9 Ağustos 2025 Cumartesi

zor zamanlarda birlikte yaşamak

Dün gibi, önceki gün gibi başladı bugün de. Bunaltıcı bir sıcak, sabah ilaçları, sabah kahvesi, mesajların e-postaların kontrolü, sabah müziği, gece başlanmış ama henüz bitmemiş kitaba devam. İstisnai derecede güzel günler haricinde hayatımın her yazındaki sıradan günlerden biri daha [her konuya gaz ve toz bulutundan başlamasak olmaz mı?]. Öğlen iki gibi balkon kapısından çok yakında mangal yakılıyormuş gibi bir koku gelince bu sıcakta kimde bu cesaret var diyerek çıkıyorum ve gördüğüm manzara şu:

İki yıl önce de benzer bir orman yangını yine çok yakınıma gelmişti. Kitaba nasıl dalmışsam balkona çıkınca itfaiye araçlarının sirenlerini duymaya başlıyorum balkonda. Birileri benim birkaç yüz metre öteden balkonda sıcağına, kokusuna ve dumanına dayanamadığım yangını söndürmeye gidiyor. Belki bazıları geri dönemeyecek. Biliyorum ki itfaiyecilik de üniversite hocalığı, eczacılık, garsonluk gibi bir meslek. Onların da ödenecek kiraları, faturaları var. Büyük risk alıyor olmalarına rağmen dünyaları kazanmadıklarını da biliyorum. İşsizliğin bu kadar yüksek olduğu bir dönemde katlanamıyorlarsa başka meslek seçsinler demenin ahmakça olduğunu da biliyorum (çok şey biliyorum evet).

Genel bir prensip olarak işleyemeyeceğim gündelik bilgilerle ilgilenmiyor olmama rağmen bir tahliye uyarısı var mı diye internete bakıyorum. Belki Kepez Belediyesi değerli eşyalarınızı alıp evlerinizi boşaltın demiş olabilir (Covid döneminde pazar nerede kuruluyor gibi bilgileri SMS olarak göndermeyip twitter'dan yazıyordu belediye başkanı. Böyle saçmalık olur mu dediğim için belediye başkanı beni bloklamıştı. Halkımız bunu olumlu bir tavır olarak görüp kendisini yeniden seçti. 17:30 gibi yangının olası etkilerine karşı tedbirli olmamızı önemle rica ettiğini SMS ile gönderdi sağolsun). Çanakkale misminik ve çok yeşil bir kent. Bir büyük yangının burasını etkilemez denebileceği bir yer yok. Hem evden hangi değerli eşyamı alıp gerisini umursamayabilirim. Aslında evde umursadığım bir eşyam da yok (severek kullandığım şeyler var elbette ama olmasalar unuturum onları hızlıca). Sadece yarın içmem gereken (zaman zaman neden içtiğimi bile düşünmediğim (yanımdakilerin de sormadığı)) ilaçlarımı alsam herhangi bir yerde devam edebilirim hayatıma. Neredeyse on yıldır benimle olan çiçeklerim ne olacak peki? İstanbul'dan, Selanik'ten, Bursa'dan aldığım yavrucakları, tohumdan yetiştirdiğim ve nasıl açacaklar diye merak ettiğim (evet ikincisi de çıktı aynı saksıdan) çiçekleri taşıyamayacağımı biliyorum.

Yangını duyan, benden öğrenen herkes gel bende kal diyor, arıyor. Aramayanlar eminim kocaman adam, ona bir şey olmaz diye düşünüyor. Oğlum çok uzakta, tedirgin. Akşam planladığım online etkinliği son anda iptal edersem ayıp olur diyerek erteliyorum. Gelip seni alalım diyen çok arkadaşım (seviyorum sizi) olmasına rağmen ilaçlarımı alıp çıkmaya karar veriyorum. Evden çıkınca daha iyi fark ediyorum ki dışarıda nefes almak hem kolay değil hem de çok sağlıksız. Bir paket makarnayı üç günde bitirebildiğimden yiyecek bir şey almam gerekmiyor ama madem dışarı çıktım zencefilli gazoz alıp eve öyle döneyim diyorum (acil durum ihtiyacın bu mu derseniz verecek bir cevabım yok).

Ben belki geri dönemem diyerek evdeki her şeyimi (sanki çok şeyim varmış gibi yapmayayım) geride bırakıp çıkmışken, sevdiğim herkesin (en azından büyük çoğunluğunun diyeyim) güvende olduğunu biliyorken marketlerin açık olduğundan hiç şüphem yok [konuya hiç gelmeyeceğini düşünüyordum, şaşırttın beni]. Sanki market çalışanlarının, elektrikçilerin, internet bağlantısında arıza olduğunda telefona cevap verenlerin, akşam çöpleri alacakların, yolda bir çiviye bassam veya köpek ısırsa benimle ilgilenecek sağlık personelinin, kredi kartımda bir sorun olsa arayacağım bankacılık personelinin merak ettiği, yanında olmaları gereken aileleri, arkadaşları yokmuş gibi görev başında olduklarından hiç şüphem yok. Gerçekten markete girdiğimde hiç de orman yangını birkaç yüz metre ötemizde gibi değil. Hoşgeldiniz, poşet ister misiniz, iyi günler dilerim. Kimsede bir tedirginlik yok (sanki bende var gibi konuşmayayım, zencefilli gazoz alıp çıkıyorum sonuçta).

Toplumsal iş bölümünü en zor zamanlarda bile bozmayacak şekilde içselleştirmiş olmamız bana hep şaşırtıcı geliyor. 

6 Ağustos 2025 Çarşamba

bilgi sistemleri için çözüm önerisi

Diğer kurumlar gibi üniversiteler de neredeyse bütün idari işlemlerini çok uzun zamandır elektronik ortamda yürütüyorlar. İşlemleri hızlandırması, mekana bağlı olmadan işlem yapabilme gibi pek çok avantajı getiren dijitalleşme beraberinde bazı sorunları da getiriyor elbette. Bunlar çözülemeyecek şeyler olmamalarına rağmen çoğu üniversite bu sorunlar üzerinde durmuyor bile maalesef. Önce sorunu tarif edip ardından nasıl basitçe çözülebileceklerini yazayım istiyorum.

Sorun 

Her bilgi sisteminde olduğu gibi üniversite bilgi sistemlerinde de farklı yetkilere sahip kullanıcılar var. Öğrenciler ders seçimi ve notlarını görüntüleyebilen kullanıcılara sahipken öğretim elemanları ders içeriklerini, sınav sonuçlarını girebilen, idari yazışmaları yapabilen yetkilere sahip kullanıcılar oluyorlar. Her bölümün başkanı, her fakültenin (meslek yüksekokulu/yüksek okul/enstitü gibi başka birimler de var ama konuyu dağıtmamak için bunlardan ayrıca bahsetmeye gerek yok ve konunun özünü de değiştirmiyorlar) dekanı, üniversite rektörü kendi yönettikleri birimlerin işlerini yapmak için ayrıca yetkilendirilmiş oluyor. Bir de öğrenci işleri birimi var ki onların yetkileri çok geniş. Böyle yetkilere sahip kullanıcılara bazen ihtiyaç oluyor sistemde. Örneğin bir öğretim elemanı sınav notlarını sisteme girdikten sonra öğrencinin itiraz etmesiyle sınav evrakını yeniden değerlendirmiş ve notun farklı olduğuna karar vermişse (veya bir komisyon buna karar vermişse) bu notun sistemde değiştirilmesi gerekiyor ama hocanın bunu yapabilmesi için zaman geçmiş olabiliyor. Bu durumda yazılı bir karar öğrenci işlerine gönderildiğinde onlar not değişikliğini kendi ekranlarından yapabiliyorlar. Öğrencinin mağdur olmaması için birkaç başka senaryoda daha böyle yetkili kullanıcılara ihtiyaç oluyor ama bunların çoğu bilgi sistemlerinin tasarımlarının çok kötü olmasından kaynaklanıyor aslında.

