alanında diğer mühendisler ve hatta mühendislik dışı alanlardan insanlar çalışıyor. Esnek/fazla mesai ile çalıştırılıyoruz, mühendislik dışı alanlarda çalıştırılıyoruz.

Bu şikayetleri bir ara çok konuşulan 'mankenler şarkı söylemesin/oyunculuk yapmasın' serzenişlerine benzetiyorum ben. Bilişim sektörü çok geniş bir yelpazeden oluştuğundan bilgisayar mühendisliği eğitiminde her konuyu derinlemesine öğretmek mümkün değil. Zaten sektördeki değişim o kadar hızlı ki 4 yıllık eğitimde öğrendiklerinizin 1/3'ü mezun olduğunuzda geçerliliğini yitirmiş oluyor. Hal böyle olunca üniversite dışında/sonrasında eğitimler olması ve bu eğitimlere bilgisayar mühendisliğinde lisans okumamış olanların da katılması çok normal. Aslında belgede geçen 'bilgisayar mühendislerinin meslek alanı'nın ne olduğu tarif edilmiş olsa buraya söylenecek çok şey var ama tarifi yok bu alanın. Katıldığım toplantılarda aldığım cevaplarında tatmin edici olmadığını söyleyebilirim.

Yaklaşık 15 yıldır bilgisayar mühendisliği bölümünde öğretim elemanı olarak çalışıyorum. Matematik bölümünden mezunum. Bilgisayar mühendisliğinde yüksek lisans yaptım (devamı da var ama konuyla ilgisiz). Bu süre içinde sadece bilgisayar mühendisliği okumuş birinin yapabileceği/ yapması gereken bir iş duymadım, görmedim. Bilen, duyan varsa yorum olarak yazarsa sevinirim. Günümüz bilişim dünyasında bir işi kim iyi yapabiliyorsa onun işe alınmasında ne problem var ben anlamıyorum. Üniversite yaşına gelmemiş gençlerin bile neler yapabildikleri ortadayken, kendini alanında yetiştirmiş bir hekim, iktisatçı, öğretmen veya müzisyen bilişim alanındaki hangi işi yapmaya yeterli görülmeyecek? Yukarıdaki maddeyi yazan arkadaşlar Linux çekirdeğini geliştirenlerin mesleklerine baksalar fikirleri değişebilir diye düşünüyorum.

Esnek/fazla mesai ise bizim mesleğin doğasında var. Özellikle canlı sistemlerde çalışanlar değişiklikleri sistemlerin en az kullanıldığı zamanlarda yapmak zorunda kalıyorlar, bu da normal mesai saatlerinin dışına taşıyor ister istemez. Bütün bilişim camiasının böyle sıkı bir disiplinle çalıştığını söylemek de doğru olmaz bence. Bilişim camiası için sorun fazla mesai/esnek çalışma saatleri değil bunun karşılığını alamamak olmalı. 
  • Meslek alanında yaşanan tahribat
Bilgisayar mühendisliği sadece yazılıma indirgenmiş, tasarım, denetim ve proje yönetimi kişilerin yeteneğine bırakılmış. Ülkemizin bilişim politikası yok.

Ülkemizin bir çok konuda olduğu gibi bir bilişim politikasının da olmadığı bir gerçek ama bu konuda neden bilişim sektöründe çalışanların örgütlenmesinin değil de sadece bilgisayar mühendislerinin örgütlenmesinin söz sahibi olması gerektiği belirsiz.
  • Mesleki denetim ve mühendislik yetkisi
Hizmet ve ürünler mühendislerin kontrolünde değil. Bilgisayar mühendislerin yetkilendirilmesi yok.

Burada istenilen şey de maalesef gıda sektörünün gıda mühendisi çalıştırması veya akvaryumcuların veterinerlerle anlaşması olması gibi bir durum. İmza yetkisinin cazibesine kapılanların bilişim camiasının büyük resmini göremediklerini düşünüyorum. Şu an zaten yaptıkları işin altına isimlerini yazabiliyorlar ama onların istediği sadece onların bunu yapabiliyor olması.

Sektörde yanyana çalıştıkları bilgisayar mühendisi olmayan meslektaşlarının yapamayacakları, sadece kendilerinin yapabilecekleri bir şey olmadığının aslında onlar da farkında olmalılar ama o vakit akıllarını kurcalayan 'biz boşuna mı okuduk peki?' sorusuna cevap bulamıyorlar. Hatalı soru sorup doğru yanıtı bulmak mümkün olmadığı için bu soruda takılıyorlar bence. Örneğin piyasadaki edebi eserleri sadece Türk Dili ve Edebiyatı mezunları mı yazıyor? Yazmıyorlarsa en azından onlardan biri denetliyor mu? Yayınevlerinin veya gazetelerin bir Türk Dili ve Edebiyatı mezunu çalıştırma zorunlulukları var mı? O zaman boşuna mı okuyor bu insanlar? Bir inşaat mühendisi roman yazabiliyor (Oğuz Atay), olimpiyat anlatabiliyor (Nejat Kök) ama bilişim sektöründe iş yapamasın deniyor.

Üniversite eğitimi ile alanlarında donanımlı bireyler olacaklarını ama başkalarının da dışarıdan bu işi yapabilecekleri gerçeğini kabul ettiklerinde hayat onlar için daha kolaylaşacak gibi geliyor bana.
  • Mühendislik eğitimi ve meslek içi eğitim
Bilgisayar mühendisliği bölümü açmak için gerekli şartlar tanımlanmamış, bölümlerin kontenjanları yüksek, öğrenciler yeterli donanımla mezun edilemiyor, öğrenciler sektöre ucuz iş gücü olarak sunuluyor, ihtiyaç fazlası bilgisayar mühendisi piyasada fiyat kırılmasına neden oluyor. Uzaktan eğitimle bilgisayar mühendisliği diploması veriliyor.

Yaklaşık 15 yıldır üniversitede çalışan biri olarak üzerinde konuştuğumuz belgeyi yazan arkadaşları üniversitelerdeki sorunlar hakkında fazlasıyla destekliyorum. Sorunları doğru formüle edemediklerini düşünsem de üniversitelerin ciddi problemleri olması konusuna birşey demem mümkün değil. Bütün üniversitelerde geçerli bilgisayar mühendisi olmak için başarıyla geçilmesi gereken dersler diye bir kriter yok. Üniversitelerin ders programları ortada, merak eden açıp bakar. Bütün bilgisayar mühendisliği programlarında ortak anlatılan ders miktarı bir mesleği tanımlamaya yeterli değil bence. Bu konuyla ilgili ayrıntılı bir yazı hazırlıyorum.

Akademik kadro yetersizliği konusunda da haklılar. Bunun sorumlusunun üniversitelerdeki çalışma şartları olduğunu söylemeden de geçmek istemiyorum. Hangi üniversiteden mezun olursa olsun yeni mezun bir bilgisayar mühendisine 7 yıl boyunca (2 yıl yüksek lisans + 5 yıl doktora) ayda 2000tl maaşla bir iş önerirseniz kabul eder mi? Dikkat edin bu başlangıç maaşı değil, 7 yılda ortalama alacağı maaş. Üniversitelerdeki çalışma şartlarının düzeltilmediği sürece akademik kadroların iyileştirilmesinin mümkün olmadığını düşünüyorum.