İşin sorunlu tarafı buradan sonra başlıyor. Öğretim elemanından daha yetkili kullanıcılar sistemde bir değişiklik yaptığında bununla ilgili ne dersin sorumlusuna, ne de öğrencinin danışmanına bir bildirim gönderilmiyor. Ben hep çok fedakarca çalışan öğrenci işleri personeliyle çalıştım ama hepsinin evliyalar olduğunu kabul ederek bir sistemi çalıştırmak olmayacak bir şey. Bu üst yetkili kullanıcılar dersinize kayıtlı olmayan bir öğrenciyi ekleyebilir, notunu girebilir, girilmiş notu değiştirebilir ve bundan haberi olması gereken kimsenin haberi olmaz. Bu değişiklikler elbette sql loglarına bakınca görülebilir ama elli bin öğrencisi, iki bin hocası olan bir sistemin veritabanı kayıtlarına bakıp bir anormalliği (ki yukarıda söylediğim gibi bu her zaman anormallik olmuyor) görebilmek pratikte mümkün değil. Durum böyle olunca mezuniyetinize engel olan her şeyin üstesinden gelebilmek için daha yetkili bir kullanıcıyı (onlardan yetkili kullanıcılar da var ama konumuz bu değil) ikna etmeye ihtiyacınız oluyor.

Çözümler

  • Yukarıda sorunu tarif ederken mutlaka yapılması gereken bir konuyu da yazmış oldum aslında. Sistemde her yapılan değişiklik mutlaka öğrenciye, dersin sorumlusuna, öğrencinin danışmanına ve bölüm başkanına bildirim olarak gönderilmeli ve sistem bunu bir seçenek olarak sunmamalı. Sadece bunu sisteme dahil ettiğinizde öğrenciyle ilgili bir değişiklik için öğrenci işleri sorumlusunu, dersin hocasını, danışmanı ve bölüm başkanını, yani dört kişiyi ikna etmeniz gerekir. Bunun mevcut durumdan çok daha zor olacağı herkes için açıktır sanırım. İçinde bulunulan dönem haricindeki bir eğitim öğretim dönemi için değişiklik yapılıyorsa ilgili dekana, öğrenci işleri daire başkanına da bir bildirim gönderilmesi gerekir. Bu bildirimlerin sayısının kontrol edilemeyecek kadar çok olacağını düşünmeyin çünkü böyle bir işlem ancak çok istisnai durumlarda yapılacağından bildirimlere boğulma gibi bir durum olmayacaktır. Bu tip bir değişiklik için neredeyse bütün yetkililerin ikna olması gerektiğinden sahtecilik veya hata yapılması ihtimali neredeyse sıfır olacaktır. Olası küçük ihtimal için de bir çözümümüz iki sonraki maddede mevcut.
  • Sistemde bütün işlemlerin elektronik imzayla yapılması zorunlu olmalı ama değil maalesef. Elektronik imza ile sisteme giriş yapıldığında imzanın sahibine bir bildirim gönderimi de yapılmıyor. Noterde adınıza işlem yapılırken nasıl benzer bir bildirim telefonunuza gönderiliyorsa üniversite sistemlerinde de gönderilmeli. Elektronik imzaların işletim sisteminden bağımsız çalışmıyor veya çok sorunlu çalışıyor olmaları ayrıca üzerinde konuşulacak bir konu. Çok eski java sürümleri kurmayı zorunlu tutan, sadece belli işletim sistemlerinde çalışan e-imzalar kabul edilebilir şeyler değil.
  •  Çok zayıf bir olasılık olmasına rağmen üniversitedeki bütün yetkililerin yapılmaması gereken bir şeyin yapılması konusunda anlaştıklarını varsayalım. Bu kadar olmaz bir şey olduysa, yapılmaya çalışılan şey de çok istisnai olmalı yoksa sadece bir ders notu için böyle büyük bir anlaşmaya ihtiyaç olmadığını yukarıda gördük. Birinin kaydolmaya hak kazanmadığı bir bölüme kaydedilmesi, bir diplomadaki ismin değiştirilmesi gibi bir çırpıda aklımıza gelmeyen işlemlerin kontrolü için bilişim dünyası 1970'lerin ortasından bu yana hazırlıklı. Üniversite kayıt ve diploma bilgileri bir Merkle Ağacı uygulamasında (blockchain veya git) tutulabilir ve bu uygulamalar isteyen herkesin erişimine salt okunur bir biçimde açılabilir. Böyle yapıldığında geçmişe yönelik bir değişiklik yapılmak istendiğinde bunu uygulamalara erişen herkes hemen fark edecektir. Üniversiteye kayıt yaptıran ve diploma alanların bilgilerini kamuya açmak kişisel verilerin korunması kanununa aykırı bulunursa bile bu bilgilere YÖK ve diğer üniversiteler erişebildiğinden yine saklanması imkanı olmayacaktır. Bütün bu birimlerin yöneticilerinin ikna olması durumunda dert edilecek çok başka şeyler var demektir zaten.

Meslekten bilişimci olmayanlar için bu işin mantığını çok yüzeysel bir şekilde anlatayım: Sisteme kaydedilen her veri kendinden önceki verinin özeti adı verilen bir bilgiyi de içerir. Böylece eski bir veride değişiklik yapıldığında sistemin tamamı tutarsız hale gelir ve bunu kontrol etmek çok kolaydır. Konuyu böyle iki cümlede anlatınca özet ne demek, tutarsızlık nasıl fark edilir, git bir blockchain sayılır mı gibi teknik konulara girmek mümkün değil ama bunlar zaten her bilişimcinin bildiği (bilmek zorunda olduğu) kavramlar olduğundan anlamadıysanız da dert etmeyin, kolayca çözülebileceğine inanmanız yeterli.

Velhasıl bilişim dünyası elektronik ortamda yapılan her işlemin bütünlüğünün korunması ve kontrol edilmesi konularında yeterli teorik alt yapıya ve yetişmiş insan kaynağına sahip. Danışmak isteyenler yüzlerce üniversite hocasına ve yüz binlerce bilişim profesyoneline kolayca ulaşabilir.

3 Mayıs 2025 Cumartesi

Çanakkale Gezi Rehberi

Geçen bin yıldan beri Çanakkale'de yaşayan biri olarak kısa bir ziyaret için buraya geleceklere gezip görülecek yerler hakkında kısa bir fikir vereyim istiyorum. Dönem dönem böyle şeyler soranlar olmuş olsa da bu sefer Mesutcan sorunca bunu yazıya dökeyim dedim (çok geç oldu Mesutcan kusura bakma). Önce kısa şunu söyleyeyim: insan yaşadığı şehirdeki otelleri pek az biliyor. Her gece gelip yattığın evin olunca konaklama için bir tecrübe edinmek çok zor. İstanbul'da yaşasam belki durum farklı olabilirdi bilmiyorum. Nasılsa cep telefonunuzdan uygulamaya yazdığınızda kolayca bulacağınızdan yazıdaki mekanlar için konum veya adres tarifi vermedim, sanmıyorum ki bu sorun olsun. Mekanlar için daha sonra fotoğraflar da eklerim diye umuyorum.