Uzaktan eğitim konusunda da birşeyler söylemeden geçmeyeyim. Ben örgün eğitimlerde yapılan eğitimin bile uzaktan eğitim olduğunu düşünüyorum. Eğer mümkün olsa eğitimin bir nevi usta çırak ilişkisi ile yürütülmesinin, kodu yazan adamın/kadının omuzunun üzerinden bakıp onu yönlendirmenin muazzam bir fark yaratacağını düşünüyorum. Şimdilik bu konu hakkında fikir çalışması aşamasında olduğumuzu söylemiş olayım. Ama ortada da uzaktan eğitim diye bir gerçek var. Dünyanın en iyi üniversitelerinden hocaların seçilmiş derslerini internetten izlemek, hatta sınavlarına girip sertifikalarını almak mümkün. Eğer uzaktan eğitim konusunu tümden reddetmiyorsanız sadece bilgisayar mühendisliği özelinde olmaz demek bence anlamlı değil. Sonuçta mezun olduğunuzda yenilikleri nereden takip edip öğreniyorsunuz? İşimiz (bakın ben işimiz diyorum ama BMO'dakiler beni kendilerinden görmüyorlar orası ayrı) çoğunlukla internet üzerinden yapılan bir iş, sürekli oradan öğreniyoruz, diplomasını da pekala oradan alabiliriz. Uzaktan eğitimle yapılan bilgisayar mühendisliği eğitiminin kalitesinde sorun varsa bunun üzerine birlikte gidelim ama toptan olmasın demek uygun değil. Pdf'den veya video'dan apandisit almayı öğrenmiyoruz sonuçta.
  • Örgütlenme
Yukarıda da yazdım her türlü örgütlenmenin faydalı olduğunu düşünüyorum.

Yeni kurulan BMO'nun bilişim sektörünün doğasında olmayan bir tekelleşme/imza yetkisi peşine düşmemesini dilerim. Binlerce, onbinlerce bilgisayar mühendisinin bir araya gelip ülke için, kendileri için yapacak olumlu işler bulabileceğine inanıyorum. Ülkemizin bilişim sektöründe aktif ve yararlı bir oyuncu olmak yerine sektördeki diğer herkesi dışlayan bir tavır içine girmeleri onlara destek olabilecek büyük bir kalabalığı da dışlamaları anlamına gelir. Umarım öyle olmaz.

Son söz: Eğer BMO üyesi olsam ve 1 Eylül seçimlerinde oy kullanacak olsaydım oyumu yukarıda bahsettiğim tbmo grubuna verirdim.

24 Ağustos 2012 Cuma

What about Pardus?