Söylemeye gerek yok ama her yer sevdiklerinizle güzel elbette.

Gezip, görme

Çanakkale iki kıtada ve iki adasında gezilecek çok yere sahip bir şehir.  Çok sayıda tarihi mekan olduğundan değil bir günde, bir haftada bile istediğiniz her yeri görmeniz mümkün olmayacaktır. Hepimizin görmediği pek çok yer olduğunu, sizin de burada bazı yerleri göremeyeceğinizi kabul ederseniz belki buraya yazdıklarım daha faydalı olabilir. Hem son gelişiniz olmaz belki bu tatiliniz, Çanakkale bir yere kaçmıyor.

Kordon

Birbiriyle bağlantısı olmayan üç kordonu olsa da kordon denildiğinde aklımıza şehir merkezindeki kordon geliyor. Filmde de gördüğünüz Truva Atının olduğu bu kordonda (Atın önünde fotoğraf çektirmeden gitmek bazı kültürlerde ayıp sayılıyor, ben söylemiş olayım) hava çok rüzgarlı değilse (maalesef bu çok az rastlanan bir şey) yürümek, şehrin yavaş akan hayatını görmek isteyebilirsiniz. Feribotun kalktığı iskeleden başlayıp yaklaşık bir kilometre yürüdüğünüzde deniz olmayan tarafınızda bir çok yeme içme mekanı ve kafe, bar göreceksiniz. Kordon'un büyük bölümü denizin doldurulmasıyla oluşturulduğundan yürürken gölgesine sığınacağınız ağaç yok ama çok sıcak olmayan günlerde biraz dinlenmek için banklar var. Burayı görmeden gitmeyin derim ben.


Eski haliyle ilgisi olmayan, mavi bayraklı bir plajı da olan yeni kordon dolaşmak için güzel bir yer. Merkezdeki kadar olmasa da burada da yeme içme mekanları var. Son yapılan düzenlemelerle burası da eski halinden çok daha uzun ve temiz bir yürüme alanına sahip. Sahilde kamp sandalyelerini, masalarını getirmiş oturan insanların rahatlığı sizi şehre biraz daha ısındıracaktır.

Çanakkale'nin eski halini bilmeyenler neden Kepez diye bir yer olduğunu anlamakta güçlük çekse de (çünkü zaten küçük olan şehrin bir parçası Kepez beldesi olarak biliniyor) siz buraya şehri yeniden düzenlemek üzere gönderilmediğinizden Kepez sahilde ağaçların gölgesinde (hele Mayıs ortasıysa iğde ağaçlarının bulunmaz çiçeklerinin kokusunu soluyarak) bir dolaşın derim. Eskiden pek azdı ama artık burada da güzel mekanlar var oturmak için. Buranın sahil olarak bilinmesine aldanmayın yeni kordon'da olduğu gibi denize girilen bir yer değil burası. 

Park, Bahçe

Madem kordon'a gelip Truva Atı'nı gördünüz belki yolun karşısına geçip Halk Bahçesini de gezmek istersiniz. Yazın en sıcak zamanlarda bile ağaçların gölgesinde biraz yürümek veya bir yere oturup nefeslenmek güzel olur. İçinde oturup bir şeyler yiyip içebileceğiniz mekanlar var, buralarda konserler de oluyor ama zaten birkaç günlüğüne geldiniz buraya, boşverin konseri şehrin keyfini çıkartın.


Eğer şehre arabayla gelmişseniz biraz yukarı çıkıp Özgürlük Parkı da görülecek yerler arasında yer almalı. Mesafe kısa olsa bile yokuş yüzünden yürümek çok yorucu olur. Otobüsün de zamanını denk getirip gidemezsiniz. Bir şekilde parka ulaşınca iyi ki gelmişim diyeceğiniz bir yer olduğunu göreceksiniz. Harika manzara, çok güzel mekan ve ucuz birayla biraz serinlemek iyi gelecektir. Belediye burada çok iyi iş çıkartıyor bence.

Son olarak arabasız kesinlikle gidilemeyecek bir yer önermek istiyorum: Kule 1915.  Şehrin her tarafından görebileceğiniz ve bu neyin nesidir diye merak edeceğiniz acayip kuleye arabasız mümkünü yok çıkamazsınız. Taksi de buraya geldiğiniz otobüs parası kadar tutacaktır (bütün küçük şehirlerde olduğu gibi burada da taksi ateş pahası). Bir kere çıkınca şehre böyle bir yerden bakabiliyor olmak eminim hoşunuza gidecektir. Kuleye aşağıdan bakınca gördüğünüz kavisli yerin üstünden bir tur atıp lokantaya girmeden şehre dönün, çok daha güzel yemekler yiyebileceğiniz tonla yer bulursunuz.

Müze vb.

Çanakkale denildiğinde aklınıza ilk şehitlikler ve abide geliyorsa size bir iyi, bir de kötü haberim var. Buna kötü haber denilirse burasını kendi başınıza ve birkaç saatte gezemezsiniz. Çanakkale kordondan karşı kıtada gördüğünüz o kocaman milli parkı kısa bir sürede dolaşmak bile mümkün değil. İskeleden feribota binip Kilitbahir'e geçtiğinizde rehberlik hizmeti veren turların olduğunu göreceksiniz (isterseniz şehir merkezinde de tur firmaları (örneğin Tenedos) var, onlarla gezip çok memnun kalan arkadaşlarım oldu). Rehberler eskisi gibi hurafeler anlatan insanlar değiller artık. Turlar sabahtan başlayıp akşama doğru bitiyor, yani bugün için ayrıca plan yapmayın. Hem gezmeye geldiniz, aceleye ne gerek var. Karşıya geçtiğinizde Kilitbahir Kalesini de gezmek isteyebilirsiniz ama sanırım vaktiniz yetmeyecektir.

Kilitbahir Kalesinin hemen karşısında Çimenlik Kalesi ve Deniz Müzesi var. Burası eskiden insanların rahatça girip çıktıkları, çocukların koşup oynadığı bir alanken şimdi biletle girilen değişik bir yer olmuş. Ben çok yakınlarda gidip dolaştım. Bence burada vakit harcamaya değmez.

Müze değil ama şehre gelip kordonda turlayınca Saat Kulesini de görün mutlaka. Aslında bir olayı yok, saati gösteriyor ama "aa orayı görmedin mi" demesinler sonra.

Çanakkale'den İzmir'e doğru 25km gitmeyi göze alırsanız veya dönüş yolunuzdaysa Troya Antik Kentini ve Troya Müzesini görün. Truva Atının orijinalini görmeyi umut edenleri güzel bir sürpriz bekliyor burada.

Assos kendi başına bir dünya, Çanakkale'ye 80 km. Özellikle orasını görmek için gelmediyseniz öylesine uğranıp gezilecek bir yer değil. Başka bir sefer burasını görmek için yeniden gelin, çok güzel yerler.

Deniz 

Şehirle ilgili en az bildiğim şey bu. Hemen her yerde denize giriliyor ve denizin soğuk olduğu bir sır değil. Belki bir bilene danışıp buraya eklerim ama sanmıyorum.

Adalar

Şehrin iki güzel adası var (coğrafya dersimizin sonuna geldik). Bozcaada günübirlik de gidebileceğiniz bir yer. Bozcaada feribotuna kadar arabayla veya otobüsle gidin ama adaya arabayla geçmeyin. Ada çok küçük, gideceğiniz her yere toplu taşıma ve taksiyle kolayca ulaşabilirsiniz. Park yeri de problemli. Arabayla geçmeyin. Gitmişken bir şeyler yiyip içince belki orada kalmak da iyi bir fikir olabilir. Sabah güzel bir kahvaltı yapıp dönersiniz. Adaya arabayla geçmediğiniz için canınızın istediği feribota binip dönersiniz. Adaya arabayla... bunu yazmıştım sanırım. Son olarak bayramlarda veya özel günlerde Bozcaada'ya gitmeyin, ne kadar kalabalık olduğuna inanamazsınız.

Gökçeada oldukça büyük bir ada. Arabasız gitmeyin buraya. Zaten tek günlük gidip dönülecek bir yer değil. Birbirine kesinlikle yürüme mesafesinde olmayan, aralarında toplu taşıma da bulunmayan köyleri gidip görmek isteyeceksiniz; arabayla gidin. Gitmeden önce arabanız için randevu almayı ihmal etmeyin.

Yeme içme 

Çanakkale'de güzel yemek yiyebileceğiniz çok yer var. Kordonlarda neden balık ekmek yapan yerler yok bilmiyorum ama ara sokaklarda (aslında şehir o kadar küçük ki ne kadar ara sokak tartışılır bence) dolaşıp balık ekmek yemek isteyenler "bu kadar öğrenci yanılıyor olamaz" diyerek Sardalye'de şansını deneyebilir.

Balık ve rakı için en çok nerede para harcayabilirim diyenler için harika manzarası ve güzel mezeleriyle Yalova Restaurant iyi bir seçenek. Çanakkale'ye gelip Adana veya Kore mutfağından yemekler yemek hangi akla hizmet olur sizin için bilemiyorum. Bunları güzel yapan yerler var mı derseniz elbette var ama onları zaten geldiğiniz yerlerde de güzel yapıyorlardır diye tahmin ediyorum.

Saat kulesinin az ilerisindeki Yalı Hanı sıcak yaz günlerinde üstünü örten mor salkımlarıyla, çoğunluğun birbirini tanıdığı ortamıyla ve çok uygun fiyatlarıyla gittiğinize memnun olacağınız bir yer. Siz tahta sandalyelerde otururken Dalak Kebap satan bir ses duyarsanız söyleyin bir tane. Tadı tahmin ettiğinizden iyi gelecek eminim. [Yalı Hanı tam bir oldtownlu olan Aslı'nın, Dalak Kebap Oğuz'un hatırlatması]

Kordonda oturup güzel bira içmek isteyenler için Helles Cafe'yi de önermeden geçmeyeyim. Çanakkale'de fıçı Weihenstephaner içebileceğiniz benim bildiğim tek yer burası. Kordon'da nerede oturursanız oturun dışarıdaki tezgahlardan midye alıp yiyebilirsiniz. Neredeyse hepsi aynı tezgahtan geldiği için hangisinden alsanız fark etmeyecektir. [Midye Oğuz'un hatırlatması]

Helles Cafe'nin hemen solundaki Doğan Pastanesinin önünde neden kuyruk olduğunu merak ederseniz üşenmeyin sıraya katılıp tadı dondurmadan bile güzel olan külahlardan alın bir tane. Hava sıcaksa eminim hoşunuza gidecek bir çeşidini bulacaksınız. [Dondurma konusunu Oğuz hatırlattı]

Halk Bahçesine ve Truva Atına çok yakın (hoş Çanakkale'de heryer birbirine yakın ya neyse) yemek yiyip, şarap veya bira içebileceğiniz nispeten makul fiyatlı ve çok rağbet gören Akava da benim sıklıkla gittiğim yerler arasında.

Şehirden İzmir'e doğru 14km kadar gitmeyi göze alanlar için (bize bu mesafe uzak geliyor ama ne kadar yakın aslında) saklı bir hazine var: Poseidon Restaurant. İster haftasonu kahvaltısına (inanın değecektir), ister akşam yemeğine gidin çok memnun kalacaksınız. Hatta selamımı söyleyin :)

Çan yolundan 40km kadar ilerlerseniz Balaban Dinlenme Tesislerine varacaksınız. Eskiden yol üzerinde olan bu tesis yolun yeniden düzenlenmesiyle birazcık içeride kaldı ama oğlak çevirme yemek için eskiden üşenmeden gittiğimiz bir yerdi. Şimdi sadece mevsiminde oğlak çevirme bulmak imkanı var. Yakında alkollü içki olmadan oğlak çevirme yemek için bu kadar yol gidilir mi emin değilim ama yolunuzun üstündeyse bir şans verebilirsiniz. [Oğlak çevirme Mesutcan'ın hatırlatması]

Çan yolunda o kadar yol gidilmez derseniz yaklaşık 3km sonra solda Kestanbol Et Lokantası var, oraya gidebilirsiniz. Hem oğlak çevirmenin yanında mezeler güzel, hem pırıl pırıl bir yer. Zaten içeceğiniz iki tek rakı, güzel bir yemekle içip rahatça dönersiniz şehre.

Eceabat'a geçeyim derseniz burada çok güzelden de güzel bir yer var: Suvla Şarapçılık. Çok sınırlı bir menüsü olmasına rağmen her şey çok güzel. Harika bir bahçesi, güzel bir şarap seçkisi ve diğer ürünleriyle oldukça pahalı ama müthiş bir yer.

Son olarak buradan ayrılmadan önce peynir helvasından hem kendiniz tadın, hem de sevdiklerinize götürün. Peynir helvası için Çanakkale'de tek adresiniz Kadir Yaşar olmalı. Aman bunu da aramayayım, bulduğum ilk yerden alayım demeyin. Kapısındaki kuyruktan tanıyacaksınız mekanın neresi olduğunu.


 

25 Mart 2025 Salı

Soğuk Kahve Demlemeye Radikal Yaklaşımlar - 4 - kahve likörü

Kahve likörleri genellikle ucuz içecekler olduğundan vodkaya ayrı, kahveye ayrı masraf yapıp bir kahve likörü hazırlamaya uğraşmak için piyasadakilerden farklı bir tat elde etmeyi hedeflemek lazım. Benim daha önce denemediğim ama internetlerde yaygın bulunan bir tarifi denedim, hem tarifi hem de sonuçları yazayım istiyorum (sanki niye yazdın diye soran var da). Benzer konularda denemelerimi yazmıştım, merak edenler için bağlantılar: [1], [2], [3].