Bir süredir benim de merak ettiğim konulardan biri Pardus. Konuyu baştan takip etmeyenler için kısa bir özetle başlayayım:
  • Yeni TÜBİTAK yönetimiyle birlikte önce proje yöneticisi değiştirildi. Erkan Tekman'ın Pardus projesinden alındığını duyduğumuzda yerine kimin getirildiğini uzun süre öğrenemedik.
  • Geliştiricilerin tek tek ayrıldıkları uzun sayılacak bir belirsizlik dönemi oldu. Kimileri durumundan memnun olmadığından ayrıldı, bazıları ayrılmaya zorlandı, küçük bir grup ise TÜBİTAK içinde başka projelere geçti.
  • Pardus'un geliştirilen tek sürümü olan Pardus 2011'in güncellemesinin yapılmayacağı duyuruldu.
  • Bu toz duman içinde TÜBİTAK Gebze yerleşkesinde "Pardus'un Yarını Çalıştayı" düzenlendi [1], [2], [3]. Bir buçuk gün boyunca konuşuldu ve sonuç olarak bir danışma kurulunun oluşturulmasına ve kararların onun tarafından alınmasına karar verildi.
  • Geliştirici ekipten ayrılmamış son bir kaç kişinin de ayrılmasıyla Pardus geliştiricisi TÜBİTAK çalışanı kalmadı. Eski yönetim zamanında da TÜBİTAK çalışanı olmayan geliştiricilerin neredeyse tamamı ayrılmış olduğundan Pardus hiç geliştiricisi olmayan bir proje haline geldi.
  • Çoğunluğu Pardus Kullanıcıları Derneği etrafında toplanan gönüllülerden oluşan bir ekip geliştirilmesi durdurulmuş olan Pardus 2011 sürümünü geliştirmeye devam etmeye karar verdi. Hazırlamaya çalıştıkları ürünün kod adı Anka. 30 Ağustos'a kurulabilir bir sürüm yetiştirmeye çalışıyorlar.
  • Türkiye'nin yakın gelecekteki bütün eğitim sistemini değiştirecek olan F@tih Projesinde Pardus kullanılacağı açıklandı. TÜBİTAK yaptığı toplantıda hazırlanacak bütün projelerin Pardus ve Windows üzerinde çalışacak şekilde hazırlanması gerektiğini özellikle belirtti.
  • Pardus'un yarını çalıştayında en fazla konuşulan konulardan biri olan paket yöneticisinin değiştirilmesi konusunun hayata geçirildiği bir süredir konuşuluyor olunca ben Çanakkale'deki bir okula gidip etkileşimli tahtalara baktım. Şaşırarak gördüm ki etkileşimli tahtalarda Pardus logolu Debian var.
  • Bir gün sonra (29 Haziran) Ankara'da Pardus Danışma Kurulunun ilk toplantısı olduğunu düşündüğüm bir toplantıya katıldım. Toplantıda, bahsi geçen danışma kurulunun hala kurulmamış olduğunu öğrendik ve bu kurulun yetki ve sorumluluklarına yazışarak karar vermek üzere ayrıldık.
Buraya kadar olanlar zaten sağda solda yazılmıştı. Aradan geçen 2 aylık sürede neler olduğundan bahsedeyim biraz da:
  • Danışma kurulu toplantısının hemen ardından konuyu hızlıca sonuçlandırmak için eposta yazdım. Bir hafta cevap alamayınca tekrar yazdık, sonra tekrar ve tekrar. Bizi toplantıya çağıranlar postalarımızı okumuyor veya okumuyor gibi davranıyorlar. Bu kurulu artık istemiyoruz, kurulu istiyoruz ama bu üyelerle istemiyoruz dahi birer cevap olabilecekken hiç cevap vermiyor olmalarına gerçekten şaşırdığımı söylemek isterim. Henüz ortada resmileşmiş bir kurul olmadığı için bu kurula temsilci olarak gidenlerin istifa etmeleri gibi bir mekanizma da söz konusu değil.
  • Bizim epostalarımızı okuyup cevap yazamayan yöneticiler Ankara'da ODTÜ ve Bilkent'te teknoparklarda Pardus'u tanıtan toplantılar yaptılar.
  • Kimin geliştirdiği açıklanmamış olsa da 15 Ağustos itibariyle Pardus 2011.3, Pardus-fatih, Pardus-kurumsal ve Pardus-sunucu iso'ları ftp sunucusuna yerleştirildi. İsimlendirmenin geliştirilmesi durdurulmuş olan 2011 sürümünden devam ediyor olmasının garipliğinin yanısıra fatih için kullanılan iso kalıbının yayınlanmış olması sevindirici bir gelişme. ftp adresine bakınca tüm iso kalıplarının hem Türkçe hem de İngilizce olması, kde ve gnome için ayrı kalıpların bulunması ve 32bit ve 64bit için bu çeşitliliğin devam etmesi sizi şaşırtmasın çünkü bu dağıtılanlar aslında Debian kalıpları. Yani aslında isteseler sparc veya arm için ayrı kalıplar da yayınlayabilirlerdi. Bu gelişmelerin hiç birinin Pardus ana sayfasından duyurulmaması insanda acaba kazara mı konuldu bu isolar ftp'ye diye de düşündürtüyor.
  • Yaklaşık bir hafta sonra kurulabilir bir Anka sürümü ile karşılaşabiliriz. Bir miktar gecikme olması tamamen gönüllülerden oluşan bir topluluk için ayıplanacak bir durum olmaz bence. Son derece iyi niyetli ve özverili çalışan arkadaşlar oduğunu biliyorum ama bir dağıtımı, hele ki sadece kendisinin kullandığı bir paket yöneticisine sahip olan bir dağıtımı, sürdürmenin son derece zor olduğunu da biliyorum.
  • Pardus'un yarını çalıştayında sözü geçen MSB'nin Pardus anlaşmasının yapılmış olduğunu ve göç sürecinin başladığını duydum. Sonuçta kullanılacak işletim sistemi bir şekilde Debian dahi olsa Winxx kullanılmasıyla kıyaslanmayacak bir gelişme olduğundan sevindim bu habere. İşin çok zor olduğu su götürmez ama onu işi üstlenenler düşünsün artık.
Sözün özü: Pardus bir özgür yazılım projesi değil, TÜBİTAK'ın kamu için kullanacağı bir araç oldu. Anka'nın akibetinin ne olacağını hep beraber göreceğiz.