 

Vodka tatsız, kokusuz ve renksiz bir içecek olduğundan içine kattığınız şey neyse onun tadını baskın olarak alıyorsunuz. Bu nedenle likör yapmak için seçeceğiniz vodkanın çok pahalı bir marka olmasına gerek yok bence. Çok aşırı ucuz olanlarda hissedilecek kadar yoğun alkol aroması ve kokusu olduğundan orta karar birini seçmek yeterli olacaktır. Kahve seçimi ise bambaşka bir dünya biliyorsunuz. Bu tarifte öncekilerden farklı olarak çekirdekleri öğütmeden kullanacağız. Ben bu denemede Hollanda'da Oğuz'la aldığım kahveyi ve güzel günleri hatırlatsın diye fotoğraftaki vodkayı kullandım. Siz başka şeyler kullanıp beğenmezseniz kabahati bana değil, kullandığınız malzemelere atarsanız sevinirim.

 

Benim gördüğüm bütün tariflerde çok fazla kahve kullanıyordu. Ben de çok akıllı biri olduğumdan herkesin yanılma ihtimalini güçlü görüp 100gr kahve kullandım. Vodkanın hepsini kullanmaya kıyamadığımdan 500ml yeter dedim. Kahve çekirdeklerini ve vodkayı bir şişeye koyup iki hafta bekledim. Herkes doğrudan güneş almayan bir yere koyun dediğinden ben de öyle yaptım. Hergün bir defa şişeyi hafifçe çalkaladım. Daha ilk günden sıvının rengi kahve rengine dönüştü. İki haftanın sonunda bu kadarı yeter diyerek bekleyen karışımı önce çay süzgeci benzeri bir elekten sonra chemex filtresinden (herhangi bir filtre kahve kağıdı da olur ama sonucu beğenmezseniz, belki hatayı burada yaptım dersiniz diye böyle yazıyorum) süzdüm. Kahve suda veya alkolde çözünmediğinden ışıl ışıl kahve çekirdekleri ve oldukça keskin kahve kokulu bir sıvı (henüz buna likör denemez bence çünkü alkol oranı %40) elde ettim, sek olarak içilmeyecek kadar sert tadı vardı bence. Bazı portakal likörleri de benzer oranlarda alkol içermesine rağmen benim gördüğüm bütün kahve likörleri %20 civarında olduğundan elimdekine biraz su katmam gerekiyordu. Yine neredeyse bütün tariflerde bir birim şekeri bir birim suda eritip bu karışımlara kattıklarını biliyorum ama ben yukarıda da belirttiğim gibi çok akıllı biri olduğumdan 500ml suda 100gr şeker eritip (yine beğenmeme nedeniniz şekerin tipi olabilsin diyerek nasıl şeker kullandığımı yazmıyorum) alkol oranını yarıya düşürdüm. Son haliyle marketten satın alamayacağınız bir şey yapmış oldum.

Hem sek olarak, hem de kokteylde oldukça tatmin edici bir sonuç aldığımı düşünüyorum. Bu konuda son bir plan olarak kahve çekirdeklerini kurutup, öğütüp espresso yapsam nasıl olur diye merak ediyorum. Üşenmezsem belki buraya da eklerim.

 

[1] https://www.nyucel.com/2022/10/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html

[2] https://www.nyucel.com/2022/11/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html

[3] https://www.nyucel.com/2022/12/soguk-kahve-demlemeye-cold-drip-radikal.html 


7 Eylül 2024 Cumartesi

izlediklerimden öğrendiğim bir şeyler var

İzlediğim ilk büyük konser 1990'ların başında Ankara'da Zülfü Livaneli konseriydi. Henüz Sovyetler Birliğinin olduğu zamanlardan bahsediyorum [bu konuyu toparlayabilirsen bravo sana]. Daha önce hiç o kadar büyük kalabalığı bir arada görmemiştim. Ne cep telefonu vardı ne de internet. Fotoğraf makinesi bile pek azımızın ulaşabildiği bir kaynaktı. O güne dair tek bir kare yok elimde ama gözümü kapatınca her şeyi hatırlıyorum gibi geliyor [yanındakiler farklı hatırlıyor biliyorsun, buradan devam etmeyelim lütfen]. Aradan geçen yıllarda müthiş yıldızları izledim (yıldız gözlemine de gittim ama konuyla ilgisi yok oraya girmeyeyim), tek kelimesini anlamadığım şarkılara ağladım [bu çok klasik], gitmediğim konserler bana sonrasında zehir oldu [bunu kimseye anlatamazsın, girme bu konuya rica ediyorum].

Uzun ömrüm geldi, geçiyor hala çok basit şeylere dikkat edilmediğini gördüğümden birkaç uyarı yazmak istiyorum. Hayatta kimsenin benim uyarılarıma ihtiyacı olmadığını biliyorum ama zaten kim okuyor bu yazıları!

Çocuklar!

Çoğu etkinlikte yaş sınırı oluyor ve bunun bir anlamı var. Eğer çocuğunuz Fazıl Say değilse (değil, bunu kabul edin lütfen) onu konsere, operaya, baleye sürüklemeyin. Bırakın azıcık büyüsün. Bu etkinlikler bir yere kaçmıyor. Baba sıkıldım diyen, kardeşinin saçını çeken oğlunuzu neden Kızıl Ordu Konserine getirip beni çıldırtıyorsunuz? Bunun ne ona faydası var, ne bize mahçup olan size. Çocuk bu konser, opera her neyse, için çıldırmıyorsa (siz de biliyorsunuz çıldırmıyor) getirmeyin onu yanınızda. Bırakacak kimse yoksa siz de gelmeyin rica ediyorum. Hepimizin izlemediği milyorlarca gösteri var, sizin de bu eksik kalsın.

Zamanında gelin

Her şehirde trafik var biliyoruz, biz (zamanında salona girenler) de bu salonda yaşamıyoruz. Sizin için oyunun başlamasını erteleyecek biri yoksa rica ediyorum hem geç kalıp hem de biletinizin olduğu yere geçmeye çalışmayın. Madem salona aldılar bulduğunuz ilk yere oturun. Telefonun flaşını açıp koltuk numaranızı bulmaya çalışmayın. Hayatta zaten çok az güzellik var, bizden bunu esirgemeyin. İçeri almadıklarında yakınlardaki bir yere oturun, arkadaşlarla sohbet edin. Hayatta daha güzel ne var zaten?

Saçlar, gözlükler, şapkalar

Salona gelirken kafanızın üstüne bir kafa daha koyacak topuzlar, at nalı gibi gözlükler veya neden kapalı alanda taktığınız belli olmayan şapkalar takmayın. Sizin de arkanızda insanlar var, kimse sizi görmeye gelmedi buraya. Tamam isterseniz şık giyinin ama görüşü engellemeyin.

Alkış

Klasik müzik eserlerinden başka hiçbir yerde sorun olmayan bir konu bu. Genel geçer bir kural olarak ilk siz alkışlamayın. Hangi konserde ilk alkışlayan hatırlanıyor? Bırakın genel izleyici alkışlasın, siz katılırsınız sonra. Belki parça henüz bitmedi, bir sessizlik olsa bile henüz alkışlamanız gerekmiyor olabilir. Sahnedekilere ayıp olmaz merak etmeyin. Operalarda aralarda alkış oluyor, bunu sahnedekinin halinden anlayacaksınız. Kimse sizi geç alkışladınız diye ayıplamayacak. Zaten etkinliğin parasını ödeyip görevinizi yerine getirdiniz, dert edecek bir şey yok.