23 Ağustos 2012 Perşembe

Pardus Kullanıcıları Derneği davası sonuçlandı


Yaklaşık 5 ay önce TÜBİTAK'ın Pardus Kullanıcıları Derneğine açtığı davanın Yargıtay'da incelenmeyi beklendiğini yazmıştım. TÜBİTAK açtığı davada derneğin adındaki Pardus ifadesinin ve derneğin logosunun sol yarısının Pardus logosu olduğundan kaldırılmasını istemişti. Mahkeme PKD'nin Pardus kelimesini kullanmasına izin vermiş ama logosunun sol yarısının değiştirilmesine karar vermişti. Her iki taraf da temyize gittiğinden dava son aşama olarak Yargıtay'da bekliyordu.

Yeni TÜBİTAK yönetimi aradan geçen 6 ayda davayı düşürmek için bir hareket yapmadığından Yargıtay karar verdi ve mahalli mahkemenin kararlarını onadı ama yayınlama konusunda kararı bozdu. Kararı yayınlama konusunda yeniden duruşma yapılacak. Eğer mahkeme Yargıtaya uyarsa davanın sonucu ulusal bir gazetede yayınlanacak. Yani davanın sonucunun ulusal bir gazetede yayınlanıp yayınlanmasına karar verilmesi kaldı son olarak.

Yeni Pardus yönetimi diğer pek çok fırsatı olduğu gibi bu fırsatı da kaçırdı. Yukarıdaki logonun sol tarafını ben boyadım, derneğin yeni logosu henüz belli değil.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

Olimpiyatlarda Halterde en iyi derecelerimizi yapsaydık

Seksenlerin ikinci yarısından itibaren Naim Süleymanoğlu sayesinde hayatımıza giren, onun ve ardından Halil Mutlu'nun büyük başarılarıyla hepimizi ekran başına toplayan halterde 2012 Londra Olimpiytalarında eski günleri çok aradık. Naim'in ve Halil'in üçer olimpiyat şampiyonluklarını ve kırdıkları rekorları hatırlayanlar neredeyse hiç sporcumuzun olmadığı bir yarışma seyrettiler.


Peki ya sporcularımız bütün sikletlere katılıp hepsinde birden Türkiye rekorları kırsalardı nasıl dereceler elde edebilirlerdi? Bunun için iki adrese bakmak yeterli: Olimpiyat dereceleri ve Halter Federasyonu sayfası. Erkeklerde halter yarışmaları 8 farklı siklette yapılıyor. Kısaca her birinde neredeyiz bakalım.

  • 56 kg: Türkiye rekoru 305kg ile Halil Mutlu'ya ait. Rekor 2000 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu toplamda 293 kg kaldırdı. Aradan geçen 12 yılda Halil'in hala açık ara önde olması şaşırtıcı.
  • 62 kg: Türkiye rekoru 322.5kg ile yine Halil Mutlu'ya ait. Rekor 2003 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 327kg kaldırdı. Halil'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
  • 69 kg: Türkiye rekoru 337.5kg ile Ekrem Celil'e ait. Rekor 2004 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 344kg kaldırdı. Ekrem'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
  • 77 kg: Türkiye rekoru 375kg ile Taner Sağır'a ait. Rekor 2004 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 379kg ile Taner'in dünya rekorunu yeniledi. Taner'in derecesi burada tekrarlansa ikinci olabilirdi.
  • 85 kg: Türkiye rekoru 380kg ile Mehmet Yılmaz'a ait. Rekor 2001 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 385kg kaldırdı. Mehmet'in derecesi burada tekrarlansa üçüncülüğü paylaşabilirdi.
  • 94 kg: Türkiye rekoru 400kg ile Hakan Yılmaz'a ait. Rekor 2009 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu dünya rekoru kırarak 418kg kaldırdı. Hakan'ın derecesi burada tekrarlansa altıncı olabilirdi.
  • 105 kg: Türkiye rekoru 420kg ile Bünyamin Sudaş'a ait. Rekor 2001 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 412kg kaldırdı. Bünyamin'in derecesi burada tekrarlansa birinci olabilirdi.
  • 105+ kg: Türkiye rekoru 417.5kg ile Bünyamin Sudaş'a ait. Rekor 2005 yılında kırılmış. Olimpiyat şampiyonu 455kg kaldırdı. Bünyamin'in derecesi burada tekrarlansa ancak onbirinci olabilirdi.
Türkiye rekorlarının 8 sikletin altısında madalya kürsüsüne çıkacak seviyelerde olması sevindirici olmasına rağmen, bu rekorların sadece birinin 2009'da geri kalanların ise 2005 öncesinde kırılmış olması bugünün manzarasını açıklar nitelikte. Büyük erkeklerde 7 yıldır sadece 1 rekor kırılmış ama genç erkeklerde durum daha da vahim; geçen yıl kırılan bir rekoru 2005 yılı ve öncesinde kırılanlar takip ediyor. Rekortmen haltercilerin çoğunluğunun sporu bıraktıkları da göz önünde bulundurulduğunda durumun vahameti daha iyi anlaşılıyor.