Fotoğraf ve vidyo kaydı

Her etkinlikte fotoğraf çekmeyin, vidyo kaydı almayın diye anons yapılıyor. Bunu ciddiye almayın rica ederim. Dikkat edilecek iki şey var:
 
Birincisi telefonunuzun ekran parlaklığını düşürün. Alacağınız kaydı cam gibi görmenize gerek yok, kaydın kalitesini değiştiren bir şey değil bu. Eğer bu anın mutluluğunu yaşamak yerine kayıt alayım diyorsanız kendinizi frenlemeyin ve kayıtlarınızı her yerde paylaşın. Harika konserler izledim ve vizyonsuz organizatörler bunları kaydedip yayınlamadı. Sanki Youtube'da konser kaydı var diye konsere bilet almıyoruz! Burada tek kural var ekran parlaklığınızı en kısık seviyeye alın.
 
İkinci mevzu flaş açmayın. Elinizdeki o lanet telefonun flaşı kaç metre ötesini aydınlatıyor sanıyorsunuz? Diğer izleyicilerin görüşünü perişan ettiğiniz gibi kaydınız da daha kötü oluyor. Azıcık aklınızı kullanın flaşı açmayın.
 
Üçüncü olarak (iki demiştim biliyorum) izleyicileri kaydetmeyin. Kimse sizin kaydınızda yer almak istemiyor. Yüzüme telefonu tutarsanız benim de ona vurup elinizden düşürmemi kabul etmiş sayılırsınız veya bu konuyu o kalabalığın arasında, o hengamede tartışmanız gerekir, yapmayın bunu.

Lanet olası telefonlarınızı sessize alın

Bir operada, tiyatroda veya Overkill konserindesiniz. Gelen telefon eğer Ayşe tatile çıksın demeyecekse o telefona cevap verip hangi derde derman olacaksınız? Kıbrıs çıkartması öncesinde de baleye gitmeseniz sanki daha mantıklı değil mi? İki saat telefondan gelen bildirimlere bakmamış ve fiziksel bir hasar görmüş kimse olmadığından sizin de güvenli tarafta olduğunuz kabul edilebilir. Etkinliği izlemeye değil arkadaşlarınızla paylaşmaya gitmiş olmanız durumda bile ekran parlaklığını en aza alıp ne kadar harika bir yerde olduğunuzu anlatabilirsiniz. Bizi rahatsız etmeyin gerisi bizi ilgilendirmiyor.

Pet şişeler

Yanınızda pet şişede su getirirseniz onu açıp içerken mutlaka ses çıkartacaksınız. Çantanızda dursa bile yaslanacaksınız ve sizi de mahcup edecek sesler çıkacak. Elinizde tutsanız bu sefer de farkında olmadan onu sıkıp, bırakıp etrafı deli edeceksiniz. Salona gitmeden suyunuzu için ve o kahrolası pet şişeyi çöpe atın.

Teşekkürler

31 Ocak 2024 Çarşamba

Ayı Dağı - Andrew Krivak

Duvar'da dünyada tek sağ kalan kadının hikayesini okuduktan sonra Ayı Dağı'nda (dünyaya her ne olduysa artık) hayatta kalan iki kişi var. Bir erkek ve kadının insanlıktan geriye kalanlar (insanlığı başlatanlar) olması çözülmesi zor ve hakkında çok konuşulmuş bir problem aslında. İnsan soyunu devam ettirmek (başlatmak) gibi bir misyonu üstlenmeyince (neden üstlenilsin böyle bir sorumluluk orası ayrı) yapılacaklar listesi oldukça sadeleşse bile hayatta kalmak kendi başına bir problem olmayı sürdürüyor. Şehir hayatında sağ kalan iki kişi için bir senaryo üretmek zor olacağından (hoş bu romanda da ne oldu da sadece ikisi hayatta kaldı bilemiyoruz ama daha kolay ikna oluyoruz sanki. Her durumda bu felaketi açıklamaya çalışmamak çok iyi fikir bence) Ayı Dağı'nda dağlık bir arazide ve zorlu iklim şartlarındayız.

Yazar iki sevgilinin yaşayacaklarına hiç girmeden (buradan devam edip yine güzel bir roman yazabilirmiş veya daha büyük ihtimal bu yazılmıştır da ben okumamışımdır) kadını doğumdan biraz sonra öldürüp erkeği kızıyla birlikte bırakıyor. Sağ kalan iki kişinin sürekli kullanmak zorunda oldukları ilaçların ya da kronik rahatsızlıklarının olmaması bir yana doğum kontrolü de bir büyük sorun olur herhalde bu senaryoda. Doğumun kendisi de aslında çok kritik bir olay, erkek kadın doğum uzmanı bir hekim değilse tek yapabilecekleri her şeyin yolunda gitmesini ummak olabilir. Toplumsal iş bölümü olmadan hayatta kalabileceğimiz bir senaryoyu düşünmek mümkün değil herhalde. Şimdi basit bir yardımla üzerinde çok durmadan hayata devam edebileceğimiz o kadar çok durumda tek başımızayken ölebiliriz ki! Romanda erkek de kızı pek küçükken acil serviste tedavi görüp hayatına devam edebilecekken ölüyor. Aslında roman sadece babasını hatırlayan, annesini fotoğraftan görmüş olan bir kızın dünyada tek kalmasının öyküsü. Kız Halid Halife'nin Ölmek Zor İş romanında olduğu gibi babasının ölüsünü (elbette bambaşka bir formda) annesinin yanına gömmek için uzun bir yolculuk yapıyor.

Ango Sakaguçi Aptal isimli öyküsünde İzava'ya şöyle dedirtiyor: "Mutlak yalnızlığı hissedebilmek için diğer insanların varlıklarının farkında olmak gerekir. Yalnızlık, ancak öyle tam bir yalnızlık olabilir." Ayı Dağı'nda kızın (kimse seslenmeyince kahramanların bir isimlerinin olmaması da güzel bence (bir zamirin haricinde (abi, hocam, dayı gibi (bunlar kötü demiyorum elbette)) biri olduğunu (bir adı olduğunu) duymak insana bazen ne kadar güzel gelirken kimi zaman da sanki hiçbir şeymiş gibi sadece adını duymak nasıl yaralayıcı geliyor insana [yine konudan çok uzaklaşıyoruz])) babasından başka özlediği kimse yok. Özlediği bir yaşama şekli de yok aslında. Başka çocuklarla oynamayı, büyüyünce birini sevmeyi düşünmüyor bile. Yazar bütün bunların nasıl kültürel şeyler olduğunu onlardan hiç bahsetmeyerek anlatıyor veya ben öyle anladım bilemiyorum. Romanın sonunda (her romanı yeterince uzatırsanız olacak şey oluyor ve) kız ölüyor.

Romanda hayvanların konuşması nasıl bir anlama geliyor, gerçekten gerekli miydi diye düşündüm ama onlar da olmasa bir insanın tek başına kalmasında anlatacak bir şey olabilir miydi emin değilim.

Son olarak romanın adıyla ilgili kısaca yazmak istiyorum. Yakınlarda okuduğum Marian Engel'in yazdığı Duygu Akın'ın çevirdiği Bear isimli roman Ayı adıyla yayınlandı ve hakkında çokça konuşuldu (güzel bir roman bence). Bu romanın özgün adı The Bear olmasına rağmen Ayı Dağı adıyla yayınlanmış. Tamam romanda ayı dağı diye bir yer geçiyor ama yazar dağı değil bizatihi ayıyı kastederek romana isim koymuş. Çeviride bu kadar önemli değişiklikler yapılmamalı bence.