Eğer memleketin neresi doğru ki demiyorlarsa halter federasyonunun yapacak çok işi var.

7 Ağustos 2012 Salı

Ian Millar kahraman ama Derya Büyükuncu değil!

Her dört yılda bir olduğu gibi Londra olimpiyatlarını da büyük bir keyifle seyrediyorum. Bizim gibi kalabalık bir ülkeden bu kadar az sporcunun olimpiyatlara katılıyor olması çok üzüntü verici ama katılanlara yapılan muamele de kendi başına üzerinde durulması gereken bir durum. Örneğin yarı finale kalamadan elenen bir atletimiz için anlatıcı 'yakında evlenecek, burada bulamadığı başarıyı orada bulsun' dedi.

Piste çıkan sporculara kendi alanlarında dünyanın en iyi 30-50 sporcusu arasına giren başarılı atletler olarak bakmak yerine başarıyı sadece madalya almayla ilişkilendirmek yaygın olarak yapılan bir hata. Örneğin ülkemizden 1-2 üniversitenin dünyanın en başarılı 500 üniversitesi arasına girmesine sevinenler bir sporcumuzun 20. olmasını kahredici bulabiliyorlar. Dünyanın geri kalanında ise durum çok farklı. Dramatik bir örnek olarak kısaca Ian Millar ve Derya Büyükuncu'dan bahsetmek istiyorum.

Derya Büyükunucu bu yıl altıncı olimpiyatına katılarak dünyada yüzmede en fazla olimpiyata katılan sporcu oldu. Yüzmede olimpiyatlara katılmak için belli sürenin altında derece yapmış olmak gerektiğinden Derya bu olimpiyatların hepsine kimse onu seçmeden yaptığı derecelerle katılmış bir sporcu. Başarıyı sadece madalya almak olarak anladığımız için katıldığı olimpiyatlarda hiç madalya almamış olan Derya'ya hep bir burun kıvırma ile bakılıyor.

Derya yüzme alanında en fazla olimpiyatlara katılmış sporcu ama diğer branşlar da işin içine katıldığında rekor çok daha yukarılarda. Kanada'lı binici Ian Millar tam 10 defa katılmış olimpiyatlara. Tahmin edebileceğiniz gibi ülkesinde çok seviliyor, lakabı "Captain Canada". Peki bu 10 olimpiyata katılmış da ne olmuş, çuvalla madalyası mı var derseniz durum sizi şaşırtabilir. İlk 8 olimpiyatında madalya alamamış, 9. defa yarıştığında gümüş madalya almış ve bu yıl da madalya alamadı. 1972'den bu yana olimpiyatlara katılan ve sadece bir defa ikincilik kürsüsüne çıkan Ian Millar ülkesinin bayrağını taşıyacak kadar çok sevilirken bizim çok nadir yetiştirdiğimiz (aslında bir ülke politikası olmadığından kendiliğinden yetişen demek daha doğru olur) Derya'yı, Ercüment'i, Eşref'i yere göğe koyamamamız gerekmez miydi?

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bah...