29 Ocak 2024 Pazartesi

Dünyayı Ardında Bırak - Rumaan Alam

Nasıl insanın yaşayabilmesi için diğer insanlara ihtiyacı varsa yaşadığını anlayabilmesi için de başkalarına ihtiyacı var. Düşünüyorum öyleyse varım önermesi (aslında ben düşünüyorum demesi, yani ötekinden ayrı bir ben var ön kabulü bir yana) bize yaşadığımızı değil var olduğumuzu bilebileceğimizi söylüyor. İkisinin farklı şeyler olduğunu kabul etmek için elimizde bir kanıt olmasa da bu kanıtın yokluğu iki kavramın aynı şeyler olduğunun kanıtı sayılamaz elbette (büyük iddialar büyük kanıtlar gerektirir ama burada alemin sırrını bulmaya çalışmıyoruz).

Dünyayı Ardında Bırak'ta bir aile (iki çocuk ve anne, baba) dünyanın gürültüsünden ve insanlardan uzak bir tatil için bir ev kiralıyor. Ormanda kamp yapmak, dağın başında bir otelde tatile gitmek duymadığımız şeyler değil ama buralardayken geri döneceğimizi bildiğimiz gibi bıraktığımız dünyanın yaşamaya devam ettiğinden şüphemiz de olmuyor. Biz artık içinde değiliz diye dünyanın geri kalanında neden büyük bir değişiklik olsun zaten? Büyük bir olay olsa bile bunu telefondan, televizyondan (benim için yıllardır böyle bir haber alma aracı yok ama roman kahramanları tv izliyor), daha da önemlisi internetten haber alabiliriz.

Peki ya elektrik kesilirse? Malum bu haberleşme araçlarının tamamı elektriğe bağlı (amatör telsizciyseniz durum değişir elbette). Bulunduğumuz evin elektriği varsa ama dünyanın geri kalanında elektrik yoksa? Evlerini kiraladığınız sahipleri kapıya gelip belki de bir büyük felaket olduğunu söylemişse (bunların hepsi arka kapakta yazıyor, sürprizbozan sayılmaz yani)?

Marlen Haushofer'in Duvar'ında dünyada hayatta kalan tek kişinin çaresizliğini okuduktan sonra Dünyayı Ardında Bırak'ta belki de tek ailenin kalmış olmasının ürpertici kabusunu okuyoruz (romanın filmi de çekilmiş ve başlangıcına eklenen sahneler konuyu farklılaştırmış gibi geldi bana). İletişim tamamen kopunca tek başına kalmamak, sevdiği biriyle (birileriyle) olmak Robinson Crusoe'dan çok daha iyi bir senaryo tabi. Pandora'nın Kutusu'ndan çıkan son şey olan umuda (belki de bu durum geçicidir, çok kötü bir şey olmamıştır) sarılmak için fiziksel olarak da sarılabileceğimiz birinin olması kuşkusuz tercih edilecek bir durumdur. Rumaan Alam romanda bu garip duruma bir açıklama getirmeden (zaten açıklaması olan şey distopya olur mu?), tempoyu hep aynı seviyede tutarak güzel bir roman yazmış.

Yazarların romanda söyledikleri kadar söylemedikleri de önemli oluyor bazen. Bir aile belki de dünyanın geri kalanında hayatta kalan kimse olmadığını düşündüğünde bile kiraladıkları evin sahiplerinin mülkiyet hakkı konusunda bir itirazda bulunmuyor. Tapu kadastroda çalışan, sahipliği kontrol edebilecek kimse kalmamış olabilecekken bile bulundukları evin mülkiyeti hakkında bir tartışmaya girmiyorlar. Yaşadığımız gündelik hayatta bile bir insan nasıl olur da bir ağacın sahibi olabilir sorusunun insanların pek azının aklını kurcaladığını hesaba katarsak aslında çok da garip bir durum değil bu. Yine de üzerinde düşünmeye değmez mi?

Pandemide yaşadığım bir geceyi yazıp yazıyı sonlandırayım [lütfen artık]. Bir gece 03 gibi uyandım. Evde hiç ses yoktu ve çok dinç uyanmıştım (sokağa çıkma yasağı olduğundan gündüzleri de ya hiç ses olmuyordu ya da çok nadiren araba gürültüsü duyuyordum). Kolumdaki saate bakınca yaklaşık bir saattir nabzımın atmadığını gördüm. Önce telefonla bluetooth bağlantısı mı koptu dedim ama bağlantı kopsa bile saatin nabzı doğru gösterdiğini biliyordum. Yine de telefona baktım ve bağlı olduklarını gördüm. Hayatta olup olmadığımı anlamak için kol saatine, onun telefonla bağlantısını kontrol etmeye ihtiyacım olması birden çok ürpertici geldi. Descartes'ın sözü geldi aklıma, ya varsam ama yaşamıyorsam diye tereddüte düştüm. Zaten kimseyi görmeden, sarılmadan, konuşmadan yaşıyor muydum? Birini telefonla arayayım dedim ama kimi gecenin üçünde arayıp yaşadığımdan emin olamadım diyebilir insan? Bu düşüncenin kendi içinde bir çelişki barındırdığını da farkettim tabi. Birini aradığımda onu uyandıracağımdan korkuyorsam yaşayan birini uyandıracağımı, yani hayatta olduğumu düşünüyordum. Filmlerde hep geçen kendine vurmak gibi şeyler de çok mantıksız geldi çünkü sanki ölünce ne hissedeceğimi bilmiyor muydum ki (Beckett Malone Ölüyor'da kahramana "Esniyorum, durumum ciddi olsa esneyebilir miydim böyle? Esnerdim kuşkusuz." dedirtiyor (bunu çok sonra okudum), ben de hayatta olmasam bile atacağım tokatı hissedebilirdim belki de)! Sonuçta o gece yaşayıp yaşamadığımı bile bilemezken kimseyi arayamadım [konuyu böyle belirsiz bırakma lütfen roman yazmıyorsun].

Romanda geçen "Sessizlik her nedense daha karanlık bir ortam yarattı" ifadesi bana yine sen konuşunca aydınlık oluyoru hatırlattı diyerek yazıyı bitireyim [hayır yapma böyle]. Dünyayı Ardında Bırak harcayacağınız vakte değecek bir roman bence.

(Gece telefon saatin bağlandığı uygulamayı güncellemiş, uygulama da saatin firmware'ini güncellemiş. Saat varsayılan olarak nabzı dinlemediği için bir saattir nabzım atmıyor gibi göstermiş.)

21 Ocak 2024 Pazar

Duvar - Marlen Haushofer

Kafka romanlarını ilk okuduğum zamanlarda kahramanların yaşadıkları büyük saçmalıklara nasıl tepki vermeden kabullendiklerine çok şaşırırdım. Yahu böceğe dönüşmüşsün bu durumun garipliğine şaşırmadan nasıl devam edebiliyorsun hayatına derdim. Halbuki ne kadar saçma bir istek bu! Böceğe dönüştükten sonra bunun sebebini, mekanizmasını bilsem ne olacak? Böcek halimle geri mi döndüreceğim sanki olanları?

Aslında (sizi bilmiyorum tabi ama) ben de Samsa gibi davrandım pandeminin başlangıcında (küçük bir yanılma payıyla diyebilirim ki hepimiz, her an öyle davranıyoruz). Fen bilimlerine oldukça aşina olmama rağmen wikipedia'dan virüs maddesini bile okumadım, evden çıkmayın dediler çıkmadım, böyle giderse sağlık personeline maske kalmayacak, size gerek yok dediler maske almadım, maskesiz markete giremez hale gelince bana maske göndermemiş olsan ne yapacaktım bilemiyorum, aklıma hiç evden çıkamayan bir böceğe dönüştüğüm gelmedi, covid tanısı konulanların, ölenlerin verilerinden (onların birer sayı değil insan olduğunu unutmadan) grafikler çizdim, eğrilere uydurmaya çalıştım, extrapolasyonlarla arkadaşlarıma çıkarımlarda bulundum (hiçbiri tutmadı dememe gerek var mı bilmiyorum), bütün meslek pratiğimden bambaşka bir şekilde monitöre bakarak ders anlattım (burası çok karanlık, ayrıca yazmak istiyorum "güzel sanatların bir dalı olarak monitörle konuşmak" mevzusunu), haftalarca oğlumu görmedim, kimseye sarılmadım, dokunmadım (benim için bu var olmadım demek aslında), bundan sonra böyle olacaksa ne yapacağım hakkında (en azından başlangıçta) düşünmedim, sevdiğim kimseyi göremeyeceksem evde hasta olmadan sonsuza dek yaşamanın (bir matematikçi olarak farklı sonsuzlar olduğunu bilerek) anlamı olacak mı diye düşündüm, bu halden (böceğe dönüşmekten) bir mucizeyle geri döneriz herhalde gibi geliyordu (mucize oldu ve aşı bulundu), hiç yürümüyorum diye tedirgin oldum (halbuki yaşamıyordum), eczacı ilaçlarımı eve gönderince sevindim (ne yapacaktım tek başına yaşayarak?), bir gece uyandığımda kolumdaki saat nabzımın birkaç saattir atmadığını gösteriyordu yaşayıp yaşamadığımdan emin olamadım (bunu da ayrıca yazmak istiyorum), hayatımda hiç yazışmadığım kadar çok yazıştım anlık mesajlaşma uygulamalarında, çok akıllı insanlarla çevrimiçi sorular çözüp vidyo kayıtları aldık, nasıl oldu da bu lanet olası böceğe dönüştüm demedim, virüs canlı mı, değil mi diye kısa yazılar, tivitler okudum ama derinlemesine öğrenmedim, öğrensem ne yapacaktım? karşıma uzaylılar (örneğin Marslılar) çıksa onlara Marsta hayat aslında mümkün mü, değil mi diye soracak mıydım örneğin? sevdiğim herkesi, her şeyi benden uzaklaştıran (belki de yok eden) bu durumun gerçekliğini hiç sorgulamadım, sabah günaydın diye yazdığımda bana günaydın diyen bir botu ben de yazabilirken seninle konuştuğuma nasıl emin olabilirdim (daha chatgpt ortada yoktu ama arkadaşlarımızı taklit eden botları yıllar önce yazmamış mıydık?), 300 yıl önce yazılmış Robinson Crusoe'dan ne farkım vardı? evin kapısında beliriveren yiyecekler, ekranda beliriveren yazılar mı yaşadığımı gösteriyordu bana? sakallarım uzuyordu ama kimse görmeyince bunun yaşadığımın kanıtı olduğunu nasıl kabul edebilirdim (hani ormanda bir ağaç yıkılırsa ve kimse duymazsa ses çıkmamış oluyordu?) Samsa böceğe dönüşmesini sorgulamamıştı ama ben (belki de siz de) sanki neyi sorguluyordum? [artık rica ediyorum, romana gelelim] (evet çok uzadı farkındayım ama burada bırakamam) hem sanki hastalığımın nedenini sorgulamış mıydım? nedenini bilsem ne yapabilirdim? bir sonraki hayatımda o hatayı tekrarlamayacak mıydım? hergün açtığımız çeşmede neden türbülans olduğunu sorgulamış kaç kişi yaşamıştı yeryüzünde? işleyemeyeceğim veriyi toplamanın ne manası vardı? [hadi artık] velhasıl Gregor Samsa bizatihi sensin, benim (canım kardeşim demek istiyorum ama konuyu Nazım'a bağlamak istemiyorum).

Romancının bizi bir çıkmaza sokması daha önce karşılaşmadığımız bir şey değil elbette. Bir grup halinde bir adada mahsur kalsak, tek başımıza bir adada kalsak, hepimizin gözleri görmez olsa, şehrimizde kimse ölmüyor olsa, tamamı ölmüş bir ordunun askerlerini arayan bir general olsak ne yapardık? Lost yine böyle bir sıkışmışlığın ve çaresizliğin işlendiği (sonunun çok bozduğu) bir diziydi, Under The Dome bir kasabanın üzerine görünmez bir fanusun kapanıp dış dünyayla bağlantısının kesildiğinde olanları anlatıyordu (Sineklerin Tanrısı aslında hepsinin nasıl gelişeceğini anlatmış). Kısa Bir Cehennem Ziyareti'nde cehennemde bile gücü ele geçirenlerin neler yapacağını okuduk. Bu romanların/dizilerin hepsinde bir dış dünya (birbirini gören, sohbet eden, beraber içen, sarılan, kanlı canlı insanlar) vardır, biz ulaşamasak bile.

Peki ya dünyada bizden gayrı herkes ölmüşse? Duvar işte bu konuyu işliyor. Romanın başında Under The Dome'da olduğu gibi bir fanus örter yaşamı. Bu sefer içeride kalan tek insan romanın kahramanı kadındır. Nazım önce kedi gidecek, sonra ben gideceğim diyor ama Duvar'da sevdiğiniz, sevmediğiniz hatta hiç tanımadığınız bütün herkes sizden önce gidiyor. Hatta duvarın ardında kalan hayvanlar da gitmiş. Kahramanımız (ona seslenecek kimse olmayınca isminin anlamı kalmaz) kaldığı evin köpeği, onu bulan ineği ve kedisiyle hayata devam eder. Sonradan kendini zamanında vurmadığına pişman olacaktır çünkü yarın için bir ümidi yoktur. Behçet Aysan'ın "bilirim yarın diye bir şey var" mısrasındaki yarın onun için gelmeyecektir. Sizden başka kimse yaşamıyor olsa yarının bugünden bir farkı olur mu? Artık yüzünüzü sevebilecek hiçbir insan yaşamadığında, bu yüz büsbütün fazlalık gibi görünmez mi?

Dünyada tek başına kalınca bir umut yok ama kahramanın bu durumda olmayan bizlere mesajı şöyle: "Sevgiden daha akla uygun bir duygu yok. Sevgi, seven ve sevilen için yaşamı daha katlanılır kılıyor. Ama bunun tek imkanımız, daha iyi bir yaşam için tek umudumuz olduğunu zamanında fark etmemiz gerekir."

Okuduğum en güzel romanlardan biri diyebilirim Duvar için.

zor zamanlarda birlikte yaşamak

Dün gibi, önceki gün gibi başladı bugün de. Bunaltıcı bir sıcak, sabah ilaçları, sabah kahvesi, mesajların e-postaların kontrolü, sabah müzi...